Skip to content

Archive for

Öğretmenler Gününde Kalbim Neden Ağrıyor Böyle?

Öğretmenler konusunda hiç şansım olmadı. İlkokulu Ankara’nın merkezinde yer alan, yüksek bürokratların ve zenginlerin de evlatlarını gönderdiği bir devlet okulunda okumak nasip oldu. Sınıfta okulun bulunduğu semtte mukim ailelerden öğrenciler de vardı. Bunlar çoğunlukla dar gelirli ailelere mensuplardı. Öğretmenim fakir ailelerden bazı kızları evinin temizliğine gönderir, sınıfta ayrımcılık yapardı. Fatma bu kızlardan biriydi; babası apartman görevlisi idi. Zenginlerin, bürokratların çocukları sınıfın pencere kenarına oturtulurdu. Fakirler duvar kenarına dizilirdi. Gariban çocuklar aynı zamanda başarısız öğrencilerdi. Onların ders malzemeleri eksik veya ikinci el idi; kalem kutusu, kırmızı kalem, afili kalemtıraş, kokulu silgi edinemezlerdi. Benim kalem kutum ahşaptan yapılmıştı. Teyzem okula başlayacağım diye oğlunun kullandığı bu üstü karalanmış, çekmeceli kalem kutusunu ve pek çok ders malzemesini poşetleyip anneme vermişti. Fukara aileler defter kabı alamaz, ambalaj kâğıdı ile defterleri kaplarlardı. Beslenme çantalarımızı açtığımızda zenginlik de fakirlik de masanın üstüne açılırdı. Ankara’nın en merkezi okulunda başarı, “eşitsizlik tasavvuru”nu sistematik ama gizli, ayrımcı öğretmen tavırlarıyla ihlal ederek millete yedirirdi. Okumayı öğrenen çocukların kollarına kırmızı kurdele bağlanırdı. Öğretmene direndim ve üzerinde “kapı, dolap, pencere” yazan fişi okumadım. Bunun cezası duvar kenarına itelenmekti. Oturdum ve duvara yaslandım. Sonra öğretmen velimi (babamı) çağırdı. Babama “oğlunuzu geri zekalılar sınıfına göndereceğiz” diye gözdağı verilmişti. Ailem beş yıl boyunca hem benim hem öğretmenim arasında denge siyaseti güttü. Günler geçti, diploma günü geldi. Mezun olacaktık. Tepsi içinde diplomalar geldi; sırayla isimler okunuyor, kurdeleye sarılmış diploma öğretmen tarafından öğrenciye takdim edilip tebrik fotoğrafı çekiliyordu. Bütün sınıf sevinç içindeydi. Sıramı bekliyordum. Tepsi boşalıyor, ismim okunmuyordu. Sonunda tepsi tamamen boşaldı. “Öğretmenim bana diplomamı vermediniz” dedim. Zafer öğretmen (kadındı), “aaa unutmuşuz, hadi arkadaşından bir diploma al da fotoğraf çekilelim” dedi. Benim diploma fotoğrafım bir yenilgi, mağduriyet, hüzün belgesi oldu. Kutlamıyorum.

Liseye başladım. İngilizce dersine giren öğretmenim aynı zamanda Dil Tarih Coğrafya fakültesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyordu. İngilizceyi seviyordum. Fakat sınıfça ilerleyemiyorduk. İngilizce öğretmeni branşının dersine girmiyordu. Zengin çocuklar meselesi yine vardı. Fakat onlar dershanelere gidiyor, özel kurslara katılıyor, takviye derslerle sınıfta başarılı oluyorlardı. Gün geldi hocanın fakültede bazı İngilizce derslerden sınıfta kaldığını öğrendim. Hoca (kadındı); öğrenciler arasında zengin-fakir diyerek ayrımcılık yapıyor, bürokrat çocuklarına sahte ama sevecen davranıyordu. Hocaya direndim, dersten koptum. Bir karar aldım. Sorulara cevap vermiyordum. Sınav kağıdımı boş bırakıyordum. Diğer derslerim, onlara yoğunlaşmam sebebiyle çok iyi idi. Üniversite sınavına hazırlanıyor, ders çalışmamı bu hedefe doğrultuyordum. Üniversite sınavında başarıyı hırs yaptım. Nihayet sınava girdik, sonuçlar okula ulaştı. Bizim sınıftan 5 kişi başarılı olmuş, en yüksek puanı alarak Hukuk Fakültesini kazanmıştım. Müdire hanım sınıfa gelip tebrik etmişti. Ama İngilizce dersinden (bilinçli bir pasif direnişle) sınıfta kalmıştım. Geçmenin tek yolu o dönemde uygulanan Öğretmen Kurul Kararı (ÖKK) idi. İdare beni ve babamı çağırdı. Babama “senin oğlun ÖKK ile geçeceğini söylüyormuş” dedi. Babam “yok öyle şey yapmaz” diye cevap vermeye çalıştı. Yalvardıkça aşağılandı. Müdür yardımcısı (kadındı), gözlerimin önünde babamı epey haşladı. “Beni zor durumda bırakıyorsunuz” falan dedi. “Çıkın, defolun” diyerek bizi kovdu. Öğretmen Kurulu’na girdim. Sınav heyet önünde yapılacaktı. Soru sordular, “bilmiyorum” dedim. Bir daha sordular “onu da bilmiyorum” dedim. İdare beni geçirmek zorundaydı. Zira okulda benim derecemi yaparak üniversite kazanan çok az talebe vardı.

Diplomamı verdiler. Aradan yıllar geçti. Liselerde artık ders bileğinin hakkı ile geçilmiyor. Eğitim sadece üniversite başarısı gözetiyor.

Covid-19 ve Muhafazakâr Konutlar

İnsanlar kalkınacağız diyerek eve, arabaya borçlandılar. Gerçekte hayatlarının 10 yılını belki 15 yılını ev/araba ile takas ettiler. Kimse şu soruyu sormadı: Yarın borcunu bitirmek için ömrümü tükettiğim bu evin mülkiyeti kime kalacak. Ev benim ömrümü alıyorsa, ölüm ile mülkü kaybettiğimde ömür kimin olur?

Konut kredisi üzerinden ömür konutla takas edildi/ediliyor. Bankalar borçlulardan “hayat sigortası” talep ediyor. Demek ki bankalar konut borçlusunun ömrü ile mülkiyeti denkleştirmektedir. Kaç paralık mülke sahipsen o kadar paralık ömrün olduğu varsayılıyor. Eğer muhafazakâr nüfusun kendisi ömür ile konutu takas etmeyecek çözümler arasaydı hem konut fiyatları yukarı çekilmeyecek hem de “aile birliği” korunabilecekti.

Muhafazakâr taban: geniş nüfus (20 milyon konut borçlusu x 3 kişilik aile= 60 milyon insan), ömrü konuta endeksledi. Muhafazakâr aydınlar da “kentleşme dindarlığı artırıyor” yazıları yazarak faizle şişirilmiş konut=ömür denklemine teslim oldular.

Covid-19’un ortaya çıkardığı gerçeklerden biri şudur: Halkın sahip olduğu evler aslında kendisine yeterli idi. Fakat her şehre üniversite furyası, aileleri böldü ve konut açığına (öğrenci kiracılığına) yol açtı. Pandemiyle öğrenciler eve döndü, konutlar boş kaldı. Pek çok şehirde öğrenci fiziken okula gitmediğinden konut fazlası bulunuyor. Mülk sahipleri kiracı bulamıyor. Bu şunun göstergesidir: Türkiye’de aslında konut fazlası vardır. Konut açığı olması için fiziken okulların açılması gerekir.

Şu söylenebilir: İfadelerini neye dayandırıyorsun? Söylediklerin tamamen genelleme!

Cevabımı şöyle destekleyeceğim: 2020’de Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’nde kayıtlı toplam konut sayısı eylül sonu itibarıyla 38,4 milyon oldu. TÜİK 2017 verilerine göre, 22 milyon 206 bin 776 hane halkı bulunuyor. Demek ki Türkiye’de “güçlü aile” gerçekleşirse konut fazlasının olduğu ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin konut açığı, eğitim sisteminden kaynaklanmaktadır. “Herkesin üniversite okuması gerekliliği” düşüncesi hatalıdır ve ülkenin konut sorununun baş sebebidir. Devam edelim:

Rant arayışı: Muhafazakâr nüfus emlâk üzerinden aile yapısını bozacak bir “kira toplayıcılığı” zihniyetine sahip oldu. Eğitimin pandemi nedeniyle internete çekilmesiyle emlâk sahiplerinin konutlarını kiraya verememesinin açıklaması budur. Muhafazakârlık seküler ve laik kesimlerle kültürel çatışmaları bırakıp ekonomik tercihlerinin, yani “bedavadan gelir-rant” eğilimlerinin özeleştirisini yapmalıdır.

“Aile çöküyor” söyleminin dayanaksızlığı: Muhafazakârlar tabandaki söylemlerinde bir taraftan “aile çöküyor” demektedir. Diğer taraftan aynı muhafazakârlar “herkes üniversite okusun” diyerek üretim temelli bir toplum istemediklerini ifade ettiler. Muhafazakâr kesim “benim evladım sanayide, fırında çalışmasın” demiştir. Demek oluyor ki, muhafazakârlık konut borçlanmasını “aile çöküyor” söyleminin gerekçesi olacak şekilde savundu. Zira hem “üniversiteli evlat sahibi olmak” ideali ile ailesini kendi eliyle parçaladı hem de kentlerdeki nüfus yoğunlaşmasını ve konutla büyümeyi rant arayışıyla imal etti. Covid-19 bu perdeyi indirdi. Muhafazakârların “aile çöküyor” söylemi bu hakikat nedeniyle içeriği olmayan, boş söylemdir. Bir toplum düşünün ki “evladımı üniversiteden mezun etmek için yaşıyorum” diyecek ve kendi elleriyle üstelik işsiz kalacağı pek muhtemel bir üniversite bölümü için kentlere gönderecek. Eğitimin aileyi böldüğünü görerek sürece dahil olacak. Nitekim, covid-19 ile eğitim internete çekilince, aileler “baba ocağı” kavramı ile yeniden tanışmıştır. Bu süreçte öğrencilerin tüketimleri üzerinden para kazanan pek çok kesim gelirlerini kaybedecektir. Demek ki Türkiye’de konut açığı değil üniversite fazlası nedeniyle “ailesizlik” olgusu bulunmaktadır. Covid-19 süreci bitmedikçe konutta büyük bir durgunluk beklenmelidir. Ailesizlik olgusu ise bu süreçte mutlaka tartışılmalıdır.

İhtirasla borçlanma, sosyal belediyecilikten uzak bir rant arayışı, “emtia olarak şehir”: Otomobil aldınız ama covid-19 nedeniyle onu kullanamıyorsunuz; borcunu ise 36 ay ödüyorsunuz. = Muhafazakârlık. Ülkemizde nüfusun yaklaşık 60 milyonu hanede çalışanların konut borçlarının doğrudan muhatabıdır. Türkiye’ye politika üretici kesimler (tüm partiler) “sosyal belediyecilik kapsamında ücretsiz konut edinme yolları açalım” dememişler, tam aksine kenti imara açalım demişlerdir. Belediyelerin asıl işlevi halkı köylerden toplayıp kentlere taşımak olmamalıydı. Tam aksine toprağa yerleşmiş olan halka İHTİYACI OLAN sağlık, okul, su, pazar, mahkeme hizmeti götürmek olmalıydı. Almanya’nın, Danimarka’nın başardığı “nüfusu coğrafyada yayan şehir” fikri niçin Hz. Peygamber’in Medine=Şehir Sünneti ortada iken muhafazakârlar tarafından başarılamadı? Çünkü kenti bir “emtia” gibi görerek her karışını kira/rant getirici bir yapılaşmaya gidildi.

İslâm reformizmi: “Enflasyon oranında faiz caizdir” diyerek 20 milyon (3 kişilik aile ise 60 milyon nüfuslu) konut borçlusu imalatı, bir tür İslâm reformizmidir. Avrupa’da da Reformistlerin en önemli özelliği faiz hakkında “müsamaha-kâr” yorumlarıydı. Türkiye’de kimse kapitalizmin geleneksel geçim modellerini yok ettiğini, esnaf/zanaatkâr/çiftçinin yok olduğunu ileri sürerek “muhalif söylem” inşa etme hakkına sahip değil. Zira Türkiye’de faize dair geliştirilmiş “reformist” yaklaşımlarla 20 milyon konut borçlusu (3 nüfuslu aile ise 60 milyon kişi) bankalara/kapitalizme bile isteye borçlanmıştır.

Geniş aile modelinin terkedilmesi, bereketin kaybedilmesi: Ülkemizde insanlar 1+1 (ana-evlat veya baba+evlat) aile olmak yerine bundan 40 sene önce olduğu gibi dede+nine+karı-koca+3 çocuk=7 kişilik AİLE olmayı şiar edinseydi, bu kadar konut yapılmayacak ve bankalar muhafazakâr hayata egemen olmayacaktı. 1980 yılından itibaren dindar aydınlar dedi ki: “Ben kayınvalidemle birlikte yaşamak istemiyorum. Hatta ben kendi evladımı emzirmek zorunda da değilim.” O günden sonra “aile” mefhumu Türkiye’de kaybedilmiş, ihtiyarlar “yaşlılar evi”ne itilmiş ve evlerdeki bereket kaybedilmiştir. Türkiye’de ideallerden, ahlâktan, değerlerden bahseden pek çok dindar aydın vardır ki, babasının/annesinin cenazesinde yanında olamamıştır. Ebeveynlerini ihtiyarladıklarında yaşlılar evine bırakmış pek çok aydın, diğer taraftan konferanslarda “şehirlerin ruhu” nutukları çekmektedir. Muhafazakârlık dindar olduğunu söylerken Kitap’ta yer alan iki emri statü kaygısıyla arkasına atarak yaşamaktadır:

“İçinizden bekâr olanları evlendirin.”

“İhtiyarladıklarında ana-babana merhamet kanadını indir.”

Türkiye’de insanlar “bereket” kavramını bir finans kurumunun adı olarak önemsediler. Oysa “yaşlılarınız, evlerinizin berketidir” diyen bir Rehber vardır. Muhafazakârlık “özel alanımı genişletmek (bast istemek) zorundayım” diyerek konutlarını büyütürken borçlarını yükseltti, ebeveynlerini “yaşlılar evine” itekledi ve hayatın binlerce yükü altında kalarak darlığa (kabz’a) saplandı. Muhafazakârlık gecekonduda daha mutluydu. Adile Naşit-Münir Özkul filmlerinde bu mutluluk okunmaktadır. Konutlara yerleşen muhafazakârlık görece zengin ama ruhen kabz’a saplanmıştır.