İslâm
ekonomisi zihniyeti sadece İslamcı düşüncenin ilgi alanında değildir ve
olmamalıdır da.
Nitekim bir Osmanlı
kanunnamesi olan Mecelle İngiltere’nin
Filistin Mandası’nda ve daha sonra İsrail’de resmi olarak 1984’e kadar tatbik
edildi. Mecelle, Ürdün ve Kuveyt’te de medeni hukukun temelini oluşturdu. İSLÂM
alemlere rahmet olarak gelmiştir.
İslâm,
iktisat yapılanmasını sömürüden koruma ülküsü olarak getirmiştir. Kapitalizm
ise sömürü mekanizmalarını yasallaştıran bir zihniyete sahiptir.
İslâm
ekonomisi faiz dışı üretim ve bölüşümü sağlayacak, helâl ve meşru emtia üretip
sarf etmenin yollarını temin edecek bir iktisat zihniyetini temel almaktadır. Günümüzde
cari iktisat yapılanması bu zihniyeti inşa etmekten uzaktır. Peki helâl ve
meşru üretim/bölüşüm zihniyeti niçin zemin bulmuyor?
Birinci
olarak modernleşme istenci geleneksel
iktisat zihniyetini yıkmıştır. Örneğin meşru ve helâl pazar düzenlemesinde modernleşme
istencinin reflekslerine aykırı olarak servetin toplum aleyhine birikmesine
fırsat verilmez.
Fakat
günümüzde kentleşme bizatihi toplum aleyhine servet üretiyor. İmar geçen bir
arsadan 10 daire alabilen kişi ömür boyu çalışmadan yaşadığı gibi, her yıl
ihtiyaç fazlası kira geliri ile yeni bir daire satın alabiliyor. Dolayısıyla kent rantı, emeğin değerini öldürüyor.
Kentleşme yoluyla “sermaye kapma” mekanizması kurulunca toplumda “tarım
yapalım, zanaatkar olalım” diyecek zümreler mesleklerini bırakıyor.
İslâm
ekonomisi zihniyeti kapitalizmin teşvik ettiği kent rantına alternatif
getiremiyor. Üstelik kentlere yığdığı insanlara da diyor ki: “kira ödemekten
kurtulmak istiyorsanız, kredilendirilmiş maaş karşılığında size mülk vereceğiz.”
Böylece fetva mekanizması çalışmaya başlıyor: “Zaruret halinde kredi
çekebilirsiniz” yahut “enflasyon oranında kredi faiz değildir” ya da “faiz
ayrı, riba ayrıdır; haram olan ribadır” veyahut “kâğıt parada faiz hükmü yoktur”
gibi. Bu fetvalar son tahlilde dindar insanların faizsiz mülk edinimini
geçmişte sağlayan ekonomiyi yeniden günümüze çağırmıyor.
Bu fetvalar
insan onurunu 15 yıl bankalara borçlu kılan mekanizmayı inşa ederken, toplumda
geçmişte hayat bulan “karz-ı hasen” tatbikatını dolaşıma sokamıyor. İnsanlar
bankalara kredi borçlusu oldukları için zekât da toplumda yayılan dindarlık
eylemi haline dönüşmüyor. Kaldı ki, fetva şöyle diyor: “oturduğun konut,
kullandığın binek zekât haricidir.” Dolayısıyla 100.000 TL değerinde arabası
olan kişi arabasının kredi borcunu tamamlayınca eskisini elden çıkarıp 200.000
TL değerinde araba için yeniden borçlanıyor. Fetva bu durumu da kapsıyor: “binek,
zekât haricidir.” Bu “borçlanma ve zekât harici servet sahibi olma” mekanizmasını
kısıtlayan bir fıkıh/fetva alanı bulunmuyor. Böyle bir yapısallaşmada zekât
toplamak imkân dışıdır. Demek ki büyük bir savrulma yaşanmaktadır.
Bu
fetvalarla İslâm ekonomik zihniyeti değil, modern kapitalist yapılanma merkeze
geçiyor.
Modern
dönemin en önemli tasarruf etme aracı konut ve otomobildir. Bu iki araç
kapitalist kentleşmenin de “halka inme” enstrümanları olarak kabul edilebilir. Her
iki finansal araç hem işlevsel olarak kullanılabiliyor hem de yatırımı muhafaza
etmeyi sağlıyor. Düşünelim ki, içinde oturduğunuz konut bir tür “dokunulmazlığa”
eriştirilmiştir. Örneğin Türk Medeni Kanunu’nda “aile konutu şerhi” kuralı
gereğince bu ev eşin rızası olmadan haczedilemez, icra ile satılamaz. Nitekim
Yargıtay bu konuda bir karar verdi ve bu husus medyada da yer buldu:
“Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu, eşler arasında kimi zaman büyük tartışmalara da yol açan
‘aile konutu’ ile ilgili önemli bir karar verdi. Kurul, tapuda ‘Aile konutudur’
şerhi olmasa bile eşin rızasının alınmasının şart olduğuna hükmetti. Kurul,
verdiği kredi ödenmeyince evi icra yolu ile alan bankayı haksız buldu. Tapu
devrini iptal etti. İstanbul‘un Küçükçekmece
ilçesinde yaşayan B.S. ile kocası G.S., 2008
yılında satın aldıkları evde yaşamaya başladı. Evin tapusu G.S.
adına kayıtlıydı. Çift problemsiz bir biçimde evlerinde yaşarken, G.S.,
eşinden habersiz bir iş yaptı. Bankadan kredi çeken G.S., 13
Ağustos 2012’de evi ipotek ettirdi. 500 bin TL değer biçilen ev sonrası kredi
kullanımına izin verildi. Ancak kredi ödemelerinde sorun
yaşanmaya başladı. Banka verdiği kredi ödenmeyince, ipotek ettirdiği evin
satışı için düğmeye bastı. Yapılan icradan satış talebi sonrası ev için kıymet
takdiri raporu hazırlandı. Yıllardır yaşadıkları evin icradan satılmak
üzere olduğunu gören B.S., zaman kaybetmeden, ipoteğin
kaldırılması için Küçükçekmece Aile Mahkemesi’nde dava açtı. Banka
ile davacı kadın arasında bu süreçte zamana karşı yarış
başladı. B.S.’nin davayı açmasından 1 ay sonra banka evin
icradan satışını sağladı. İcra ihalesi ile ev bankaya geçti. B.S.,
ev icradan satılsa da pes etmedi. B.S., bu kez Küçükçekmece
5. Aile Mahkemesi’ne ‘tapu iptal ve tescil’ davası
açtı. Davalı konumda, bankanın yanı sıra eşi G.S. de yer aldı. Davacı kadın
mahkemeden özetle ‘Ya banka adına geçen tapunun tescil işlemini iptal et ve
tapuyu eşimin adına kaydet ya da evin değeri ne ise bankanın
bize ödemesine sağla’ talebinde bulundu. Yerel mahkeme, 1 yıl kadar süren
yargılama sonrası davacı kadını haklı buldu. 3 Mayıs 2016 tarihli kararla,
tapunun bankaya geçmesi işlemi iptal edildi. u kararı, davalı bankanın avukatı
temyiz etti. Banka avukatı, anılan dairenin, bankanın alacağına karşılık
kendilerine geçtiğini, B.S.’nin kötü niyetli olduğu savunması yaptı. Temyiz
incelemesini Yargıtay 2. Hukuk Dairesi yaptı. Daire, yerel mahkemenin kararını
bozdu. Bu karar sonrası, dosya yine yerel mahkemeye geldi. Mahkeme verdiği ilk
kararında direndi. Yerel mahkeme ile Yargıtay arasında oluşan çelişki sonrası
dosya bu kez, Yargıtay hukuk dairelerinin 18 başkanından oluşan Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun önüne geldi. Kurul oy çokluğu ile yerel mahkemenin kararını
onadı. Kurul kararı ise adete ders niteliği taşıyor. Kararda özetle “Banka,
bu konutun aile konutu olduğunu
biliyordu. Yaptırdığı ekspertiz raporunda da yazılıydı. Bunu bildiği halde
ipotek işlemini yaparken, davacı eşin rızasını almadı. Aile konutu için tapuya
ille de ‘aile konutudur’ şerhinin yazılmasına
gerek yok. Bankanın yaptığı ipotek işlemi geçersizdir. Dolayısıyla icra ihalesi
sonrası tapunun bankaya geçmesinin de geçerliliği yok. Yapılan tescil işlemi de
yolsuz tescildir. Banka adına, yapılan tapu kaydının iptal edilip, davalı eş G.S.
adına tescili edilmeli (…) Kanun koyucunun amacı, ailenin bütün olarak
korunmasıdır. Amaç, ailenin barınması konusunda, malik olan eşin düşüncesiz davranışları
ile ailenin ortada kalmasını, yuvanın dağılmasını önlemektir. Bu nedenledir ki,
iyi niyet iddiası dahi dinlenemez” denildi. Emsal nitelikteki kararın
temel dayanağını ise Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi
oluşturdu. Anılan madde şöyle: “Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası
bulunmadıkça aile konutu ile ilgili kira sözleşmesi
feshedemez. Aile konutunu devredemez veya aile
konutu üzerindeki haklarısınırlayamaz.”
denildi.” (Kaynak: https://tr.sputniknews.com/ekonomi/202009081042801185-yargitaydan-aile-konutuyla-ilgili-karar-esin-rizasinin-alinmasi-sart/,
08.09.2020).
Konutun yasal
olarak “dokunulmazlık” içermesi, taşıtın ise sigorta ile her türlü koruma
altına alınması tasarruflar için büyük bir “emniyet” getiriyor. Böylece banka
fonları üzerinden borçlanma ile “güvenli mülk elde etme” mekanizması tesis
ediliyor. Bu iki tasarruf ve kullanım aracına (taşıt ve konuta) insanlar elbette
“eskime ömrü”nü hesap ederek sahip oluyor. Örneğin otomobil 5 yılda bir
yenilenmesi gereken bir finansal araç ve/veya tasarruf aracı olarak
konumlanıyor. Taşınmaz (konut) ise 15 veya 20 yıllık periyodlarla yenilenen bir
araç olarak görülüyor. Her iki “tasarruf ve kullanım” aracını elde etmenin
günümüz şartlarında tek yolu harici fon kullanımıdır. Eski dönemde müteahhitler
geniş bir iktisadi zümre olan esnafa senetle taşınmaz satardı. Son 30 yılda
esnaflar taşınmazların müşteri portföyünden çıkmıştır. Maaşlı kesimler finansal
tasarrufun temel müşterisi haline geldi. Bu gelişmeyi “kapitalizmin yayılması
ve derinleşmesi” olarak da okuyabiliriz. Diğer ifadeyle kapitalizm kendi
varoluşunu dinamikleşterecek bir tüketici imal etmiş ve sermayenin çevrim
hızını katlamıştır.
İslâm
ekonomisi teorisi bugün maaşlı kesimin finansal tasarruf aracı gördüğü ve aynı
zamanda işlevsel olarak kullandığı otomobil ve konuta ulaşmanın fon
düzlemindeki beklentilerine ahlakî ve meşru kaynaklarını gösteremiyor. Bunu
gösteremediği oranda kapitalizmin fon kullandırma kurumları güçleniyor ve/veya
aynı hedefe kitlenen finans kuruluşları sermayeyi maaş karşılığı kredilendirme
metodlarını tek alternatif olarak sunuyor.
Nitekim, “İslâmî
finans” düşüncesi “sosyal” bir fonksiyon arz etmiyor. Tam aksine kapitalist
toplumun mülk edinme süreçlerine eklemlenmeyi amaçlamış kişilerin fon
ihtiyaçlarına hizmet ediyor. Günümüzde 10 adet dairesi olan kişi, bunlardan
birinde oturup diğer 9’unun gelirini almak suretiyle emeksiz bir gelirle ömrünü
sürebilir. Üstelik bıraktığı miras evlatlarına da aynı “emeksiz ömür garantisi”
vermektedir. Bu sosyal tabakaya “Medine Pazarı” teorisi anlatılamaz. Zira mevcut
finans kuruluşları son tahlilde ne yapıyor? Fon talep eden kişilerin örneğin 2.
gayrimenkul edinmesi için gerekli finansmanı karşılıyor. Peki 2. taşınmaz alan
kişi ne yapacak? Eğer zaten maaşlı bir işte çalışıyorsa, eşi de maaş alıyorsa,
oturduğu ev de kendi mülkü ise, edindiği 2. konuttan kira alacaktır. İslâmî
finans bankalarından fon kullanan kişiler 3., 4., 5. mülklerini kredi yoluyla
temin etmeye devam edecekler. Bir süre sonra mülk sayısı 10’a yükseldiğinde bu
mülklerin kira geliri her yıl yeni mülk almaya imkân verecektir. Görüldüğü üzere bu mekanizma “Medine Pazarı”
inşa etmemektedir.
Osmanlı
iktisat sisteminde belli bir döneme kadar barınma sahaları için kira
ödeyiciliği oluşturacak bir malik/kiracı ilişkisi bulunmamaktaydı. Hatta devlet
fetihle elde ettiği bölgelere Anadolu’daki halkı “sürgün” göndererek onları
iskân ederdi. İskân edilen mahalde topluluk kendi evlerini inşa ederek bir
kasaba haline gelirdi. İşyerleri ise vakıflara ait olduğundan meslek iştigal
edilen ticaret merkezlerinde kira, vakfiyenin varlık amaçlarına hizmet
ediyordu. Bu vakfiyeler ise kapitalistik üretim tarzı harekete geçirmemekte, topladığı
kiraları “sosyal sermaye” olarak halka hizmet olarak geri ödemekteydi.
Günümüzde “İslâmî
finans” düşüncesi “sosyal” bir fonksiyon arz etmiyor. Tam aksine kapitalist
toplumun mülk edinme süreçlerine eklemlenmeyi amaçlamış kişilerin fon ihtiyaçlarına
hizmet ediyor.