Türk Toplumlarının Tarihini İzah Eden Açıklama Modeli Olarak Haniflik
Türk toplumlarının eski tarihine dair incelemeler bir “tarih tasarımı” olarak ortaya çıkmakta ve genellikle “kurgusal” karakter taşımaktadır. Kurgusal yaklaşımların üç ana perspektifle geliştirildiği ifade edilebilir. Birinci olarak, eski Türklerin dininin “paganist şamanlık” olduğu hususunun gerek İslâmcı gerekse Milliyetçi kesimlerde benimsenmesi hususudur. Bu perspektif İslâm’ı “Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din” olarak kodlamakta, önceki peygamberlerin de İslâm dinini tebliğ ettiğini dikkatinden kaçırmaktadır. Faruk Sümer, “Oğuzlar’ın İslâmiyet’e Girişi” başlığı altında verdiği bilgide tarihçilerin eski Türklerin 960’larda bu dini kabul ederek Müslümanlaştıklarını ifade ettiklerini belirtir. (1) Böylece Türkler geçmiş hayatları bakımından yok sayılmakta ve tarihsizleşmektedir. “İkinci olarak, bazı yazarlar Türklerin eski dininin “tevhid inancı” olarak kabul edilebileceği, fakat bunun ibadet fıkhına ait ritüellerinin bulunmamasını ve tek Tanrıcılığın başka inançlarla (yer-sub tanrıları inancı ve animizm ile) senkretizme girdiğini ileri sürerek “tevhid dini sayılamayacağı” yorumunu yapmaktadır. Böylece İslâmcı ve/veya Milliyetçi aydınlar “Türklerin dini” meselesini değerlendirirken, onu “İslâm olmayan bir inanç” olarak kategorize etmek bakımından uzlaşmaktadır. Bu yaklaşımın müelliflerine göre Türkler önceki devirlerde geliştirdikleri kültür ve millî mizaç bakımından İslâm’ı kabul etmeye hazır bir millet olmuşlardır. Böylece “millî karakter” ile İslâm dini arasında bir ayrıma gidilmekte, bu ayrım Türklerin Müslümanlaşmasıyla tekâmül eden yeni bir millî kimlik ortaya çıkarmaktadır. “Türk-İslâm Sentezi” de “Türk-İslâm Ülküsü” de “Türklerin Müslümanlaşması” meselesinde “Türk millî kimlik özü”ne sonradan dahil olan İslâm’a vurgu yapmaktadır. Bu anlayışa göre Türkler milli seciyeleri üstün olduğu için yedinci asırda neşet eden İslâm’ı onuncu asırda kabul etmiş ve ona hizmet etmiştir. Üçüncü bir yaklaşım ise eski Türklerin tek Tanrı inancının vahdet-i vücudcu neşve içinde varlık kazandığını ve söz konusu dinî yaklaşımın günümüzde tasavvufî gelenekle sürdürüldüğünü ifade etmektedir. Zikri geçen müellifler eski Türklerdeki “kam” adlı şahsiyetin toplum içindeki fonksiyonunu “sağaltıcılık”, “şifacılık”, “keramet gösteren velîlik” şeklinde konumlamakta, X. asırdan sonra Müslüman olan Türklerdeki “velî” tipinin geçmişteki “kam” tipinin devamı olduğunu belirtmektedirler. Bu yaklaşım bir bakıma eski Türklüğün bütün toplumsal organizasyonunun sufî gelenekten beslendiği fikrini öne çıkarmaktadır. Oysa Türklerin temel fert karakteri “sufi” değil, “feta”dır. Arap tarihçisi Câhız, kitabında “Hz. İbrahim’in üçüncü eşi Kantura’dan altı oğlu oldu. Bunlardan üçü veya dördü Horasan’a gönderildi. Türkler Hz. İbrahim’in bu oğullarının çocuklarıdır” mealinde nakilde bulunmaktadır (Câhız, 1967: 83). Eğer bu bilgi doğru ise, milletimizin “hanif toplum” olmasının temelinde Hz. İbrahim bulunmaktadır. Hz. İbrahim’in Kur’an’da “sufi” değil, “feta” olarak tanımlandığı hatırlanmalıdır: “(İçlerinden bazıları), ‘İbrahim denilen bir fetanın onları diline doladığını duyduk’ dediler.” (21 Enbiya 60). Bu noktada “feta” (fütüvvet) kavramıyla “sufi” kavramının ilişkisine de değinmek gerekir. Hz. İbrahim içinde yaşadığı toplumun kaotik yapısından uzaklaşmış, “hakikat araştırması” yapmak üzere kendini arındırmayı amaçlayan ve İslâmî gelenekte “tahannüs” denilen bir hali yaşamaya başlamıştır. Hz. Peygamber (asv) de bu hali yaşamış ve mağaraya çekilmiştir. Sadık rüyalar görmekle başlayan bu halet, “feta” olmanın sonucudur. Sufî gelenek nübüvvet sahibi kişilerde görülen “Tahannüs” olgusunu hayatın ve toplumun tümüne yaymak istemektedir. Oysa tahannüs, nebilerin yaşamında vahiyle muhatap olmaya hazırlık dönemi olarak değerlendirilmeli ve tasavvufun fütüvvetten neşet ettiği hususu Kur’an’ın beyanı nedeniyle kabul edilmelidir. Tahannüs, toplumdan çekilmeyi topluma bir dava ile geri dönüşü sağlamak amacına binaen gerçekleştirmeyi ifade etmektedir. Tahannüs kelimesi şöyle açıklanmaktadır:
“Hz. Muhammed’in bi‘setinin nasıl başladığı konusunda Kur’an’da ayrıntılı bilgi yoktur. Hadislerde ise bi‘setin sadık rüyalarla başladığı anlatılır. Nübüvvetin ilk müjdeleri kabul edilen ve altı ay süren bu rüyalar süresince Hz. Peygamber yalnız kalmak istiyor ve Mekke’nin kuzeydoğusundaki Hira dağında bir mağaraya çekilip tefekküre dalıyordu. Hira’ya son gelişinde ‘kulluk yapmak’ (taabbüd) mânasına gelen tahannüs (التحنث) ile meşgul olduğu nakledilirse de bu taabbüdün ne şekilde olduğu hakkında bilgi verilmez. ‘Tahannüs’ün ‘putlara tapmaktan uzak durmak ve Hz. İbrâhim’in dinine yönelmek’ anlamındaki tahannüf (التحنف) karşılığında kullanıldığını kabul edenler de vardır. Hz. Peygamber’e nübüvvetin gelişinden sonra da bir Hanîf olarak İbrâhim’in dinine uyma emrinin verilmesi (el-Bakara 2/135) bu görüşün doğruluğunu destekler mahiyettedir. Ancak o dönemin Arabistan’ında Hz. İbrâhim’in dinine dair doğru bilgiye sahip kimselerin bulunmadığı ve Hz. Muhammed’in peygamberlikten önce ‘kitap ve imanın ne olduğunu bilmediği’ (eş-Şûrâ 42/52) dikkate alınacak olursa, onun sadece putlara tapmaktan uzak durduğunu ve Hira’da günlerini tefekkürle geçirdiğini söylemek mümkün olur. Hira’da bulunduğu son gecede sabaha karşı kendisine melek gelmiş ve ona ‘oku!’ demiştir (el-Alak 96/1-5). Böylece ilk vahyi alan Hz. Muhammed’in bi‘seti kırk yaşlarında bulunduğu sırada gerçekleşmiş ve yirmi üç yıl devam etmiştir.” (Kazancı, 1992: 217).
Yukarıda görüşleri verilen ekollerin tamamı İslâm’ın 612’de Hz. Peygamber’e gelen vahiyle başladığı yargısı üzerinden tarihi “imal etmekte”dir. Buradaki temel sorun, İslâm’ın ed-din olarak Hz. Âdem’den başladığı ve her dönemde farklı fıkıhla geldiği hususunun dikkate alınmadan düşünce üretilmesinden doğmaktadır. Ed-Din, en temel hususiyetiyle “Allah’ı tek Tanrı olarak bilmek, ona şirk koşmamak, yalnız ona ibadet etmek, kul hakkı yememek” olarak tanımlanabilir. Ed-Din, tarihte kendisini “Haniflik” olarak ortaya koymaktadır. Bu anlamda tarih boyunca “Hanif” kişilerin Lokman suresinin 12-19. ayetlerinde, İsra suresi 22-27. ayetlerinde, Bakara suresi 83-84. ayetlerinde, Enam suresi 151-153. ayetlerinde beyan edilen ilkelerle yaşadıkları söylenebilecektir. Enam suresinde bu ilkeler şöyle beyan edilmiştir:
“De ki: ‘Geliniz size Rabbinizin haram ettiği şeyi ben okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak/denk tutmayın, anaya babaya iyilik edin, fakir düşmek (korkusun)dan çocuklarınızı (herhangi bir şekilde) öldürmeyin. Biz, sizin de onların da rızkını veririz. Zinanın ve her türlü kötülüğün açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Allah’ın haram ettiği canı (hukukça) geçerli sayılan bir hak olmadıkça öldürmeyin.’ İşte (Allah), düşünesiniz (aklınızı kullanasınız) diye size bunları emretti. Yetimin malına da rüşdüne (erginlik yaşına) kadar en güzel (hizmet)in dışında yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyiz. (Birileri hakkında) söz söylediğiniz zaman, akrabanız da olsa adaleti gözetin (taraf tutmayın). Allah’ın ahdini (verdiği emri ve verdiğiniz sözü) yerine getirin. İşte (Allah), düşünüp öğüt alasınız/tutasınız diye bunları emretti. İşte bu (İslâm), dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, (başka) yollara uymayın ki (bunlar) sizi Allah’ın yolundan ayırmasın. İşte ‘Allah, emirlerine uygun yaşayıp kötülüklerden sakınasınız’ diye size bunları emretti.” (6 Enam 151-153).
Görüldüğü üzere bu ayetlerde “haniflik”, “İslâm olarak tanımlanmış ve bütün zamanlar boyunca peygamberlerce anlatılan “hak din-> ed-din” anlamında kabul edilmiştir. Bu manada İmam-ı Âzam Ebu Hanife, bütün peygamberlerin dininin aynı olduğunu, ancak şeriatlarında (hukuk sistemlerinde) farklılık bulunduğunu ifade etmiştir:
“Bilmiyor musun ki, Allah’ın Resulleri muhtelif dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resulun dinini terketmeyi emretmemiştir. Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resul kendi şeriatına davet ediyor, kendinden önceki resulun şeriatına uymaktan nehyediyordu; zira resullerin şeriatları çok muhteliftir. Bundan dolayı, Allah Kur’an-ı Kerim’de ‘sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı’ (Mâide, 5/48); ‘Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, ‘Benden başka hiçbir ilah yoktur, ancak bana ibadet edin’, diye vahyetmiş olmayalım’ (Enbiyâ, 21/25); ‘Allah’ın yaradışı değiştirilmez, en doğru din budur’ (Rûm, 30/30) buyurmuştur. Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve tağyir edilmemiştir. Şeriatlar ise tebdil ve tağyir edilmiştir. Zira birtakım şeyler bazı insanlar için helal iken, Allah onları diğer insanlara haram kılmıştır. Birçok emirler vardır ki, Allah onların yapılmasını bir kısım insanlara emrettiği halde diğer insanları, onları işlemekten nehyetmiştir. O halde, şeriatlar çok ve muhteliftir. Şeraitler, farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün nehyettiklerinden kaçınmak din olsa idi; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terkeden yahut nehyettiklerinden herhangi bir şeyi işleyen kimse, Allah’ın dinini terketmiş ve kâfir olmuş olurdu. Bu durumda kâfir olan kimsenin de müslümanlarla kendi arasında cereyan eden nikâhlanma, miras, cenazesinin peşinden gitmek, kestiklerini yemek ve benzeri hususlar ortadan kalkmış olurdu (…) Allah, îman ve ameli birbirinden ayırmıştır (…) Mü’minler, îmanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacceder ve Allah’ı zikrederler. Yoksa namaz, zekât, oruç ve haccetmekten dolayı îman etmiş olmazlar. Bu onların îman ettikten sonra amel işleme durumlarını ortaya koyar. Farz olan şeyleri işlemeleri de îman etmiş olmalarından dolayıdır. Yoksa onların îmanı, farz olan şeyleri yaptıklarından dolayı değildir.” (Ebu Hanife, 1981: 15-17).
Hanifliğin çerçevesini çizmek bakımından eski peygamberlerin getirdiği fıkıhla son peygamber Hz. Muhammed’in getirdiği fıkıh arasında farklılık olabileceği, tarihçiler tarafından dikkate alınmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber henüz kendisine nübüvvet verilmeden evvel günde iki vakit namaz kılan bir “hanif” idi. Keza, Mekke’de Hz. Peygamber’e vahiy geldikten sonra namazında yöneldiği kıble de Kâbe değil, Mescid-i Aksâ idi. Hz. İsa (as) ile Hz. Muhammed (asv) arasında yaşayan haniflerin ibadet bakımından bir belirsizlik yaşadıkları hususu da tarihçinin dikkatinde olmalıdır.
Türklerin her sene Tanrı Dağı’na çıkarak kurban kesip, Allah’a dua ettikleri bilinmektedir. Hakikatte Nuh tufanından sonra Kâbe’nin yıkılması nedeniyle yeryüzünde Müslümanların (haniflerin) yöneleceği bir kıblenin kalmamış olduğu söylenebilecektir. Kâbe’nin ancak Hz. İbrahim ile Hz. İsmail zamanında yeniden inşa edildiği, Kur’an’da beyan edilmektedir. Ancak Kâbe’nin bu yeniden inşası, kıblenin Kâbe’ye yöneltilmesi ile neticelenmemiştir. Bilindiği üzere namazda yönelişi belirleyen kıblenin Kâbe olarak tayini Medine’de gerçekleşmiştir. Hz. İbrahim’den sonra ibadetle ilgili amelleri belirleyen ahkâmın genel çerçevesinin bilindiği, muhtevasının netleşmediği söylenebilecektir. Nitekim Hz. Peygamber’in zamanına yakın dönemde kendilerine “Hanif” diyen Müslümanların nasıl ibadet edeceklerini bilmediklerini, namazdaki kıyam, rükû ve secdeleri eda ettikleri, ancak bu ritüelin günümüzde Müslümanların eda ettiği namaz gibi kurallarının olmadığı gelen rivayetlerden anlaşılmaktadır. Hz. İbrahim bir “Hanif” olarak gelmiş, kendisinden sonra gönderilen peygamberler ise İsrailoğulları’ndan çıktığı için, bu kavimden olmayan hanifler fıkıhsız kalmıştır. Öte yandan İsrailoğulları’na verilen “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet” olma görevi gereğince bu kavme ayrıntılı ahkâm indirilmiş ve Mescid-i Aksâ’nın inşası emri gelmiştir. Allah mâbedin Hz. Süleyman tarafından yapılacağını bildirmiştir. Bunun üzerine Hz. Davud, oğlu Süleyman’a mâbedi inşa etmesini emretmiştir. (2) Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın davet sahasında bulunan kavimler için Mescid-i Aksâ, kıble olarak tayin edilmiştir. Diğer taraftan Türklerin Sami kavim olmadıkları, Yafes oğullarına gönderilen Zülkarneyn’in başka bir yön (kıble) tayin ettiği ve başka ritüeller emrettiği söylenebilecektir.
Tarihi bu minvalde okuduğumuzda Türklerin hanifliğinin “amelsizlik” değil, Hz. İbrahim’den gelen amellerdeki belirsizleşme ve Zülkarneyn’in tebliğindeki ahkâmın farklılığı ile ilişkilendirileceği gerçeği ortaya çıkacaktır. Türkler Yecüc-Mecüc tehlikesi nedeniyle baskı altına girmiş ve Allah’tan bir yol gösterici istemiş kavim olarak düşünülmelidir. Zülkarneyn’in gönderilmesi üzerine bu kavim ondan kendilerini Yecüc-Mecüc’ten koruyacak bir sed (engel) inşa etmesini istemiş ve bunun için bir ücret ödemeyi dahi teklif etmiştir. Buna göre Yecüc-Mecüc kavimlerinin de Yafes’in torunları olduğu, ancak Zülkarneyn’e itaatten kaçındıkları söylenebilecektir. Zülkarneyn ifrat ve tefrite sapmak istemeyen “vasat kavim” olarak Türkleri demiri eriterek bir dağın arkasına yerleştirmiştir. Bu hadise, Türklerin kendilerini yeryüzünde bozgunculuk yapmak, ürünleri ve nesileri yok etmek için (2 Bakara 205) hareket eden kavimlerden ayırmak istediğini de belgelemektedir.
Anlaşılacağı üzere Türkleri dağın ardına yerleştiren ve onlara “Allah’ın ordusu” olmak üzere demiri işlemeyi öğreten rehber Zülkarneyn’dir. Eğer mesele böyle yorumlanırsa Zülkarneyn’in “Oğuz Kağan” veya “Mete Han” veya “Afrasyab” veya “Alper Tunga” olmayacağı vuzuha kavuşacaktır. Zira Zülkarneyn, Kur’an’da, yeryüzünde doğudan batıya dolaşırken karşılaştığı kavimlere hakikati anlatıp yol gösteren “yabancı” şahsiyet olarak tasvir edilmektedir. Diğer taraftan Türkleri “demir dağdan çıkaran demirci”nin ise Zülkarneyn’den bu bilgiyi öğrenen bir Türk olduğu açıktır. Türkler demir dağın arkasından “hanif toplum” olarak çıkmıştır. Zaman içinde bu kavmin bazı boylarının Hristiyan, Musevî, Budist, Zerdüşt olması genel olarak Türklerin “hanif” inançlı olmasını iptal etmemektedir.
Türklerin tarihinin Arapların tarihi olmadığı bir hakikattir. Milletlerin tarihleri karşılaştırmalı olarak ele alınırsa, Arapların paganizmden Müslümanlığa geçtiği, ancak Türklerin Hz. Peygamber’den önceki devirlerde puta tapmadığı gerçeği ile karşılaşılacaktır. Türkler Hz. Nuh’un töresi üzere yaşamış, Hz. İbrahim’in hanif dinine bağlı kalmış ve Zülkarneyn’in rehberliğinde hanif inançlarını sağlam tutmuş bir muvahhid kavimdir. Dolayısıyla Türk tarihi hanifliğin tarihidir. Diğer taraftan tarihi araştırmalarda “Arapların İslâm’dan önce ve İslâm’dan sonra tarihi” şeklinde bir başlık kullanılabilecektir. Zira, Hz. Peygamber tebliğine başladığında Kureyş kavmi ve bütün Araplar puta tapmakta, Kâbe’nin içinde putlar bulundurulmaktaydı. Bütün Araplar “paganlaşmış Hacc” ritüeline katılıyor, Kâbe’yi çıplak tavaf ediyordu. Arap yarımadasında tevhid ehli fertler bulunmakla beraber, tevhid ehli bir topluluk bulunmamaktaydı. Oysa Türk kavimleri arasında Hristiyan, Musevî, Budist topluluklar bulunmakla beraber bütüne bakıldığında bu milletin “tevhid ehli” olarak yaşadığı hususu, Orhun Yazıtları vesilesiyle ifade edilebilecektir. Tek Tanrıcı bir anlayışla devlet eliyle dikilen bu yazıtlar paganizme yaklaşmadığı gibi, Türk hükümdarlarının Tanrı tarafından tahta çıkarıldığını da ilan etmektedir. Türk yazıtlarında ortaya çıkan “Tanrı’nın seçtiği hükümdar” tasavvuru, Türk hakanlarının “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olarak hareket etmeleri için seçilmiş değildi. Bu hakanlar “açları doyurmak, yoksulu giydirmek ve az milleti çok etmek (sulh toplumunu temin etmek)” amacını gerçekleştirmek, yani töreyi uygulamak üzere milletin başına geçmekte ve bu görev kendilerine “Kurultay” denilen meclis tarafından verilmektedir. Töre’yi uygulayamayan hakanın kendisine Tanrı tarafından verilen kut geri alınmakta, böylece halkın “törenin uygulanması”nı isteme hakkı doğmaktadır. Türk hakan tipi siyaset tarzının Kur’an’daki yansıması, Hz. Davud’un halifeliği ile ilgili ayette de yer almaktadır: “Ya Davud! muhakkak ki biz seni arzda bir halîfe kıldık, imdi nâs (insanlar) arasında hakk ile hükmet de (keyfe) hevaya tabî olma; ki (heva) seni Allah yolundan saptırmasın.” (38 Sâd 26). Türk devlet teorisinde “hakk ile hükmetmek” konusunda referans alınan ilkeler “töre” tarafından belirlenmektedir. Fârâbîci yaklaşımla “Töre” kelimesinin şehri ilk kuran peygamberin getirdiği “Tanrı Yasası” olduğu ifade edilebilecektir. Hikmet Tanyu, “Töre” kelimesinin “Torah” kelimesiyle ilintili olduğunu da ifade ederek bu iki kelimenin “tanrısal yasa” olarak anlaşılabileceğini işaret etmektedir. (3) Tora/Torah kelimesinin ise “Hz. Musa’ya indirilen ve Tanrı buyruklarını kapsayan ilahi kitap” olarak tanımlandığı hatırlanmalıdır. Tarihteki Türkler “hanifliğin toplumsallaşması”nın antropolojisinin örnekliğini vermektedir. Hanifliğin tarihi, eski Türk toplumlarının geliştirdiği yaşamda mündemiçtir.
Dipnotlar:
(1) “X. yüzyılın ilk çeyreğinde Sütkent’te İslâmiyet’i kabul etmiş kalabalık bir Türk topluluğunun yaşadığı kaydedilmektedir. Bu topluluğun Oğuzlar’dan oluştuğu konusunda şüphe yoktur. Yine aynı dönemde Fârâb-Kence ve Şâş (Taşkent) arasında Oğuz ve Karluklar’dan İslâmiyet’i kabul etmiş 1000 çadıra yakın bir topluluğun yaşamakta olduğu bilinmektedir. Tarihçiler, 349 (960) yılında 200.000 çadırlık bir Türk topluluğunun müslüman olduğunu bildirirler. Bu Türk topluluğu Karahanlı hânedanının hâkim bulunduğu yerlerdeki Yağma, Karluk, Çiğil, Tohsı ve diğer Türk kavimlerinden oluşmaktaydı. Oğuzlar arasında da X. yüzyılın ikinci yarısında İslâmiyet’in epeyce yayılmış olduğu anlaşılmaktadır. Son Sâmânî emîri İsmâil b. Nûh’un, Mâverâünnehir’i Karahanlılar’ın elinden geri almak için giriştiği faaliyetler sırasında Oğuz yabgusunun yanına giderek onunla ittifak yaptığı, dünürlük kurduğu ve yabgunun daha sonra müslüman olduğu kaydedilmektedir (392/1002). Orta Asya’da İslâmiyet’i ilk kabul eden Türk kavmi Balasagun ile Mirki arasında yaşayan Türkmenler olduğu için Mâverâünnehir müslümanları Oğuzlar’dan müslüman olan zümrelere Türkmen adını vermişlerdir. Bîrûnî’nin sözleri de bunu teyit etmektedir. Gerdîzî ve Beyhakī gibi Gazneli tarihçiler de Oğuzlar’ı “müslüman Türk” anlamında Türkmen adıyla anmışlar, buna karşılık Yakındoğu müellifleri onlardan Guz (Oğuz) diye söz etmişlerdir. Oğuzlar’ın kendilerine verilmiş olan Türkmen adını uzun bir süre benimsemedikleri, Türkmen’in XIII. yüzyıldan itibaren Oğuz’un yerini almaya başladığı bilinmektedir. Oğuzlar’ın ve genellikle Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesinde müslümanlarla aralarındaki ticarî münasebetlerin önemli bir payı vardır.” (Sümer, 2007: 326).
(2) (Tevrat, I. Tarihler, 22/6-11): “Davut, oğlu Süleyman’ı yanına çağırdı. Onu İsrail’in Tanrısı RAB için bir tapınak kurmakla görevlendirdi. Sonra Süleyman’a şöyle dedi: “Oğlum, Tanrım RAB’bin adına bir tapınak kurmak istedim. Ama RAB bana, ‘Sen çok kan döktün, büyük savaşlara katıldın’ dedi, ‘Benim adıma tapınak kurmayacaksın. Çünkü yeryüzünde gözümün önünde çok kan döktün. Ama barışsever bir oğlun olacak. Onu her yandan kuşatan düşmanlarından kurtarıp rahata kavuşturacağım. Adı Süleyman olacak. Onun döneminde İsrail’in barış ve güvenlik içinde yaşamasını sağlayacağım. Adıma bir tapınak kuracak olan odur. O bana oğul olacak, ben de ona baba olacağım. Onun krallığının tahtını İsrail’de sonsuza dek sürdüreceğim.”
(3) “Türk Lügati, ‘Töre, Tora’ hakkında usul, kaide, kanun, nizam, âdet, yasa, (yasak), tedip, mücazat, adalet, (tüzük) ile ilgili demekte ve Tercüme-i Burhan-ı Katı’dan şu nakilde bulunmaktadır: ‘Kaide ve kanun ve âdet manasına gelir; Türkî de töre tabir olunur.’ Bu geniş sözlükte Töre kelimesinin, Türetmek (kanun ve nizam koymak) ile bağlantısı olduğu ve türemek-üremekten geldiği açıklanmakta ve Töre ile Tora (Tevrat) arasında bir ilgiden de bahsedilmektedir.” (Tanyu, 1978: 100).
Kaynaklar:
- Câhız (Ebu Osman Amr b.
Câhız), Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri,
Mütercim: Ramazan Şeşen, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları,
1967. - Ebu Hanife, İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri, çeviren: Mustafa Öz, İFAV Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1981.
- Kazancı Ahmet Lütfi, Bi‘set, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 6, 1992.
- Sümer Faruk, Oğuzlar, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 33, 2007.
- Tanyu, Hikmet, Türk Töresi Üzerinde Yeni Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XXIII, ss: 97-120, 1978.