Türkiye’de Hanefi-Mâtürîdî olduğunu söyleyen İslâmcılık düşüncesinin mensuplarının bu iddialarının metinlerine yansımadığı görülmektedir. İslâmcı düşüncenin söylemlerinde “Ehl-i kıble tekfir edilmez” prensibinin zaman zaman çiğnendiği ifade edilebilecektir.
Türklerin Hanefî-Mâtürîdî mezhebi itikadda taklit etmelerinin bilinçli bir seçimle gerçekleştiği düşünülmelidir. Türklerin benimsediği akaidin iki temel prensibi koruması gerekiyordu: 1) Türkler içlerinden “din adamı zümresi” çıkmasını meşrulaştırmayan bir teolojiyi (akaid ilkelerini) kabul ederek Hz. Peygamber’in getirdiği dine icabet etti; 2) Türkler Türk boyları arasındaki sosyo-politik yapıyı kıracak mezhebi bölünmüşlükleri de bertaraf etmeyi amaçladılar.
Bu nedenle mezhep seçimlerinde “en yalın haliyle iman etmekle kurtuluşa kapı açan bir teoloji”yi benimsediler. Bu teoloji, “iman dille ikrar, kalple tasdik” tanımından hareket ediyor ve “dinde zorlama yoktur” ilkesiyle de bağdaşıyordu.
Böylece birinci ilkeyle toplumu Batı’da görülen “Kilise ve Ötekiler” ikiliğine benzer “ruhban sınıfsal” parçalanmasına uğratmaktan koruyorlardı. Zira Türklerde ekonomik ayrışma “Hakan ve Yönetilenler” şeklinde tayin ediliyordu ve Hakan’ın “hakanlığı” da servetini halka “potlaç” olarak tahsis etmek şartıyla meşru kılınmaktaydı. Ayrıca Türklerde din adamları bir idarî zümre ve iktisadî sınıf haline gelmiyordu. “Türklerin eski dini Şaman’dır” diyenler dahi son tahlilde Şaman’ın aslında (ki aslında Kam’lık vardı) bir tür sağaltıcı, kâhin, büyücü olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Fuzuli Bayat, “Şamanlık dindir” ifadesinin hatalı olduğuna değinmektedir:
“Günümüzde Şamanlığın bir din olmadığı, ancak dinsel ve toplumsal işlevleri olan pratik bir inanca dayalı, toplumsal talebe cevap veren ve dini öğretisi olmayan bir esrime sistemi olduğu saptanmıştır. Bu bağlamda Şamanlar bireysel faaliyet gösterdikleri için, kahinler gibi dini kültleri gerçekleştiren ve yöneten bir sınıf oluşturmazlar” (Bayat, 2006: 25).
Diğer taraftan Batı’da Kilise vasıtasıyla veya
Doğu’da Şia vasıtasıyla bilinmektedir ki, “ruhban” ya da “din adamı zümresi”
toplumdaki Allah inancından hareketle sosyo-ekonomik adalet talebinin üzerinde
oturmakta ve kendilerine verdikleri imtiyazlı konumu koruyarak ekonomik
bölünmeye neden olmaktadır. Bu bölünme “din adına” gerçekleştirilmektedir. Türk
siyaset yapılanmasında dini zümrelerin “Hakan” tasavvurunu yıkmasına asla izin
verilmediği alanda çalışma yapanların malumudur.
İkinci ilkeyle ise Türkler “ameli imanın varlığı bakımından mutlak sayan mezhebi bağlanışlara yönelmedi”ler. Göçebe bir toplum olduğu iddia edilen Türklerin genellikle kırsal toplumsal yapılarda kabul görmüş Eşari-Şafi ekole değil de şehir sistemlerinde benimsenmiş Hanefî-Mâtüridî ekole yaklaşması önemlidir. Dolayısıyla bu tercih aslında Türklerin “şehir” felsefesiyle barışık bir toplum olduklarını da ortaya koymaktadır. Türk toplumları tarih boyunca kendine mahsus bir “şehir” telakkisi ve pratiği içinde yaşamış, ancak bu “şehir pratiği”ni “yürüyen şehir” olarak hayata geçirmiştir. Türklerin kalıcı eserleri kamu malları olarak görülmüştür. Diğer ifadeyle Türkler kalıcılığı put (ruhban-belam), saray (mele), malikhane (mütref) mimarisi olarak ortaya koymamış, eserlerini “onlar esire, yetime, miskine karşılıksız yedirirler” (76 İnsan 8) ayetinin ifadesi olacak şekilde bina etmişlerdir. Türk mimarisinin kamu hizmetine adanmış mimari eserlere yönelmesi Hz. Hızır’ın iki yetimin babalarından kalan servetini korumak için duvarı tamir etmesindeki hikmetle mutabıktır. Bu nedenle Türk sanat eserlerinde “Tek Tanrı-Tek İlah” düşüncesi Türk Hakanlığının “Kut” inancının gereği olarak “Allah için yoksulu giydirmek, açları doyurmak, az milleti örgütleyerek çoğaltmak ve töreye dahil etmek” şeklinde ifade edilebilecek “potlaç” geleneğini dışa vurur.
Böyle bir yaklaşım toplumu da mezhebi esaslar üzerinden parçalamaya izin vermeyecektir. Dolayısıyla Türklerde “dinî anlamda öteki”, inanç ve ibadet yönünden “farklı” olan topluluklar değildir. Tam aksine Türk dini tasavvurunda “öteki”, Türk töresine düşmanlık yapan, Türk töresinden gelen “aile/yerleşme” düzenine saldıran tehdit bloklarını ifade etmektedir.
İmam-ı A’zam’ın aşağıya aldığım teolojisinden
seçmelerin Yesevî-Horasanî-Bektaşi-Bayrami geleneklerle barışık olduğu
görülecektir. İmam-ı A’zam, İslam’ı ikrar etmiş kesimlerin birbirini öldürmeye,
tekfir etmeye, can-mal hürriyetine tecavüze fırsat vermeyen bu akaid (iman)
ilkeleri ile bu coğrafyada yaşayan çoğul kültürlerin bir aradalığını mümkün
kılmıştır. Aşağıdaki ilkelerle bizim de İslamcılık eleştirilerimizin fıkhî
temelleri ortaya çıkacaktır.
İmam’ın tabiriyle “en büyük fıkıh iman
bilgisidir.” Müslümanlar Anadolu’da Bizans ve Moğollarla çatışmışlardır. Geldikleri
bölge barış-düzen kuran bir siyasal çatıdan yoksundur.
Osmanlıların Bizans topraklarında “topluluk” halinden “beylik-devlet” haline geçişinde Horasan Erenleri’nin ve Ahi-Bacıların “ahlâk-töre” esaslı çalışmalarının etkili olduğu artık görülmelidir. Bizans tebası olan halkın yerleşme bölgelerinde yurt tutan Horasan Erenleri ile Ahi-Bacıların dil, gelenek, yaşam biçimleri çarşı-pazarlarda yakından görülmüş, dikkatle izlenmiştir. Diğer ifadeyle Anadolu’nun yerleşik toplumları, bu coğrafyaya gelen Türklerin “töreli toplum” esaslarında kendi inançlarındaki yüksek ahlâkî değerleri görmüş ve onlarla benzeşmiştir. Bu benzeşmeyi hayata geçiren saik, Türk töresinin “doğru olmak”, “helal kazanmak”, “kul hakkına dikkat etmek” esaslı geçim tarzıdır.
Bugün yaşadığımız süreci de ilgilendiren Hanefî-Mâtürîdî
teolojinin sosyo ekonomik dinamikleri harekete geçirecek şekilde yeniden dile
getirilmesi İslamcılık akımının içine düştüğü mezhebî ve meşrebî ötekileştiriciliği
bertaraf edebilecektir.
Bu çalışma aynı zamanda Müslümanların kapitalist
topluma rıza geliştirmeleriyle ortaya çıkan adaletsizlikler karşısında mülkiyet
sahipliğini “şirk” ile niteleyen Ali Şeriati gibi müelliflerin yaklaşımlarına
da bir cevap olarak okunmalıdır.
“Hanif Türk”, Anadolu’yu
şendiren ve onu “Türkiye” yapan milletin hareketidir. Hanif Türk, Anadolu’yu
Türkiye kılan iradenin “töreli toplum” olmaktan geçtiğini hatırlayacak “feta”
adam-kadınların uyanışına hem teolojik hem iktisadî hem de siyasal-teorik bir
çağrıdır.
- EL FIKHU’L EBSAT adlı eserden:
Allah kötülüğü yaratır mı? Allah adil değil
mi? diyenler için:
“Allah adildir, kötülüğü yaratmaz; kötülüğü insan
amel eder” diyen gruplara İmam-ı A’zam şöyle dedi: O’na Allah şerri yarattı mı?
diye sor. O buna ‘evet’ derse kendi iddiasından vazgeçmiş olur. Eğer ‘hayır’ derse
de ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım / Min şerri mâ
halak” (113 Felak 1-2) ayetinden dolayı kâfir olur. Çünkü bu ayet, Allah’ın
şerri yarattığını haber vermektedir (Öz, 2010: 37).
“Allah, Allah olsaydı, kendisine küfür
edilmesine izin vermezdi” diyenler için:
O’na şöyle söyle: Allah’a iftira etmek kelam ve
söz müdür, yoksa değil midir? Evet, derse; Âdem’e isimlerin hepsini öğreten
kimdir? Diye sor. Eğer Allah’tır derse şöyle de: Küfür kelam nevinden midir,
değil midir? Eğer, evet derse, şöyle sor: Kafiri kim konuşturdu? Eğer Allah
konuşturdu, derse, kendi fikrine karşı çıkmış olur. Çünkü şirk kelam
nev’indendir. Eğer Allah dilemiş olsaydı, onlara şirk sözünü konuşturmazdı (Öz,
2010: 37). [İmam bu ifadesiyle Âdem’e öğretilen isimlerin içinde şirke ait
kavramların da bulunduğunu ifade etmektedir. Nitekim Kur’an insana küfür
gerektiren şeylerin öğretildiği konusunda başka delil de verir:
“Tuttular
da Süleyman’ın saltanatı aleyhine, Şeytanların kapıldıkları şeylere uydular.
Halbuki Süleyman kâfir olmamıştı, Şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara büyü
yapmasını ve Babil’deki Hârût, Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyleri
öğretiyorlardı. O iki melek, hiçbir kimseye biz, ancak ve ancak Allah
tarafından bir sınamayız, sakın kâfir olma demeden bir şey öğretmiyordu.
Onlardan, karıyla kocanın arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Öğrenenler de
Allah’ın izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar
verecek, fakat hiçbir faydası olmayacak şeyleri öğrenmekteydiler. Andolsun ki
bu bilgiyi satın alanın âhiretten nasibi yoktur, bunu iyice bilmişlerdi de. Fakat
bir de canları pahasına satın aldıkları o şeyin ne pis şey olduğunu bilselerdi”
(2 Bakara 102)]
“İman ile günah bir arada bulunursa ne lâzım
gelir” diyenler için:
Soru: “İman eden fakat namaz kılmayan, oruç
tutmayan, bu amellerin hiçbirini işlemeyen kimseyi imanı kurtarır mı?”
Cevap: Onun işi Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse azap eder, dilerse rahmet eder. Allah’ın kitabından herhangi bir şeyi inkâr etmeyen kimse mü’mindir. Muaz b. Cebel Hıms şehrine geldiği zaman insanlar onun çevresine toplandılar. Bir genç ona, ‘Namaz kılan, oruç tutan, beyti hacceden, Allah yolunda cihatta bulunan, köle azad eden, zekatını veren ve fakat Allah ve Resulünden şüphe eden kimse için ne dersin?” diye sordu. Muaz; ‘Onun için ateş vardır’ dedi. O genç, ‘Namaz kılmayan, oruç tutmayan, beyti haccetmeyen, zekatını vermeyen fakat Allah ve Resulüne inanan kimse için ne dersin?’ diye sorunca, Muaz b. Cebel: ‘Onun için Allah’tan affedileceğini umar, azaba uğrayacağından da korkarım” dedi. Bunun üzerine o genç: Ey Abdurrahman’ın babası, şüphe ile amel fayda vermediği gibi, iman ile beraber herhangi bir şey de zarar vermez” dedi ve çekip gitti. Muaz b. Cebel de ‘Bu vadide bu gençten daha bilgilisi yok’ dedi (Öz, 2010: 43).
“Bir yerde masiyetler, kötülükler çoğalırsa
uygulanacak fıkıh nedir” diyenler için:
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Bir yerde masiyetler
zuhur edip onu değiştirmeye gücün yetmezse, oradan başka yere git, orada
Rabbine kulluk et. Bana ilim ehlinden birinin Hz. Peygamber’in ashabından
birisinden verdiği habere göre, Hz. Peygamber ‘Fitneden korktuğu yeri bırakıp,
fitneden korkmadığı yere giden kimse için Allah yetmiş sıddik ecri yazar’
(Buhari, Îman 12; İbn Mace Fiten 16) buyurdu (Öz, 2010: 43). [İmam-ı A’zam’ın
bu fıkhı “Temkin Ekolü” olarak da tanımlanmıştır. Bu ekolün Kur’an’da delili
Ashab-ı Kehf’te işaret edilmiştir.]
“Allah madem küfrü yaratıyor, niçin kafirlere
azap ediyor” diyenler için:
İmam, “Allah, küfrü yaratmaya rızası olduğu halde
onları küfürlerinden dolayı azab eder. Fakat Allah’ın bizatihi küfre rızası yoktur”
dedi. Soruldu: “Allah, Kulları için küfre rızası yoktur” (39 Zümer 7) buyurduğu
halde nasıl olur da küfrü yaratmaya razı olur? Dedi: Allah onlar hakkında
diler, fakat razı olmaz. Çünkü Allah İblis’i yaratmıştır, İblisi yaratmaya
rızası var, fakat İblis’in kendisine rızası yoktur. Keza Allah, içkiyi ve
domuzu yaratmıştır. Onları yaratmaya rızası olduğu halde kendilerine rızası
yoktur. Allah içkinin kendisine rıza gösterse idi, onu içen Allah’ın razı
olduğu şeyiiçmiş olurtdu. Fakat onun içkiye ve küfre, İblis’e ve fiillerine
rızası yoktur. Dilemesi, rızası ve emrettiği hususta taat ile amel eden kimse
için, Allah’ın rızası vardır. Allah’ın emrettiğinin hilafına amel işleyen kimse
onun dilemesi ile işlemiş olur, fakat onun rızasıyla işlemiş olmaz. Ona karşı
masiyet işlemiş olur. Masiyet ise Allah’ın rızası hilafınadır. Allah kullarını,
razı olmadığı küfürden dolayı azaba çeker. Fakat onların taatı terketmeleri ve
masiyet işlemelerinden dolayı onlardan intikam alıp, azap etmeye rızası vardır
(Öz, 2010: 47).
Günah işleyen kimsenin kafir olup olmadığı
hususunda tereddüt edenler için:
Ona şöyle cevap verilir: “Yûnus’u da an. Hani o öfkelenerek çıkıp gitmiş, kendisini tazyik etmeyeceğimizi sanmıştı. Karanlıklar içinde niyaz ederek, Senden başka ilah yoktur, seni tenzih ederim, ben zalimlerden oldum / lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn” (21 Enbiya 87) dedi. Buna göre o, zalim mü’mindir, kafir ve münafık değildir. Hz. Yûsuf’un kardeşleri: “Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz muhakkak suçluyuz / Kâlû yâ ebânestagfir lenâ zunûbenâ innâ kunnâ hâtıîn” (12 Yûsuf 97) dediler. Bu durumlarıyla onlar günahkardırlar, fakat kafir değildiler. Yüce Allah, Peygamberi Hz. Muhammed’e “Senin geçmiş ve gelecek günahını Allah’ın affetmesi için / Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” (48 Fetih 2) buyurmuş, günahını yerine küfrünü dememiştir. Hz. Musa kıptiyi öldürmesi dolayısıyla günah işlemişti, fakat kafir değildi (2014: 49). [İmam bu satırlarda peygamberlerin de günah işlediğine işaret etmektedir. Bu yaklaşım kabul edilirse, sahabenin günah işleyebileceği, hiçbirinin “masumiyet imtiyazı”na nail olmayacağı söylenebilecektir.]
2. OSMAN EL- BETTÎ’YE YAZILAN “RİSALETÜ EBU HANİFE” adlı risaleden:
Cemel ve Sıffin vakaları hakkında görüşünü
soranlar için:
Hz. Peygamber’in ashabı birbiriyle savaştı.
Karşılıklı savaşan zümrelerin, her ikisi de fiillerinde hak ve hidayete ermiş
değillerdir. El-Bağıye=Mütecaviz zümre ismi sana göre nedir? Allah’a yemin
ederim ki kıble ehlinin günahları arasında, adam öldürmekten, hele Hz.
Peygamber’in ashabının kanlarını dökmekten daha büyük bir günah bilmiyorum.
Çarpışan iki zümrenin sana göre isimleri nedir? Her ikisi de isabetli değildir.
Eğer ikisinin de isabetli olduğunu söylersen, o takdirde bi’dat işlemiş
olursun. Her ikisi de isabetsiz dersen, yine bi’datçi olursun. Eğer her
ikisinden biri hidayet üzeredir, dersen diğerinin durumu nedir? Eğer Allah
bilir dersen, isabet etmiş olursun. Sana yazdığım bu hususu anlamaya çalış (Öz,
2010: 62).
Mü’min kimdir? diyenler için:
Bil ki, benim görüşüm şudur: Kıble ehli mü’mindir. Onları terkettikleri herhangi bir farizadan dolayı imandan çıkmış kabul etmem. İmanla birlikte bütün farîzaları işleyerek Allah’a itaat eden kimse, bize göre cennet ehlidir. İmanı ve ameli terkeden kimse ise, kafir ve cehennemliktir. İmanı bulduğu halde, farizaların bazısını terkeden kimse, günahkâr mü’mindir. Onun azap görmesi yahut affedilmesi Allah’ın dilemesine bağlıdır. Eğerr Allah ona azap ederse, günah işlediğinden dolayı azap eder, günahını mağfiret buyurursa, affeder. Ben Hz. Peygamber’in ashabı arasında bizden önce geçen ihtilaflar için, ‘Allah en iyisini bilir’ diyorum. Kıble ehli için senin de bundan başka düşündüğünü zannetmem (Öz, 2010: 62).
3. EL FIKHU’L EKBER’den:
Mü’min kimdir? diyenler için:
İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların imanı, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü’minler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine musavidirler. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdırlar. İslam, Allah’ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lugat itibariyle iman ve İslam arasında fark vardır. Fakat İslamsız iman, imansız da İslam olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, İslam ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir (Öz, 2010: 56).
4. EL FIKHU’L EBSAT’tan:
Mütecaviz kimselerle mücadele fıkhı nedir?
diyenler için:
Mütecaviz kimselerle, küfürlerinden dolayı değil,
haddi tecavüzlerinden dolayı savaş et. Adil zümre ve zalim sultanla beraber ol.
Fakat mütecavizlerle beraber olma. Cemaat ehlinde fasit ve zalimler mevcut olsa
bile, onların içinde sana yardımcı olacak salih insanlar da vardır. Eğer cemaat
zalimler ve mütecavizlerden teşekkül ediyorsa, onlardan ayrıl. Çünkü Allah
“Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret edeydiniz” (4 Nisa 97); “Ey mü’min
kullarım, benim arzım geniştir. Ancak bana kulluk edin” (29 Ankebut 56)
buyurmaktadır (Öz, 2010: 43).
Günahkâr kimsenin arkasında namaz kılmayı
soranlar için:
Her takva sahibi ve günahkâr kimsenin peşinde namaz kılmak caizdir. Senin ecrin sana, onun günahı kendisine aittir (Öz, 2010: 45).
5. EL ÂLİM VE’L MÜTEALLİM’den:
Günahkâr kimsenin durumu hakkında:
Allah’a şirk koşmak ötesindeki günahlar iki kısma
ayrılır. Kul bu iki kısım günahtan hangisini işlerse işlesin, onun affı için
dua etmek daha iyidir. Fakat ona beddua etsen de günahkâr olmazsın. Bu, sana
karşı bir kötülük işleyen kimseye, beddua etmek yerine affetmenin daha iyi
olması gibidir. Eğer bir kimse kendisi ile yaratıcısı arasında şirk koşmaksızın
bir günah işlerse, ona merhamet edip şehadet hürmetine işlediği günahın affı
için dua edersen, bu daha iyidir. Eğer onun helak olması için ‘Ya Rabbi, şu adamı
günahıyla cezalandır’ şeklinde beddua edersen, günaha girersin (Öz, 2010: 16).
[İmam, burada günahı 1) Kul hakkı kapsamında, 2) Allah’ın yasakladıklarına
isyan kapsamında ele aldı. Kul hakkı konusunda af ile ilgili delil şudur: “Bir
kötülüğü afvederseniz şüphe yok ki Allah da Afüvv’dür, Kaadir’dir / tuhfûhu ev
ta’fû an sûin fe innallâhe kâne afuvven kadîrâ” (4 Nisa 149); “Ama affeder,
kusurlarını başlarına kakmaz, kusurlarını örterseniz, bilin ki, Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir” (64 Teğabun 14). Af fıkhına razı olmayan mağdurun
adaletle davranması ilke olarak getirilmiştir. Mazlumun beddua etmesinde mahzur
yoktur. Allah ile kul arasındaki günahlar için ise (şirk koşmadıkça) İmam,
günahkara yönelik “akıbetini cehennem eyle” diye duanın da günah olduğunu
söylemiştir ki, bu yaklaşım İslamcılığın yaklaşımından önemli bir ayrışmadır.
Bu ayrışma, Hanefi fıkhın ameli iman kapsamında görmemesinden kaynaklanır.]
Affedilecek günahlar:
Allah’ın şirk haricinde mutlaka cezalandıracağı
günahlar hakkında birşey bilmiyorum. Ehl-i kıbleden günahkâr olanların herhangi
biri için, şirkten maada işlediği günahlar hususunda, Allah onu mutlaka
cezalandıracaktır, şeklinde şehadette bulunmam. Bildiğim şudur ki; günahların
bir kısmı affedilir. Fakat hangisidir? Bunu bilmiyorum. Zira Kur’an-ı Kerim’de
“Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı
örteriz” (4 Nisa 31) buyurulmaktadır. Büyük günahların hepsini yahut
affolunacak kusurların tamamını bilmiyorum. Fakat, Allah’ın şirkten başka bütün
günahları affetmesi mümkündür. Çünkü “Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını
affetmez. Onun ötesinde dilediği kimselerin günahlarını affeder” (4 Nisa 48)
buyurmaktadır. Allah Teala kimi affetmek ister, kimi affetmek istemez, bunu
bilemem” (Öz, 2010: 15-16).
Son Söz:
İslâmcılık Macaristan’dan
Çin Seddine uzanan TÜRK ELİ’nde “bre imansız” söylemiyle “birlik” inşa edemeyecektir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Anadolu’da Moğol baskısı Bizans’ın
egemenliğini zayıflatmıştı. Üstün ve etkin bir siyasal yapının eksik kaldığı
böyle bir yapıda İslam’a çağıran Horasan dervişleri duygusal bir dil kullanarak
“Tanrı sevgisi”nden bahseden toparlayıcı, dayanışmacı bir dil kullanıyordu. Bu
dönemde ahi loncaları, bacıyan-ı rûm gibi teşkilatlar İslâm’ın ilkelerini “itikadî
ötekileştirici” dille sunmaz, “teolojik tekfir” hareketiyle topluma mesaj
vermezler. Tam aksine “töre”ye vurgu yaparlar. Buna göre örneğin “halkı aldatan
esnafın pabucu dama atılır.” Yunus Emre’nin dizelerinde “dindarlık” değil “erlik”,
“alplik”, “gönül yapmak”, “ahlâk değerleri” öne çıkarılır. Bu dil, Anadolu’da
birliği tesis edicidir. Böylece gayr-i Müslim halkın da İslâm’a ve Türkçeye
kalbinin ısınması sağlanır. Köse Mihal gibi tekfurun Osmanlılaşması, bu Horasan
Erenleri, Ahi-Bacı toplulukları vesilesiyle olmuştur.
Diğer taraftan Yunus Emre’nin
“dağdan doğru odun getirmesi” töreli toplulukların kul hakkına riayetini ifade
eder. Yani kimsenin koruluğuna, bahçesine girmeyen bir “Türk” kimliği ortaya
çıkar. Bu varlık, halkın hakkını yemediği gibi ona sofra açar. Böylece Yunus, Taptuk
Emre’nin ocağına dağdan “doğru odun” getirirken dahi “haram ateş” üflememiş
olur. Anadolu’da ahilerin “doğruluk”, “eline, beline, diline hâkim esnaflık”
kriterleri de hangi dinden olursa olsun eli terazi tutan zanaatkârların
arasında “birlik” tesis etmeye matuftur. Anlaşılacağı üzere Horasan erenlerinin
dilinden dökülen “İslâmî söylem”in iktisadî işlevi “toplumcu”dur. Servet
biriktirmeye yönelmemektedir. İşte bu ahlâk (töre) siyasal çatısını kaybetmiş
13. asır Anadolu ortamında Ahi-Bacı denetiminde bir “barış düzeni” getirir. Dindarlığın
günümüzdeki söylem ve eylemi Horasan erenlerinin ahlâk-törelerini gözden
kaçırmıştır. Dindarlığın görünürleştirilmesi günümüzde esas hedef gibi
idealleştirilmekte, “dağdan doğru odun getirmek için cehd” ise fukaralık, zayıf
ekonomik tutumlar olarak değerlendirilmektedir. Toplumcu, millî serveti halka
yayıcı bir iktisat felsefesine bağlanan Horasan erenlerinin “bre imansız”
söylemiyle değil de “Bir gönül yıktın ise, bu ibadetini bir sorgula” türünden
başka bir söylemle hareket ettiği söylenebilecektir. Ebu’l-Hasan Harakanî
(963-1033) de, “Allah katında ruh taşıyan herkes, dini, mezhebi sorgulanmadan Ebu’l-Hasan’ın
sofrasında ekmek yemeğe layıktır.” diyerek Anadolu’da 1071 öncesinde yurt
tutmanın yollarını göstermiştir. Anlaşılacağı üzere Horasan erenleri 1071
Malazgirt Savaşı’ndan çok önce Anadolu’da varlık göstererek, “kendi iktisadî
kurtuluşlarını” düşünen davet programı güden yapılardan çok farklı olarak,
millet varlığının yurtlanması, şenlenmesi için gayreti öncelemiştir. Bunu daha
sonraki yıllarda Hacı Bayram’da da görmekteyiz. Halk da Hacı Bayram-ı Veli’de görüldüğü
üzere, kendisi gibi yaşayan, burçak yolan rehberlere saygı duymaktadır.
“Hanif Türk”, bu erenlerin,
bacıların, ahilerin alp-yiğitlerin esaslarına bağlanmakla yani töreye
bağlanmakla ilgili bir “ahlâk ayaklanması”dır.
“Gelin tanış olalım / İşi
kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz” (Yunus Emre).
Hanif Türk, vavlı Türk,
yani “töreli Türk” demektir.
- Bayat Fuzuli, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı,
Ötüken Yayınları, 2016
- Öz Mustafa, İmam-ı A’zam’ın Beş Eseri, İFAV
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2010