Röportaj: Muaz Ergü
- Son
zamanlarda kitaplarınızla, yazılarınızla, konuşmalarınızla teknik, medeniyet,
tarih, Türk tarihi din alanlarında ezber bozucu, kahir ekseriyetin benimsediği kalıp
düşünceler dışında önemli şeyler söylüyorsunuz. Bu zamana kadar sizin
söyledikleriniz genelde Nurettin Topçu, İsmet Özel çizgisinde düşünülüyordu.
Siz bu çizginin dışında olduğunuzu belirtiyorsunuz. Öncelikle Nurettin Topçu, İsmet
Özel çizgisi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Türk kimliği Osmanlı toplum
düzeninden hareketle tartışılıyor. Bu kimlik 1699’dan itibaren Batı karşısında
yenilmişlik psikolojisi ile ıslahat, teknoloji transferi, modernleşme
gerekliliği fikriyle uyanmaya başladı. 1789 sonrası Arap, Arnavut ve diğer
milliyetçilikler karşısında da anti-tez olarak bir Türk milliyetçiliği gelişti.
Meseleye buradan başlamak gerekir.
Dikkat edilirse Nurettin Topçu-İsmet
Özel fikriyatında tarih Oğuzların ardılı olarak Türkiye-Anadolu’ya gelir. Oysa
“Hanif Türk” kavramlaştırması “Yafes’in oğlu Türk soyu”na ait bir tarih okuması
yaparak Kıpçak, Peçenek, Uygur, Tatar, Kırgız boylarını da hesaba katıyor.
Böyle olunca “Türk vatanı Türk milletini yarattı” diyen Yahya Kemal’in tarih
görüşünü farklı vurgularla yeniden ifade eden Nurettin Topçu ve İsmet Özel’in
“Türk” tanımı tartışmalı oluyor.
III. Selim devrinden (1789-1807) ve II.
Mahmud devrinden (1808-1839) itibaren siyasal ve hukukî yenileşme hayata
geçirildi. Ancak Osmanlı toplum düzeni bozulduğundan bu ıslahatlarla bir netice
alınamayacaktır. “Osmanlı toplum düzeni nedir?” diye sorulacaksa, bunun cevabı 1299-1492
arasında güçlü bir şekilde tatbik sahası bulan “Dirlik Sistemi”dir. Bu sistem
“Türk iktisat rejimi” idi.
Klasik Osmanlı toplum düzeninin
temelini oluşturan “dirlik sistemi” II. Mahmud döneminde kaldırıldı. Vezir
Lütfî Paşa’nın (1488-1563), Âsafnâme adlı eserinde düzenin daha
erken dönemde bozulduğu ifade ediliyor. Lütfî Paşa, “Vezirin kendi adamlarına
zeâmet vermemesi gerekir” der. Yani Osmanlı dirlik düzeninin bozulması sadece
sipahi ordusunun yeniçerilik karşısında zayıf bırakılmasıyla ilişkili değildir;
dirliklerin rüşvetle hak etmeyen kişilere verilmesini de içerir. Lütfî Paşa,
“Haramzâde ve hırsızların suçlarını, hediyeler yoluyla kurtarmaktan sakınmak
gerekir. Rüşvet, devlet adamı için ilacı bulunmayan bir hastalıktır”
eleştirisinde bulunur.
Nurettin Topçu’nun getirdiği
iktisadî düzen toplumun eğitim yoluyla kalkınmasında “öncü kadro”nun
öğretmenlerden teşekkül etmesini teklif etmekteydi. Öğretmenler, toplumun
rehberleri olacaktı. Topçu’nun köylü üreticiyi tabana
yerleştiren ve idealist öğretmeni yönetici kadroya dönüştüren modelini
Selçuk-Osmanlı iktisadî düzenini yeterince tetkik etmeden ileri sürdüğünü ifade
edebiliriz. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
kitabında fethedilen toprakların kıymetine göre timar’a ayrılarak askerî vazife
mukabilinde sipahilere verilmesi usûlünün Selçuk zamanında görüldüğünü, Osmanlı
devletinde de devam ettiğini belirtir. XV’inci asırda Osmanlı devletinin gerek
siyasi yükselişinde gerek iktisadî refahında bu tımarlı sipahilerin büyük rol
oynadığına işaret eder. Türklüğü timar düzeni esasıyla
açıklayan bir teori gelişmemiştir. Ben, metinlerimde bu zaviyeden bir bakış
geliştirdim.
Dikkat edilirse Nurettin Topçu, kurulmasını
istediği iktisadî düzeninin üretici zümresini “köylü sınıfa” dayandırmak
istedi. Oysa Osmanlı’nın “köylü” sınıfı yoktur. Osmanlı’da reâyâ denilen,
“askerî tarım” düzenine bağlı üretici toplum bulunmaktadır.
Bu noktada
şu belirlemeyi yapalım:
İsmet Özel Üç
Mesele’de “önce Müslüman bir topluma erişelim, sonra bu toplumu
güçlendirmeyi hedefleyebiliriz” demekte, bir iktisadî-sosyal düzen teklifi
getirmemekteydi.
Nurettin
Topçu’nun ise “öğretmen-köylü” zümrelerinden oluşturduğu toplum ülküsünün
1990’lardan itibaren Türkiye’nin sosyo-ekonomik gerçekleriyle ilişkisi
kalmamıştı. Türkiye’de nüfusun artışı yanında kır-kent dengesi bakımından büyük
bir toplumsal değişim yaşanmıştı. Nüfus hızla kentleşiyor, teknolojiyle yeni
kültürler ediniyor ve geleneksel değerlerini kaybediyordu. 1950’de 21 milyon
nüfuslu ülkenin %75’i köylü idi; 2010’da 74 milyon nüfusun %75’i kentli oldu.
Nurettin
Topçu ve İsmet Özel, dert edindiğim “mesele”nin anti-teknolojist nazariyesini
inşa etmek yönünden beni beslemekteydi. Yani Topçu-Özel çizgisinden
etkilenmemin gerekçesi anti-teknolojist dünya arayışı idi. Ancak Nurettin Topçu ve İsmet Özel’den bir hususta bütün
teorik dünyamı etkileyen kopuş yaşıyordum: Azgelişmişlik Üstünlüktür
kitabım aynı zamanda İbn Haldun eleştirisiydi. Oysa Topçu-Özel, “teknoloji
eleştirisi” yaparken biri köycülüğe, diğeri kent ve medeniyet karşıtlığına
yönelmekteydi. Ben ise Fârâbî’den etkilendiğim için
“şehir” teorisine yakındım.
Benim metinlerimde “köy” vurgusu,
iki amaçla ileri sürülmüştür: 1) Türk’ün iktisat düzeni timar sistemidir. Bu
ise endüstri toplumuna akarak gerçekleştirilemez; 2) Kent-kır diyalektiği ile
Türk toplumu okunamaz. Bizim tarihimiz “şehir” (medine) ile başlamıştır.
Bu iki öncülden hareketle hem Namık
Kemal-Mehmet Âkif-Sezai Karakoç çizgisinin “kalkınmacı/sanayileşmeci/teknolojik
uygarlık” tasavvuruna karşı koyuyor ve hem de Nurettin Topçu-İsmet Özel’in kent
ile kır arasında sadece bize ait “Medine” tasavvurunu hatırlamayan
anti-teknolojist düşünsel tutumlarına itiraz ediyordum. Namık Kemal’in
“Osmanlılık” bilinci ile Sezai Karakoç’un “İslâm Milleti” bilinci aynı kimliğe
çıkmaktaydı. Mehmet Âkif, bu iki kavramlaştırmayı birbirine eklemekteydi.
Âkif’in şiirini Namık Kemal ve Sezai Karakoç metinleriyle kıyaslayarak
okuduğunuzda aynı mecranın sesi olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır:
“Ne Araplık ne de Türklük
kalacak, aç gözünü! / Dinle Peygamberi zîşânın ilahi sözünü. / Türk Arapsız
yaşayamaz, kim ki yaşar der delidir. / Arap’ın Türk ise hem sağ gözü hem de sağ
elidir. / Veriniz baş başa, zira sonu hüsranı mübîn, / Ne hilafet kalıyor
ortada, billahi ne din! / Medeniyet size çoktan beridir diş biliyor, / Evvela
parçalamak, sonra da yutmak diliyor.”
Namık Kemal-Mehmet Âkif-Sezai
Karakoç çizgisi “medeniyet” tasavvuru bakımından da benzeşmektedir. Bu üç
müellif de Batı’nın teknik-bilimini alarak sa’y u gayretle Batı uygarlığını
aşacak bir topluma varmak istedi. Ancak Namık Kemal’in “Osmanlılık” kimliği
Arnavutluk, Arabistan ve Mısır isyanlarında tükendi. Mehmet Âkif’in “Türk
Arapsız yaşayamaz” sözü, Arap isyanları neticesi berhava oldu. Sezai Karakoç’un
“İslâm milleti” ve “İslâm ortak pazarı” söylemlerinin ise günümüz Arap
devletleriyle Doğu Akdeniz’de, Libya’da yaşadığımız mücadele nedeniyle
gerçekleşmeyeceği açığa çıktı.
Diğer tarafta, Topçu-Özel çizgisinin
timar hakkında ufka bakan bir sözü yoktu.
İsmet Özel 2001’de Yeni Şafak’ta timar hakkında Sanayi ve Finans Alanında Tımar başlıklı bir metin yazdı. Fakat bu yazının asıl vurgusu “Federal Almanya’nın özelleştirme uygulaması sırasında fabrikaları sattığı iş adamlarına ileri sürdüğü şartlar”dı. İsmet Özel’in timar’a ilişkin bu yazısının Osmanlı’nın timar sistemi ile ilişkisi kurulamayacaktır. Zira timar düzeni, bir ekonomik program değil, bir gaza milleti tasavvuru idi. Nurettin Topçu’nun da “köycü sosyalizmi”nin timar düzeniyle hiç ilişkisi bulunmuyordu.
Diğer taraftan Topçu’nun şehre ve
ticarete karşı menfi yorumları bulunmaktaydı. Oysa benim metinlerimde fütüvvet,
ahîlik, herif (hırfet ehli), bacıyân-ı rûm, kesb ehli (kazanç erbabı), iktisat
nizamı, adalet dairesi gibi kavramlarla hem şehir inşası teklif ediliyor ve hem
de esnaf/zanaatkâr zümrenin muhafaza edildiği bir dirlik düzeni arayışına
işaret ediliyordu.
Sonuç olarak, Nurettin Topçu ve İsmet Özel’in anti-teknolojist söylemleri ile benzer söylemler geliştirmem çoğu kişi tarafından aynı çizgide yer aldığım algısına neden oldu. Oysa Kenti Durduran Şehir kitabım Nurettin Topçu ile bağdaşmayan bir düşünceye talip olduğumu gösterir. Medeniyet-Müslüman Toplumsallığın İnşası kitabım da İsmet Özel’in Üç Mesele kitabıyla aynı mecrada durmadığım konusunda fikir vermeliydi.
2. Sizin Nurettin Topçu, İsmet Özel çizgisine Türklük meselesinde de eleştirileriniz var. Her iki müelliften ayrıldığınız noktalar nelerdir?
Şimdi öncelikle Topçu-Özel çizgisinin temel karakteri 1071 vurgusudur. İsmet Özel açıkça 1071 dememiştir belki. Ama 2005’te SKYTURK konuşmasında ““Dünyada Türklerle Avrupa arasında bir mesele var. Bu 11. yüzyılda belirginleşmiştir” dedi. Bu yorum doğru değil. Zira, İsmet Özel Mısır’da ed-Devletü’t Türkiye (Memluklar) adında bir devlet kurulduğunu ve Mısır’ın “Türkiye” olduğunu hesaba katmamaktadır. Yani Osmanlı, adı Türkiye olan bir devleti yıkmıştır.
Nurettin Topçu ve İsmet
Özel, “Türk” denince Oğuz boyunu anlıyor gibidir. Eğer “Türkler İslâm Devleti
kurarak tarihe 1071’de çıktılar” denecekse bu tashih gereken bir yargıdır.
Tolunoğulları Devleti (868-905) Müslüman-Türk devletlerinin ilkindendir. Dolayısıyla
“Türk, kafirle çatışmayı göze alan demektir” ifadesi, Türklerin sadece Oğuz
boyu olmaması nedeniyle hatalıdır. Eğer “Türk, kafirle çatışmayı göze alan
karakter” demek ise, Osmanlı niçin ed-Devletü’t Türkiye isminde bir
devleti yıkmıştır. İsmet Özel fikriyatında en bariz çelişki “Türk” adını
Türkiye’ye (Anadolu’ya) hasrederek fikir geliştirmesidir. Bu perspektifle Türkiye
Cumhuriyeti sınırları dışında kalan millet parçası olan akrabalarımız, nasıl
tanımlanacaktır? “Türk” bir milletin adıdır. Yani bir “karakter” değil, 15.000
yıllık “töreli toplum”dur.
İsmet Özel, bazı
metinlerinde “Türk, török’ten gelmedir” demekte ama son tahlilde yeniden “Türk,
karakterdir (seciyedir)” demektedir. Nurettin Topçu’nun
da çelişkisi, atası-dedesi Yafes’in oğlu Türk adlı kişiye dayanan bir milleti
“Müslüman olunca Oğuz’a Türk-men” dendi” diyerek tanımlamasından ve bu
milletin eski tarihini “şaman” görmesinden gelmektedir.
Türklerin eski dininin “şamanizm” olduğu iddiası epeyden beri kabul görmemektedir. Zaten şamanlık bir “din” değil, şifacılıktır, mistikliktir. Topçu’nun Türklerin eski dini hakkındaki önyargısından beslenen “kırılmış tarih” perspektifi oldukça radikaldir. Topçu der ki: “Türkler şaman, çoban ve tüccardı, Anadolu’ya Müslüman olarak geldiler ve Hititlerden çiftçilik öğrendiler.” Nurettin Topçu, fütüvvetnâmelerde Hz. Peygamber’in (asv) tüccarların piri sayıldığını hatırından çıkarmıştır. Topçu, Türklerin çobanlığının “at çobanlığı” olduğunu da fazla tefekkür etmemiş gibidir. Türkler atları için demirden nal, üzengi, gem imal etmişti. Nurettin Topçu’nun Türk tarihine İbn Halduncu bakışı, onun milletimiz hakkında doğru değerlendirmeler yapmasına mâni olmuştur. Kur’an’da “(Öyle) Adamlar var ki ne ticaret ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz” (24 Nur 37) ayeti tüccarlara işaret etmektedir. Nurettin Topçu, köycü sosyalizmi teklif ederken tüccar zümresine haksızlık ediyor.
3. “Nurettin Topçu’nun ve İsmet Özel’in “Türk” tanımlamalarına hangi kriterle katılmadınız?
Aslında bu sorunuzu yukarıda kısmen
cevapladım. “Türk kimdir?” sorusuna Nurettin Topçu “Müslümanlaşarak Anadolu’ya
gelen Oğuzların Kayı boyu” cevabını verirken İsmet Özel “Biz Türkler önce Küçük
Asya’yı, ardından Balkanları Darü’l İslâm kılarak vatan kavramıyla tanıştık” diyerek
territoryal bir kimliğe vurgu yapar.
İsmet
Özel’in “Türk” kimliği hakkında belirlediği kriter Anadolu’da mukim olmak
dışında, Osmanlı Devleti’nin varlığını esas alan “Müslüman Türk”ün varlığı ile
kayıtlı gibidir. Müellife göre “Tarihin
bir evresinde Asya bozkırlarında yaşayan insanlar Müslüman oldukları zaman
bunlar Türk olmadılar. Ne oldular? Kırgız oldular, Özbek oldular, Azeri
oldular, Tatar oldular, Başkırt oldular.” İsmet Özel’in bu ifadesi çok
gariptir. Zira İsmet Özel, “Oğuzlar Müslüman olunca Türkmen oldu” da
demektedir. Görüldüğü üzere İsmet Özel eski Türk boylarından sadece Oğuz’a
Müslüman olduklarında “Türk” adını vermektedir. İsmet Özel bunu nasıl
temellendiriyor? Çünkü diyor ki: “Biz Türküz. Çünkü Türklük bu topraklarda
doğmuş bir şeydir. Ve Türklük bu topraklarda gayr-ı müslim dünyanın
geriletilmesi suretiyle doğmuş bir şeydir. Yani Türklük bu topraklarda gayr-i
müslim dünyanın geri adım atması, gayr-i müslim dünyanın etkinlikten mahrum
bırakılması sûretiyle ortaya çıkmıştır. Timur Türk müdür, değil midir?
Kesinlikle hayır! Timur Türklük muarızı bir zattır. En azından Mutezile olması
sebebiyle Türk’e muarızdır.”
Şimdi İsmet Özel’in “Türk Anadolu’da
doğmuş bir şeydir” ifadesinin tarihsel olgularla ters düştüğü açıktır. Diyelim
ki Timur “Türk değil”dir. Peki, Timur’u Anadolu’ya çağıran Anadolu beğlikleri
Ankara Savaşı’nda niçin Yıldırım Bâyezid’e karşı cephe almıştır. Bu beğlikler
Türk müdür? İsmet Özel’in Türklük paradigması bu noktada tutarsız kalmaktadır.
Ayrıca Yıldırım Bâyezid’in ordusu içinde 20.000 kişilik SIRP kuvveti de vardır. Yani bu savaş Osmanlı’nın Sırp kuvvetlerle birlikte Türk Beğliklere karşı gerçekleştirdiği bir çatışmayı ifade etmektedir. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti’nin sultanı Yıldırım Bâyezid’in merkeziyetçi politika yürüttüğünü ve Anadolu’daki “Türk” devletleri (beğlikleri) ile savaştığını anlatır. İnalcık diyor ki, “Yıldırım Bâyezid, Timur’a ve Memlûklere karşı çıktı. Halifeden resmen Sultanu’l Rûm unvanını aldı ve Selçukluların varisi olmak istedi. Kapıkulu askeri 7.000’e çıkarıldı. Beğlikler ona cephe aldılar.” Yıldırım Bâyezid’in Konya’da uyguladığı savaş esiri muamelesi de “Türklük” bakımından tartışmalı sayılmalıdır. Çünkü Bâyezid, Konya’yı istila ettikten sonra Karaman oğlu Alaüddin Beğ’in başını kestirip, mızrağa taktırarak şehirde dolaştırmıştır. Görüleceği üzere İsmet Özel’in “Kafirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir. Müslüman olmayan Türk olmaz” şeklinde tanımladığı “Türk”ü, Osmanlı Devleti’nin merkezileşme siyaseti ekseninde anlamlandırmak mümkün değildir.
Gerçekte “Türk” kimliğini “kafirle
çatışmayı göze almak” şeklinde tanımlamak iki sebeple tarihle bağdaştırılamaz: 1) Müslüman Türkler, Müslüman Türklerle
savaşarak onlarca devlet yıkmıştır. Bu hususta Yıldırım Bâyezid bir örnek
olduğu gibi, II. Mehmed ve Yavuz Selim de örnektir. Sultan I. Murad’ın oğlu Yıldırım
Bâyezid, Alaüddin Bey’in başını kestirerek şehirde dolaştırmaktadır. Peki
Alaüddin Bey kimdir? I. Murad’ın kızı Melek Hatun’un (Nefîse Sultan) eşi.
Yıldırım Bâyezid’in, başka bir Müslüman Türk Devleti’nin sultanını (Alaüddin
Bey’i) idam etmesi belki anlaşılabilecektir. Ancak onun başını mızrağa taktırıp
şehirde dolaştırması izah edilebilir değildir; 2) Osmanlı sultanları ne zaman merkezîleşme siyaseti gütmeye
başlasalar “Türk töresi”nden kopmayı meşrulaştıran “Devletin âli menfaatleri”
devreye girmektedir. Aynı yüce menfaatler gayri Müslimlerle ittifaklar kurmayı
da onaylamaktadır. Yıldırım Bâyezid’in Haçlılarla savaşması eğer onu “Türk”
yapmaktaysa, Sırplarla işbirliği yaparak Anadolu’daki Türk devletleriyle
savaşması nasıl anlaşılacaktır?
İsmet Özel, Timur’un “Türk olmadığı”
yargısında olduğuna göre Yıldırım’ı “Türk” hanesine yazmış görünmektedir. Türk’ün
“török” yani “töreden türemiş toplum” olduğunu ifade eden İsmet Özel’in söylemlerinin
Osmanlı tarihinde merkezîleşme siyaseti yürütülen dönemlerde işaret edebileceği
bir “töre” görünmemektedir. İsmet Özel “Türk, Türkiye’yi, Türkiye Türk’ü yaptı.
Bir kez Türkiye doğduktan sonra dünyanın herhangi bir yerinde bulduğumuz her
sağlam Müslüman orada bulduğumuz Türk’e delil teşkil ediyor” derken territoryal
devletlû Müslüman milliyetçilik imal etmekte ve sadece Anadolu’ya
münhasır bir “Türk” kimliği inşa etmektedir.
İsmet Özel’e göre “Türklüğümüzü
kafatasımızdan, derimizin renginden, boyumuzdan boşumuzdan, endam ve
kırıtışımızdan değil, sadece ve sadece Müslümanlığımızdan aldığımıza kanaat
getirmeliyiz.” İsmet Özel’in “soya dayanmayan Türklük” nazariyatı, Horasan’dan
gelen Türkmenlerin görece “günahkâr” hayatlarına rağmen Anadolu ve Balkanlarda
gaza peşindeki fütuhatlarını anlamlandırmakta güçlük çekecektir. Bu
milliyetçiliğin içeriğini inşa eden fıkıh, İmam-ı Âzam’ın Fıkhu’l Ekber risalesi
ile bağdaşmamaktadır. İsmet Özel, “İskilipli Atıf yazdığı ilmihalde ‘Ramazan
günü açıktan oruç yiyenin katli vaciptir’ diyor” ifadesini de nakleder. Bu
ifadenin “iman dille ikrar, kalble tasdiktir” yolundaki Hanefi itikadını aşan
bir yerde durduğu düşünülebilir. Türk’ün İskilipli Atıf’a izafe edilen bu
beyanla (ki, Mızraklı İlmihal’de benzeri ifadeler vardır) ilişkisi nasıl
sağlanacaktır?
Nurettin Topçu da İsmet Özel gibi Türk kimliğini territoryal Müslüman milliyetçilik esaslı olarak anlamaktadır. Topçu der ki, “Türk İslâm dininde kendini buldu; kendi cevherini belirtecek hayat unsurunu buldu. İslâmiyet Türk’e ilahî ruhu bağışladı.” Nurettin Topçu’ya göre “İslâm’ın Türk ile birleşmesi, cihan tarihinin belki en büyük harikasını doğurmuştur.” Bu görüşüyle Nurettin Topçu’nun fikrinin İsmet Özel’den ayrıştığı görülmektedir. Ancak her iki müellif de Türklüğü “Anadolu’yu vatan kılan” bir kimlikle izah etmekte, İslâm ile Anadolu’daki Türklüğü özdeş görmektedir. Nurettin Topçu bir yandan sipahileri Müslüman Türk’ün asıl askerî gücü sayar, yeniçeriliği devşirme kökeni nedeniyle “yabancı” görür, diğer yandan Türk ordusunu “Bektaşi tarikatına bağlanan Türk ordusunun hedefi cihattı” diyerek över. Oysa Ahmet Yaşar Ocak’ın da ifade ettiği üzere Bektaşilik tımarlı sipahilerin değil yeniçerilerin tarikatıdır.
Nurettin Topçu ve İsmet Özel’in “Türk” tanımlamalarına yukarıdan beri gösterdiğim gerekçeler kapsamında müelliflerin görüşlerindeki çelişkiler nedeniyle katılmadım. Bu çelişkiler şöyle sıralanabilir:
a) Nurettin Topçu “Türk” kimliğini “Oğuz” boyunun alt kimlik adı olarak tanımlamış oldu. Ona göre Oğuzlar Müslüman olunca “Türk” gerçek değerine kavuştu. Oysa “Türk”, Oğuz, Kıpçak, Peçenek, Tatar, Kırgız, Türkmen gibi boyların birliği yani millet üst kimliğidir.
b) İsmet Özel, Türk’ün coğrafyayı daru’l İslâm kılan bir kimlik olduğunu ifade etmektedir. “Türkiye” adının İstiklâl Savaşı ile kazanıldığı görüşündedir. Bu değerlendirme Mısır’da Memlûklular tarafından kurulan ed-Devleti Türkiyye adlı devletin varlığı nedeniyle hatalıdır.
c) İsmet Özel’e göre “Türk, İslâm ile kazanılmış bir addır.” Bu ifade de Göktürk yazıtlarında “Türk” adı geçmesi nedeniyle tutarlı görülemez.
d) Nurettin Topçu’nun “İslâm öncesi Türk şamandı; bu beden İslâm ile ruha kavuştu” ifadesiyle eski Türklükle soy bağını kestiği görülmektedir. İsmet Özel ise “Türk bir kavim adı değildir” ifadesiyle soya dayanan bir Türk varlığını reddetmektedir. Türk’ün eski tarihinin yok sayılması tarihsizlik demektir.
e) Nurettin Topçu’nun eski Türklerin “göçebe olduğu” düşüncesi, son derece hatalı bir yargıdır. Eski Türklerin bilinçli şekilde şehirde oturmadığı hususu Orhun kitabelerinde savaş stratejisi ve “uygarlaşma” tehdidi gerekçesiyle izah edilmiştir.
f) İsmet Özel’in “Türkçe Kur’an-ı Kerim’den doğdu” ifadesi de tartışmalıdır. Zira diller, kavimleriyle yaratılmakta olduğuna göre İsmet Özel’in “kavimsiz bir Türklük” inşası Türkçenin taşa kazınarak kendi varlığına işaret etmesi nedeniyle zayıf kalmaktadır.
g) Gerek Nurettin Topçu gerekse İsmet Özel Türklerin hayata koyduğu timar sisteminin kaynağının “töre” olduğu hususuna kendi teorilerinden bir izah getirememektedir. Türklerin devlet teşkilatlanmasının Hz. Peygamber öncesi bir tarihe ait olduğu açıktır. Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde tatbik edilen ikta rejimi, eski Türkler tarafından uygulanmaktaydı. Buna göre Türklük Kur’an’dan çıktıysa, olgusal ve tarihsel olarak Türk’ün devlet teşkilatlanmasıyla toprak rejiminin de Hz. Peygamber’den öğrenilmesi gerekmez mi?
4. Anadolucuların tarih felsefesini yanlışlayarak yeni bir paradigma inşa ettim.” demekte ve “Hanif Türk” tarih tezini savunmaktasınız. Yeni bir anlayış ve yorumlama getirdiniz. Öyle ki bu teze Türkçülerden de İslamcılardan da eleştiriler geliyor. “Hanif Türk” tezi nedir? Sizin tezinizi varolan tezlerden ayıran özellikler nelerdir? Yeni Paradigmayla neler kastediyorsunuz?
Aslında yukarıdan beri “Hanif Türk”
tezini dolaylı da olsa anlatmaktayım. Sorunuza ayrıntılı cevaplar vermek
söyleşi sınırlarını aşmaktadır. İleri sürdüğüm tarih tezinin dört temel hareket
noktası var: 1) Bütüncül bir tarih tezi inşa etmek; 2) Nübüvvet tarihi içinde
Türk tarihini inşa etmek; 3) Hanifliğin Araplara mahsus kılınamayacağını, Hz.
İbrahim’in dini olarak Türklerin içinde de Hanifliği benimseyen bir şecere
bulunduğunu göstermek; 4) Türk’ün asgari 15.000 yıl önce Hz. Nuh’un gemisinden
indiğini, Anadolu’nun kendisine Hz. Nuh tarafından timar/ikta olarak
verildiğini, Allah’ın ordusu kılındığını belirlemek.
Türkiye’de tarih yorumları
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken yaşanan siyasî taraf almalar vesilesiyle çatışmacı
ve rövanşist yaklaşımlarını sürdürüyor. Örneğin İslâmcılar Kemalist tarih
tezini enine boyuna kritik ederek bir “medeniyet tarihi” yazmamıştır.
Dolayısıyla “Türklerin menşei Etiler, Etrüskler, Sümerlerdir” gibi söylemler
“ulus-devlet inşası” suçlamasına uğramaktadır. Nihâl Atsız da Kemalist
modernleşme programının Batı ile entegrasyon hedefi belirlediğini ifade etti ve
“Türklüğün menşei Anadolu’nun Bizans, Hitit uygarlıklarında değil Asya-anavatan’da
Türk ırkının kurduğu uygarlıklarda aranmalıdır” mealindeki söylemi geliştirdi. Hanif Türk paradigması bu siyasi ihtilaflara
mesafeli bir tarih inşası peşindedir. Türk’ün anavatanının Anadolu olduğunu
ileri süren Hanif Türk paradigması, Allah’ı birleyen Türklerin tarih içinde
Asya bozkırlarına da Avrupa içlerine de yerleşerek devletler kurduğu
düşüncesini savunur.
Türkçenin konuşulduğu Turan İli’ni
gözeten bu paradigma, sağ-sol, Sünnî-Alevî, Osmanlı-Cumhuriyet, ulus-millet,
ırk-din gibi çatışmaları aşmak istemektedir. Bu anlamda Hanif Türk tezi,
Anadolucu bir tez ise de Türklüğü Anadolu’ya sıkıştırmış bir nazarı ifade
etmemektedir. “Milleti devlet inşa eder” fikrinden hareket eden kimi
yorumcuların (Sadri Maksudi Arsal, Teoman Duralı) aksine “Devleti inşa eden
Türk milletidir” fikriyle düşünce üretmektedir. Bu haliyle devlet, milletin
cihazı haline gelmektedir. Nitekim Orhun yazıtlarında da Hakan “açları
doyurarak, yoksulu giydirerek, az milleti çok ederek” davranmakta ve milletin
cihazı olan devlet telakkisine uygun bir örgütlenmeyi gerçekleştirdiği
oranda “kut sahibi” kabul edilmektedir.
Bu kapsamda Hanif Türk paradigması
Osmanlı Devleti’nin hakanlarının “Türk cihan hâkimiyeti” mefkûresinde yer yer
hata yaptığı kanaatindedir. Türklükte asıl olanın ırk/soy/kavmiyet değil
“Allah’a kulluk” olduğunu ortaya koyan en önemli temsili “Oğuz Destanı”nda
gören Hanif Türk paradigması “Türk
Allah’a isyan konusunda asabiyete ittiba edilmez” görüşüne bağlıdır. Oğuz
Kağan’ın Hz. İbrahim’e iman ederek tevhid dinine girdiği düşüncesi Hanif Türk
paradigmasının kalkış noktasıdır. Bu yaklaşımın bir benzeri Büyük Selçuklu
Devleti’nin kurucu atası Selçuk Beğ’in hayatında görülmektedir. Selçuk Beğ’in Hz.
Peygamber’in risaletine inanması ve ata bir kardeşleriyle savaşması Türk’ün
tarih içinde nübüvvet hizmetinde yer alarak istikamet tutturduğu bilincinin bir
örneği sayılmalıdır. Bu örnek aynı zamanda Oğuz Destanı’nın içeriğindeki “Hz.
İbrahim’e bağlı Hanif ordu” tasavvuruyla mutabıktır: Selçuk
Beğ Müslüman olduktan sonra Oğuz Yabgu Devleti ve gayri Müslim Türk boylarıyla
irtibatını kesti ve onlara karşı sürdürülen cihad harekâtına katıldı. Selçuk’a
bağlı Oğuzlar bu tarihten itibaren gayri Müslim Türkler’e karşı seferler gerçekleştirdi.
Selçuk Beğ’in tıpkı Hz. İbrahim ve
Oğuz Kağan gibi Hanif-İslâm’a bağlanarak en yakın akrabalarıyla,
karındaşlarıyla savaşa girmesi Türklüğün “itikadî bir soyculuk” inşa ettiğini
göstermektedir. Selçuk Beğ’in Türk devlet töresini de Oğlu
Mîkâil’in şehit düşmesi üzerine torunlarına (Tuğrul ve Çağrı Beğler) öğretmesi
Türklüğün siyasal ufkunu inşa etmektedir.
Çağrı Beğ, Tuğrul Beğ’in ağabeyi
olmasına ve askerî anlamda üstün vasıflarına rağmen sultanlığı kardeşine
bırakmıştır. Bu feragatin pek çok izahı yapılabilecekse de Selçuk beğlerinin
“kurultay” topladığı hususu da dikkate alınmalıdır. Bu kurultay gerekli
değerlendirmeleri yapmış, sultanlığa Tuğrul Beğ’i seçmiştir. Türk devlet
töresindeki bu ilkenin Hz. Peygamber’in vefatından sonra toplanan kurultayda
halife seçiminde gerçekleştirildiği yorumu da yapılabilecektir. Türk töresinin
kaynağı, Hz. Nuh’un ve Hz. İbrahim’in misakından kaynaklanmaktadır. Türkler bu
töreyi uyguladıkları sürece güçlü ve adaleti ayakta tutan devletler inşa etmiş,
töreyi kaybettiklerinde ise devleti ayakta tutamamıştır. Bu anlamda Hanif Türk
paradigması Osmanlı Devleti’ne topyekûn sahip çıkan ya da topyekûn reddi miras
yapan bir nazariye değildir.
İleri sürdüğüm tarih tezinin ikisine dair izaha yer verilmesi fayda verecektir:
a. Bütüncül Tarih Tezi:
Temellendirmeye çalıştığım tarih
perspektifi, insanlığın tarihini Kur’an’daki nübüvvet tarihine göre yeniden
okuma denemesidir. Hanif Türk’ün tarihi okuma biçimi, Türkçü, İslâmcı,
Kemalist, Anadolucu tarih okuma paradigmalarının “İslâm’dan önce-İslâm’dan sonra”
şeklindeki metodolojisinin pozitivist olduğunu ileri sürer. “İslâm Hz. Âdem’den
başlamıştır” düşüncesine sadık birinin “İslâm’dan önce Türk tarihi” şeklinde
tarih okuması yapması mantıksal tutarsızlık ifade eder. Bilindiği üzere
Comte’un tarih felsefesinde insanlık üç hal yasasına bağlanmakta ve teolojik
dönem de üç basamakta incelenmektedir: a) Putperest, b) Politeizim (çok
tanrıcılık), c) Monoteizm (tek tanrıcılık). Bu tarih görüşünde her toplum
yüzyıllar içinde evrimleşerek zannî bilgi dönemlerinden, olgusal bilgi dönemine
geçebilmektedir. Dolaysıyla İslâm dini, “İnsanlığın başında Âdem’e bilgiyi
(esmae kulleha) öğrettik” dediğine göre Comte’un tarih felsefesinden hareket
ederek milletimizin tarihini açıklayamayız. Oysa “Türkler İslâm’dan önce şaman
idi” söylemi, Türkleri açıkça Comte’un “teolojik dönem toplumu”na
fırlatmaktadır. Kur’an’da “her kavme peygamber gönderildiği” ifade edildiğine
göre Nurettin Topçu ile İsmet Özel’in tarih felsefesinin bu ayete göre Türklüğü
izah etmesi gereklilik olmaktadır.
Buna göre, benim “Hanif Türk” ile yapmaya çalıştığım şey ilk elde iki parçalı tarih perspektifini Kur’an’a izafe eden ideolojik perspektife itiraz etmektir. İnsanlığın başında Hz. Âdem’e bilgi öğretildiğine göre, Comte’un ya da Kant’ın, Rousseau’nun varsayımlarını kabul eden bir tarih felsefesiyle “eski Türkler şamandı” denilemeyecektir. Hz. Âdem, Allah’ın kendisine öğrettiği bilgiyi evlatlarına emanet etmiş ve tarih boyunca tevhide inanan bir şecere Hz. Nuh’a gelmiştir. Hz. Nuh’a inanan biri, Türklerin de bu atanın evlatları olarak tevhid gemisinden indiğine teslim olmak zorundadır. Bu vahyî hakikate rağmen Türklerin hüdayı nabit gibi “atasız/tarihsiz/nesepsiz varlığa çıktığı”na dair iddialar tutarsızdır.
b. Nübüvvete Bağlanmış Bir Tarih Tezi:
Hanif Türk kitabımda
her ne kadar Türklerin Hz. Nuh’un torunları olduğu vurgusu hâkim ise de İsmail
Hami Danişmend’in Türkler ve Müslümanlık-Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur kitabında,
Vânî Efendi’nin Arâis’ül Kur’an adlı eserine
atıf yaparak Türklerin Hz. İbrahim ile akraba olduğu tezine de yer vermiştim. Vânî
Efendi, Türklerin Hanif olan Hz. İbrahim ile akraba olduğunu ileri sürer.
Bu tez Cahız’ın Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri kitabında da yer almaktadır. Cahız der ki, “Hz. İbrahim’in Kantûrâ bint Maftûn adında bie karısı daha vardı. Kanrûrâ’dan altı oğlu oldu. Bunlardan dördü Horasan’da yerleşip Horasan Türklerini meydana getirdiler. Vânî Efendi de Türklerin Hz. İbrahim peygamberin soyuna bağlandığını belirtir. Saltuknâme’de de Türklerin ata şecerelerinden bir kolun Hz. İshak’a bağlandığı görülmektedir. Dolayısıyla Hanif Türk tezi, “Türk diye bir kavim yoktur” söyleminin de “Eski Türkler peygambersiz bir şaman/putperest toplumdur” söyleminin de temelsizliğine karşı kendi köklerini arayan ve bunu nübüvvet tarihine bağlayan tarih inancıdır.
5. Son olarak neler söylersiniz?
Hanif Türk tezini milletimizin tarihinde yaşanan ideolojik çatışmaları aşmak ve gelişen dünya konjonktüründe Türkiye Cumhuriyeti’ne yeniden tarihe dönen Türkî-Turanî boyları ortak bir tarih fikri algısında birleştirmek üzere bir teori vermek kastıyla kaleme aldım. Bu tarih paradigmasının hedefi Osmanlı İmparatorluğu’nun coğrafyası ile Göktürk İmparatorluğu’nun coğrafyasını Lokman/İsra/İnsan surelerindeki tek Tanrıcı inancın ahlâk değerlerinde ve Hz. Peygamber’in de Medine’de tesis ettiği “millet” sistemiyle birleştirmektir.
Osmanlı
Devleti’nin İstanbul’u fethetme programı Yıldırım Bâyezid ve II. Mehmed’in
siyasi ufku idi. Geliştirilen bu program fetihle neticelendi ama parçalanmış
Türklüğe sebebiyet verdi.
Bununla ne
demek istiyorum? Türk töresinde, “Hakan doğuda oturur, Yabgu batıda devletin
genişleme siyasetini yönetir.” İstanbul’un fethi ile Osmanlı Devleti’nin Türk
politikası değişti ve Anadolu’daki Türkler İran’a kaçarak Safevî Devleti’nin
kurdu. Diğer taraftan Anadolu Beğlikleri de küstürülmüş ve Türk dünyasının
potansiyel gücü birbirini kırmıştır. Bu politik ufuklar Türk ordu-millet
tasavvurunu da tasfiye etmektedir. Zira Osmanlı’nın kurucu millet topluluğu
Selçuk muhafazasında Anadolu’ya sevk edilen Türk boylarıdır. Türkiye fetih
sonrası bu insan kaynağını kaybetmiştir. Devlet de İstanbul’un fethinin
neticesi ortaya çıkan merkeziyetçi bakış nedeniyle “devşirme ordu”ya ağırlık
vermiştir. Eski Türklere önyargılı bakış nedeniyle gerek Nurettin Topçu gerek
İsmet Özel bu olgusal gerçekliği aşabilecek bir “Türk” tanımı yapamıyor.
Türklerin Anadolu’daki tarihini Nurettin Topçu 1071 ile ve İsmet Özel 11.
yüzyıl ile kayıtlıyor. Oysa Hasan el Harakânî, Horasan’da doğmuş, 1033’de Kars
cephesinde şehit düşmüş, o bölgede dergâhı olan bir derviştir. Harakâni, “Bu
eve gelen herkese ekmeğini veriniz, inancını sormayınız” diyerek “açları
doyuran yoksulu giydiren” Türklerin sembolü olmuştur. Bilindiği üzere, ahlâk
“Allah’a şeriksiz iman etmek ve açları doyurmak, yoksulu giydirmek, ana-babaya
merhamet etmek, akrabalığı tesis etmek, az milleti çok etmek” esasları üzerinde
yükselmektedir. Bu değerlerin Orhun yazıtlarında da taşa kazındığı
görülmektedir.
Hanif Türk
paradigması, Türkiye Cumhuriyeti’nin aksakallılarına Orhun yazıtlarından
okuyacağım şu beyanı hatırlatmaktadır:
“Ben Türk Bilge Kağan, sözlerimi işitin: Ey
Türk halkı, Çin halkının tatlı sözlerine, yumuşak ipekli kumaşlarına kanıp, çok
sayıda öldün. Türk beyleri Türk unvanlarını bırakmış, Çin unvanlarını alarak
Çin hizmetine girmişler ve Çin Hakanına tabi olmuşlar. Ey Oğuz beyleri, halkı
işitin: Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe senin devletini ve
yasalarını kim yıkıp bozabilir? Ölecek halkı dirilttim, aç halkı doyurdum,
çıplak halkı giydirdim, yoksul halkı zengin kıldım. Sayıca az halkı çoğalttım,
güçlü devleti olandan daha iyi kıldım. Dört bucaktaki halkları hep kendime
bağımlı kıldım. Türk halkını düşmansız kıldım, bu halkların hepsi bana bağımlı
oldular.”
Okuduğum
bu ifadelerle Allah’ın kitabında İnsan suresindeki “Onlar “Allah’a olan
sevgileri için yoksulu, yetimi ve esiri karşılık beklemeden doyururlar.”
ayetinin mesajı aynıdır. Türkler şaman ise Göktürk yazıtlarındaki “açları
doyurmak, yoksulu giydirmek, az milleti çok etmek” töresi nereden gelmiştir? Bu
törenin kaynağı Hz. İbrahim’dir, Hz. Nuh’tur. Bu nedenle “Hanif Türk”
paradigması eski Türklerin içinde Hanif-Müslüman ve töreli bir ataya bağlanış
olarak anlaşılmalıdır. Hanif Türk, “Allah’ın ordusu” sıfatıyla hareket
eden ve İslâm’da hayat (can), nesil (nesep, ırz), akıl, mal ve dinin korunması
esaslarını toplum inşasının temeline yerleştiren Türk’e işaret etmektedir.
Türk’ün töresi, “zarûriyyât-ı hamse, makâsıd-ı hamse”ye dayanan 15.000 yıllık
ilkeleriyle din-devlet ilişkilerine istikamet verecek, ordu-milletin tesisine
ruh üfleyecektir.