Ayşegül Genç’in yedinci
kitabı “Ceylan Uykusu” yirmi öyküden oluşuyor.
İstikrarlı bir yazı hayatı olan Genç, bir söyleşisinde “sırat-ı müstakim üzere yaşayan sıra dışı yazar” olmak gerektiğini belirtir. Bu söyleşinin başka bölümlerinde yazma eyleminin ahlâk ile ilişkisi dile getirilir ve Müslüman yazarın “kent gezgini” olamayacağı işaret edilir: “Gençler ahlak ile donanmadan yazmanın risklerini akıllarının bir kenarında tutmalıdır derim. İyi ve kötü arasındaki çizgi silinsin diye uğraşan ve buna sınırsızlık/özgürlük diyen insanlardan bir kenara ayrılmalıyız. Bu yüzden Batı’daki gibi “flâneur” ruhlu bir hayat sürmemiz mümkün değildir.” (1) (2)
Yazarın bu ifadelerini
öykülerinin kritiği bakımından bir “anahtar” gibi kullanmak mümkündür. Ancak bu
kavrama dair açıklamaya yazının II. bölümünde yer verilecektir.
Bu makalede Ayşegül Genç’in “Çözülme” öyküsü merkeze alınacak, metni uzatmamak için bu öykünün “Reis’in Tost Makinesi”, “Ceylan Uykusu”, “Kül Taneleri” ve “Ağlamaklı Kızlar Gibi Sessiz Sedasız” öyküleri ile karşılaştırmalı kritiği yapılacaktır.
I. Ayşegül Genç’in Öyküsünde Kentleşme Süreci:
Kanaatimce yazarın
“çözülme” dediği şey, geleneksel toplumsal yapının kentleşme (modernleşme)
süreciyle karşılaşması neticesi yaşanan “yönsüz kalmalar”, “kırılma”lar ve
“savrulma”lar olarak da kavramlaştırılabilir.
Nitekim zikri geçen diğer
dört öyküde de kahramanlar alt sınıftan gelmekte ve kente tutunamayışlarını
aşmaya çalışmaktadır. Kente tutunanlar geleneksel toplumsal ilişkilerini ve değerlerini
terk etme eğilimi göstermektedir. Örneğin “Ağlamaklı Kızlar Gibi Sessiz
Sedasız” öyküsünde yaşlı adam, beyin felci geçirince iki oğlu onun büyük
ihtimal üç haneli bir gecekondu olan mülkiyetinin tapuda kendi üstlerine
devrini yapmak istemiş ama sağlık raporu alamadıklarından bunu başaramamıştır.
Bu anlatıda oğullar babalarının hastalığına vakit ayırmazlar, gelinler de
kayınpederlerine bir çorba bırakıp gündelik hayatlarına çekilirler. Ayşegül
Genç, akrabalık değerlerinin çöküşünü (çözülüşünü) başarıyla anlatır:
“Doktorun yaptırın dediği hiçbir
eksersiz yaptırılmadı, yaşlı adam zor olur diye bahçeye çıkarılmadı, bezlerle
silindi yıkanmadı, yanında onu hayata yeniden bağlayacak olan sohbetler
edilmedi, beş dakika uğrayan torunlar, bir çorba pişirip giden gelinler (…) Bir
yıl sonra yaşlı adam öldü” (Genç, 2019: 36-37).
Bu anlatıda, yaşlı adamın
bahçeye çıkarılmaması, öykü coğrafyasının “gecekondu” olduğunu gösterir. Türkiye’de
1950’lerden beri büyük bir kentleşme süreci yaşanmakta ve tüketim
alışkanlıkları hızla değişmektedir. 1950’de tarımda makineleşme nedeniyle
kırsaldan kentsele bir savrulma yaşanmış ve kent çeperlerinde gecekondu olgusu
görülmüştür. 1960-1980 arasında gecekondu bölgeleri ideolojikleştirilerek eski
geleneksel sosyal yapının çözülmesi amaçlanmıştır. Böylece aynı köyden gelen,
aynı kültüre sahip akrabalık ve hemşerilik değerleri “ideolojik kampların”
tesirine altına sokularak kurbiyetlerin (akraba ve yakınlıkların) parçalanması
istenmiştir. Gecekondu dönemi insan ilişkileri apartmanlaşma aşamasına
geçilirken yozlaşmış ve daha sonra Simmel’in “Metropol” tasavvurundaki gibi
kopmaya uğramıştır.
Ayşegül Genç, kitabının
ilk öyküsünde (“Reis’in Tost Makinesi”), bu iktisadî-içtimaî değişimi
vermektedir. Bu hikâyenin kahramanı Mehmet, bazlama, yufka bilmekte, ancak tost
nedir bilmemektedir. Anlatıcı, Mehmet’in tost ile lisede karşılaştığını, “evine
benzeyen, damı akan bir yurtta kaldığını” belirtir. Bilindiği üzere 8 yıllık
zorunlu eğitime 1997 yılında geçilmiştir. Türkiye’de kentsel toprağa ait rant
paylaşımı da iki tarihte görülmektedir: 1) 1980 sonrası kent merkezlerinde
gecekonduların yıkılıp apartmanların yapılması; 2) 2000 sonrası özel sektörün
devlet teşviki ile kent çeperlerindeki gecekonduları yıkarak gökdelenvarî
apartmanlar inşa etmesi. Dolayısıyla bu öykü 2000’lere doğru yaşamın
anlatısıdır. Türkiye’nin önünde üçüncü bir kentsel rant paylaşımı dalgası daha
vardır ve bu, apartmanların yıkılmasını hedefleyecektir. Ancak Türkiye, 2020
sonrası dönemde apartmanları yıkınca yerine ne yapacağına henüz karar vermiş
değildir. Fakat son tahlilde Türkiye’de yeniden büyük bir sosyal değişim
yaşanacağı aşikârdır. Ayşegül Genç’in öyküsü ifade ettiğim gerekçelerle 2.
dalga kentleşme sürecine geçiş sürecine aittir.
“Reis’in Tost Makinesi”
öyküsünde “sınıf karşılaşmaları” anlatılır. “Okulda göbekleri çıkmış, ucuz
sucuktan tiksinmiş arkadaşları ile farklı sınavlardan geçerek aynı sınava
hazırlanan Mehmet” bu sınıf karşılaşmasının bir tarafının yaşadığı koşulların
protipidir. Öyküde “zengin çocukları tostlu/ballı sütlü kahvaltı yaparken,
Mehmet tabakta kalmış üç zeytini yiyerek ve şekerli az demli çaydan bir fırt
çekerek” sınava girer ve neticede eşraf-bürokrat çocukları büyükşehirlerde bir
okul kazanırken Mehmet küçük bir şehrin küçük bir ilçesindeki yüksekokula
yerleşir. Öyküde fakir/garip karakterler henüz kente geçiş yapamamış
sınıflardan gelmekte ve bu nedenle de sosyal ağlarını “Reis” gibi bir tipe
bağımlı olarak tesis etmektedir. Zengin çocukları ise büyükşehirlerde “birey”leşmeyi
sağlayan bir eğitim sürecine girmektedir. “Eski Reis”in yerine geçen Mehmet,
ondan hem “imtiyazlıların yemeği” olan tostun fetişsel makinesini hem de “bir
telefon listesini” alarak mekândaki egemenliğe “atanır.” Eski Reis, “Ben mezun
oldum. Bu yurdun çocuklarını senin gibi birine emanet edebiliriz. Sen vatan
nedir, bayrak nedir biliyorsun” diyerek görev teslimini gerçekleştirir (Genç,
2019: 10). Mehmet’in “vatan-bayrak” bilinci şehit amcasından gelmektedir ve
muhtemelen yurda kaydı da bununla ilgilidir: “Şehit amcasının Türk bayrağı
önünde çekilmiş fotoğrafını ranzasının kenarına tutuşturdu” (Genç, 2019: 10). Görev
değişiminin neticesi olarak kendisine verilen tost makinesi, “sadece reisin ve
ona yakın olanların bir köşede gizlice çalıştırdığı bir âlet”tir. Mehmet “Reis”
olunca makineyi “kamusallaştırır” ve yurttaki öğrencilerin kullanıma açar.
Ayşegül Genç, öykü kahramanının bu “sosyalist” tutumunu bir teklif olarak
sunmaz. Zira, tost makinesinin kablosu alev alır, küçük bir yangın yaşanır ve makine
kullanılmaz hale gelir.
Ayşegül Genç’in öykülerinde
kapitalist topluma çözüm olacak “Ahilik” değerlerini işaret ettiğini ancak bu
yöndeki gayretleri “başarısız” kıldığını görmekteyiz. “Kül Taneleri” öyküsünde
de Müzeyyen Hanım’ın büyük oğlu okumak yerine meslek sahibi olmak ister; ancak,
hikâyenin sonunda çalıştığı atölyede çıkan bir yangında telef olur (Genç, 2019:
24). Bu öyküde Müzeyyen Hanım, oğlunun marangoz olma çabasına olumsuz (ve
uğursuz) bir yargı geliştirmiştir: “Ona anlatıyordum. Bak mühendis ol, teknik
okullar var, onları kazan (…) Hem bir marangoza kim kız verir Allah aşkına (…)
Elini ya da parmaklarını doğrayacak diye çok korkuyordum” (Genç, 2019: 22-23). Bu
öykü, kadınların kentleşme sürecine zihnen hazır olduklarını, geleneksel
iktisadî-sosyal yapının değiştirilmesi konusunda bilinçli tercihler
geliştirdiklerini de gösterir.
Yazar, öykülerinde
“ağlayan kadın” tiplemelerine yer vererek sosyal değişimin tabanını gösterir. “Ağlayan”
veya “kendine acıyan” kadın motifi, kitabın başlığını oluşturan “Ceylan Uykusu”
öyküsünde de görülmektedir. Bu öyküde namusu ve helal ekmeği için çalışan baba
ile kentsel kapitalist düzene okuyarak katılmak isteyen yeni nesil genç kadının
“anlam çatışması” anlatılır. Baba, “anasından doğduğu günden beri sanayide
çalışan”, kızını kent fırlamalarından korumak için kavga etmekten çekinmeyen
“sıkılı yumruk”tur. Kız, “liseden sonra unutulmuş şarkılar dershanesine
yazılıp, hiçbir zaman değer görmeyecekler fakültesinde okuduğu” gerçeğine
vakıftır. Bu öyküde bir okul eleştirisi de yapılır:
“Çıkınca iş bulamam (…) ben saçma
bölümlerin niye açıldığını biliyorum artık doktor. Güçlü babaların güçsüz
çocuklarının altına gerilmiş bir battaniye olsun diye, kanadı kırık kuşa
uzatılan bir dal parçası olsun diye (…) O okula gidip de o sıraya oturmazsam
otobüslerin, dolmuşların yolcusu kalmayacak, belediyelerin halka hizmet olarak
dönecek işleyişinin bir çarkı kırılacak” (Genç, 2019: 19).
Ayşegül Genç, bu
öyküsündeki “kapitalizm eleştirisi”ni babanın ölümü ile yarım bırakır. Anne, ağlamamak
için dişlerini sıkarken, öykü kahramanının “gardı düşer.”
“Ağlamaklı Kızlar Gibi
Sessiz Sedasız” öyküsünde de “ağlayan kadın” tiplemesi yapılmaktadır:
“Konya’nın bu mahallesinin kızları
hep ağlamaklıydı işte. Meram’ın, Selçuklu’nun otobüs duraklarında bekleyen şık
ve mesafeli kızlar gibi değildi bu kızlar. Eteği pardösüsünden uzun olan,
çantası ayakkabısı ile uyumsuz, bir bakışı hoş görüp ikincisini tersleyen,
güzel gülümseyen ama kahkaha atmasını bilmeyen, bu yüzden sesli güldüğü zaman
rahatsızlık veren (…) ailesinde muhakkak bir hasta ya da engelli olan, anasının
dizlerini, halasının omuzlarını ovan, kuşluk sofrası, öğlen yemeği, yat geber
ekmeği derken ömrü sofra kurup toplamakla geçen, nazlı kızların akmasın diye
uğraşılan gözyaşlarına inat (…) verilenden fazlasını almayan (…) ağlamaklı
kızlar” (Genç, 2019: 35).
Bu öyküde gecekondu kızlarının İslâmî sünnete uygun hayatı fakirliğe uygun bir hayat biçimi haline getirdikleri ancak Meram’ın, Selçuklu’nun “muhafazakâr” kızlarında başka bir hayat tarzının geliştiği anlatılır. Verilmedikçe almayan İslâm ahlâkına bağlı kadın karakterler gecekondu bölgelerinde yaşarken, varsıl mahallelerde şıklıkları/debdebeleri ile görülen zenginlere alttan alta özenerek hayat sürerler. İslâmî hayata dair değerlerin fakirlikten mi geldiği yoksa ontolojik mi olduğu hususu öyküde ayrıştırılmış değildir. Bu “ayrıştırılmama” olgusu “Çözülme” öyküsünden hareketle örneklenebilecektir.
II. Ayşegül Genç’in “Çözülme” Öyküsüne Kritik Bir Bakış:
“Çözülme” öyküsüne
odaklanarak kitabın kritiğine yönelmemin nedeni, yazarın bu öykü ile Türkiye’de
muhafazakâr sosyal grupta gördüğü değer yitimi eleştirisine yaklaşma çabasıdır.
Öyküdeki metin altı tez ile yazarın söyleşisindeki tezlerin uyuşup uyuşmadığı
hususu bu makalenin sorusu olarak kabul edilmelidir.
“Ceylan Uykusu” adlı öykü, bir babanın ölümünü anlatırken alttan gelen fakir semt kadınlarının kent karşısında yapayalnız kalışlarını anlatır. “Çözülme” hikâyesinde ise “başörtülü kadın” artık kentsel mekânda istihdam edilen biri olarak görülür. Dolayısıyla zaman akmış, çeperin muhafazakâr başörtülü kadınları artık merkezde görünürlük kazanmıştır. O halde bu öyküler arasında mukayese yapılabilecektir. Bu bölüm, yazarın söyleşisinde dile getirdiği yazarlık anlayışının “Çözülme” öyküsü ekseninde kritiğine ilişkindir.
A. Flâneurlük Eleştirisi:
Ayşegül Genç’in
flâneurlüğü eleştirmesi modernitenin anlatı şekli olan “öykü” ve “roman”
türünde eser veren bir yazarlık cehdi için çelişkili ifadedir. Zira Walter
Benjamin’in anladığı anlamda flâneurlük “Hayatın rutin akışı içinde geçmişin
gerçek resminin kaybolup yitmesi karşısında bir düşünür-gezer olarak, bir görür-gezer
olarak hareket etmektir. Yaşanan zamanın bize iletmek istediği mesajı ancak
flâneurlüğü meslek edinmişler algılayabilir” (Oskay, 2007: 13-14).
Benjamin için alt yapı,
materyallerdir ve duyularımızla yaşanmış, deneyimlenmiş olan datanın
oluşturduğu bir ‘topluntu’dur. Üst yapı ise, metafordur. Metafor, alt yapının
idrakidir (cognition). Alt yapı ile onun idraki arasındaki denkliği
(correspondant) sağlayan metaforlardır.
Ahmet Sarı da makalesinde “Flâneur kavramanın, hele de edebi flâneurlük ve düşünsel flâneurlük kavramlarının sadece kuru kuruya gezme, orda burda sürtme, başıboş biçimde dolaşma ve aylaklık etme kavramlarından farklı olduğu bir gerçektir” der (Sarı, 2012: 289). Ahmet Sarı farklı yazarların “flâneurlük” hakkındaki görüşlerini naklederek flâneurün eyleminin “şehri okumak” olduğunu belirtir. Flâneur, gezme yoluyla sokakları, yapıları, mimarî yapıdaki her bir işlemeyi, oymaları, insanların kültürünü, davranışlarını gözlemler ve her ayrıntıyı adeta mors alfabesindeki harfler gibi ele alır. Ahmet Sarı, flâneurün Baudelaire tarafından kitlenin “gözlemcisi” veya “bilinçli aynası” olarak anlaşıldığını belirtir ve Türk edebiyatında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da bir flâneur gibi Ankara, Bursa, Erzurum, Konya, İstanbul’u gezip bu şehirleri entelektüel bilinçle kuşattığını, bir kazı yaptığını yazar (Sarı, 2012: 298). Bu izaha göre öykü ve roman türünde yazan birinin flâneurlüğü kaçınılmaz olarak yazma eylemine dahil etmesi gerektiği ortaya çıkar.
B. Kişisel Tecrübelerin Toplumsal Arkeolojinin Önüne Geçmesi:
Ayşegül Genç’in öyküsüyle
ilgili olarak işaret edilmesi gereken ikinci dikkat, öykünün anlatıcısının
flâneurlüğü ideolojik olarak reddetmesinin kendisini koşulladığı pozisyona
aittir. Yazar, söyleşisinde öykü yazarken hangi kaynağa başvurduğu hususuna
dair izahta bulunur: “İlk romanım anılarımdan/acılarımdan izler taşısa da
otobiyografik bir roman değildi. Acılarımız da anılarımız da üretimin
kaynağıdırlar. Romanda mahremi nasıl aşarım düşüncesiyle çok boğuşurum.”
Böylece yazar tanıdığı, göz temasında bulunduğu
ya da tesadüfen karşılaştığı şahıslara toplumun bütününü kapsamayan bir mağduriyet
tarihi giydirir. Kapitalist ekonomik ilişki sisteminde kadının reklam veya
görselleştirilme çalışmalarıyla nesneleştirilmesi konusu yeni bir olgu
değildir. “Çözülme” öyküsünde de kahraman, başörtüsü yasağı nedeniyle bir
holdingde muhafazakâr-dindar hissedarların paralarını şirkete aktarmalarını
sağlayacak “reklâm nesnesi” olarak istihdam edilmektedir. Başörtülü Müslüman
kadının sermaye için nesneleştirilmesi Ayşegül Genç tarafından başarıyla tasvir
edilir:
“Burası
idari bina. Köşede yerim var. Girenler basamakları çıkmadan önce bana doğru
bakıyorlar. Sebebini çok sonra anlıyorum. İyi bir vitrin malzemesiyim.
Holdingin dindar hissedarları geldiğinde gözlerinin aradığı boşluğu dolduracak,
başka bir boşluğum. Efendim başörtüsü sorunu yüzünden bu kızlarımıza destek
oluyoruz alicenaplığı yayılıyor giriş katının soğuk duvarlarına” (Genç, 2019:
28-29).
Ancak müellif, büyük ihtimalle flâneurlüğe eleştirel yaklaşımı nedeniyle güncel toplumsal arkeolojiye dayanmamakta ve bu nedenle de “Çözülme” öyküsünde başörtülü kadınların sermayeye yaklaştıkları sahalardaki sosyal değişimlerini aktarmamakta, 1990-2000 arasında kent çeperindeki kadınların “acıları”na nazar etmektedir. Bu konuyu “C” maddesinde açacağım.
C. Öykünün Kendini Tüketmesi, Güncellik Krizi:
Ayşegül Genç’in “Çözülme” öyküsünü başarılı
görmek mümkünse de bu anlatı, eskimiş bir konuyu yeniden anlatarak “mükerrerlik
riski”ne bağrını açmış gibidir.
Başörtüsü yasağının 2013’te kalkmasından sonra o yasaktan mağdur olan kadınların bürokraside yer aldığı, görece üst-orta sınıfa sıçradıkları teslim edilmelidir. 2019 koşullarında başörtülü bir kadının sekreter olarak çalışması “başörtüsü yasağı” gerekçesine değil, genç işsizlik oranlarının yüksekliği ile açıklanabilir. Dolayısıyla 2019’da kitap olarak yayımlanan bir öykü kitabında “holdingde çalışan başörtüsü mağduru sekreter kız” tiplemesinin “arkaik” kaldığı ifade edilebilir. Öykünün, yazıldığı tarihte “güncel” olması yeterli olmamakta, onun bir kitabı oluşturan metin olarak yayımlandığı tarihteki güncelliğinin de dikkate alınması gerekmektedir.
D. İdeoloji ve Hikmet:
Yazar söyleşisinde kendi kurgu anlayışını
anlatırken, ideolojik duruşun metne dahil edilmesi gerektiğini, bu ideolojinin
ahlâkî olgunluğunun yazar tarafından kazanılmış olmasını, metnin kişisel
acılardan hareket ederek toplumsal problemlere çözüm getirmesi gerektiğini
belirtir:
“Pek
çok yazar sözün ve tekniğin büyüsüne fazlaca kapılıp bir teklif sunma
noktasında sınıfta kalıyor. Sanat insanı yüceltir. En kötüsü bile belirli bir
noktaya kadar ulaştırabilir insanı. Peki, yükselmek iyi bir şey midir? İnsan
acıya da yükselebilir, gözyaşına da ölüme de. İyi sanat insanı yükseldiği yerde
başıboş bırakmayan sanattır. Bu noktada yazarın sorumluluğu devreye girer.
İşçiliği devreye girer. Batılı bakış açısı ve Batılı zihin dünyası ile zaten
Batı’dan gelen bir tür olan romanı yazınca geriye Türk romanına dair ne kalır?
Asıl kafa yormamız gereken soru budur.”
“Çözülme” öyküsünde
sekreter-anlatıcının “aynı sorunlar (başörtüsü yasağı) nedeniyle kendisine
yaklaştığı” arkadaşı Esra, bir avukat bürosunda çalışmaktadır. Avukatın evli ve
mutsuz olması onun Esra ile gönül ilişkisi geliştirmesine yol açmış, kadın da
bu ilgiye müspet cevap vermiştir. Sekreter (anlatıcı), konu kendisine açılınca
tepkisi ideolojik olur:
“Yapacak bir şey yok diyor Esra.
Sevdim diyor (…) Hatayı hataya bağlama diyorum. Yüzümde bağın koptuğuna dair
bir iz. Suratıma yayılan bir acı. Tokadın etkisiyle çıkıyorum. Ben üzerime
düşen görevi yaptım. Uyardım. Uyardım mı? Hakaret mi ettim yoksa? Ettim. Ben ki
anlayışlı” (Genç, 2019: 30-31).
Görüldüğü üzere “Çözülme” öyküsünden alıntıladığım bu anekdotta ideoloji, ahlâkî olgunluğu yansıtamamıştır. Hikâye kahramanı, Esra’nın evli bir adamın “sevgilisi” olma kararını eleştirirken haddini aşar ve hakaret eder. Böylece hikâye kişisi de “çözülme”ye yönelik tepkilerinde “hikmet ve güzel öğüt”le davranamayan bir karakter örneği haline gelmiştir. Bu, çelişkidir.
E. Kurguda Hata, Erilliğin Kışkırtması:
“Çözülme” öyküsünde kurguda bir hata yapıldığı
da ifade edilmelidir.
Öyküdeki sekreter, işini iyi yapamamaktadır:
“İşini
iyi yapamayan tek kişi benim (…) Bağlamayı öğrenemedim hâlâ. Dahili numaralar
orada yazıyor (…) Dahili numaraları karıştırıyorum. Es kaza dışarıdan
patronlardan biri arasa, sesini tanıya(mıyorum)” (Genç, 2019: 28).
Kurguda, sekreterin işine
son verilmesi, işini yapamaması (telefonları dahili hatlara bağlayamaması)
nedeniyle değil, patronların arkadaşlarından birinin sekreterle tıpkı
Esra-avukat ikilisinin ilişkisine benzer bir ilişki teklifini reddetmesi sonucu
gerçekleşir. Oysa sadece sekreterin işini yapamaması kurgu açısından yeterli
olmalıdır. Ancak müellif, holdingdeki “değer çözülmesi”ni uç noktalara
taşıyarak sekreteri “namusunu koruyan kahraman” olarak karakterize etmekte,
erkeği ise kategorik olarak kadının cinsel varlığından yararlanan bir varlık
kılmaktadır. Kurgu, holding patronlarını ve muhafazakâr zengin erkekleri
cinselliği istismar eden tiplere indirgemektedir. Ancak kurgu, sekreter kadının
başarısızlığını, meslekî yetersizliğini görmemektedir.
“Çözülme” öyküsünün son
sahnesinde de benzer bir “erkek cinselliği indirgemesi” vardır. Mesai bitiminde
holdingin servis otobüsüne binen personelden işçiler ayakta, yöneticiler
oturarak seyahat etmektedir. Sekreter kız da erkek işçiler gibi ayaktadır. Bu
sahnede “erkek”, cinselliğini bastırarak kendini deforme eden bir “mahlûk”
olarak gösterilir:
“Ayaktaki yorgun işçiler yanlış anlarım diye bedenlerini sağa sola kasarak uzak durmaya çalışıyorlar. Tırnakları siyah bir genç beni görünce alelacele ellerini cebine sokuyor, atılacak bir iftirayı bu şekilde engellemeyi okumuş kızlar sayesinde öğrendiğini anlıyorum” (Genç, 2019: 32).
F. Öykünün Coğrafyası ve Ömrü:
Türkiye’de başörtüsü sorunu kamusal alanda dindar kadın kimliğine dair bir sembolün yasaklanmasıyla ortaya çıktı. İran’daki başörtüsü sorunu ise “başörtüsü dayatması” siyasetinin ürünüdür. İran’da nüfusun %30’unun Türkçe konuştuğu (Türk olduğu) ifade edilmektedir. Dolayısıyla eğer yazar, Selçuklu havzasının değer dünyasını yansıtabilirse Türkçe konuşan halkların coğrafyasına yerleşebilecektir.
Sonuç:
Kanaatimce “Çözülme”, kitaptaki
öykülerin asıl kavramsal temasıdır. Yazar gecekondu bölgelerinin
kentleşme-kapitalizm etkisiyle yıkılışını öykülerine metin altı tema olarak
yerleştirmiş, ancak kentleşme-kapitalizm eleştirisi sezgisel düzeyde kalmıştır.
Kahramanlar, kapitalizmle mücadele edecek güçlerini “kader” (yangın, felç,
ölüm) nedeniyle kaybetmişlerdir. Öykü kadınları “ağlayan, kendine acıyan”
karakterlerdir. Türk anlatı geleneğini inşa eden Dede Korkut hikâyelerinde
görülen kadınlar ise felâketler karşısında “alp kadın” tipler olarak ortaya
çıkmaktadır.
Dirse Han Oğlu Boğaç Han
Destanı’nda çocuğu olmayan Dirse Han, Bayındır Han tarafından kınanınca evine
gelir ve eşine kusurun kimde olduğunu sorar. Bu musibet karşısında kadın, “Hey
Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme, yerinden kalk, alaca
çadırını yeryüzüne diktir, attan aygır, deveden erkek, koyundan koç kes. İç
Oğuz’un, Dış Oğuz’un beylerini başına topla. Aç görsen doyur, çıplak giysen
giydir. Borçluyu borçtan kurtar. Tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır. Büyük
ziyafet ver, dilek dile. Olur ki, bir ağzı dualının hayır duası ile Tanrı bize
topaç gibi bir çocuk verir” der (Ergin, 1995: 24). Görüldüğü gibi bu destanda
kadın, gelen musibet karşısında kendine acıyan (ve ağlayan) bir tip olmadığı gibi,
aktarılan karakterler Hz. İbrahim ve eşi Hacer’in Allah’a duasını ve “kurban”
amellerini hatırlatır. Bu nedenle Dede Korkut destanı da Hz. İbrahim-Hacer
kıssası da hem coğrafya bakımından farklı kültürleri kuşatır, hem de hikemî
anlatı olarak kabul edilebilir.
Ayşegül Genç, işlediği ve
kurguladığı öykülerde başarılı temalara (mesajlara) ulaşabilmekte ve anlatımlar
yapmakta, ancak Batı’nın “flâneur ruhlu” yazar tavrını eleştirmek ve lokal problemlerle
uğraşmak nedeniyle Batı anlatısına alternatif bir öykü kurmamaktadır. İslâmî
değerler ve “sırat-ı müstakim” üzere gördüğü yazar eylemi (roman-öykü), müellif
için araçsal görülmektedir. Ancak bu araç, ideolojik kalmaktadır. Anlatıcı,
kendini kahramanların içinde gizlemekte ve gerçek anlatıcı görünmemektedir. Bu
teknik, yazarın “hakikati anlatmak” kaygısını da flulaştırmaktadır. Zira öykü
kahramanları “İslâmî” olanın rol modeli olmak bakımından bir türlü tutarlılık
gösterememektedir.
Bu kapsamda ifade
edilmesi gereken bir husus daha vardır. Türkiye’de başörtüsü bir devlet yasağı
iken İran’da başörtüsüzlük bir yasak olarak görülmektedir. Türkçe Balkanlardan
İç Asya’ya dek konuşulan bir dildir. Öykünün bu coğrafyadaki halkın (Türk
milletinin) ortak acılarına yönelmesi, onu hikmete yakınlaştırabilir ve
kapitalist modernleşmenin mekânı olan kentleri yaran bir coğrafyaya
taşıyabilir.
[1] Genç
Ayşegül, İrkilmek Saflıktır Çünkü, Röportaj: Ömer Yalçınova, dunyabizim.com,
İnternet erişim: https://www.dunyabizim.com/soylesi/aysegul-genc-irkilmek-safliktir-cunku-h31097.html, 27.10.2018
[2] Makale boyunca Ayşegül Genç’in Ömer Yalçınova ile yaptığı röportaja yapılan atıflar için “söyleşi” terimi kullanılacaktır.
- Ergin Muharrem, Dede Korkut Kitabı,
Boğaziçi Yayınları, 1995
- Genç Ayşegül, Ceylan Uykusu, İz
Yayıncılık, 2019
- Genç Ayşegül, İrkilmek Saflıktır Çünkü,
Röportaj: Ömer Yalçınova, dunyabizim.com, İnternet erişim:
https://www.dunyabizim.com/soylesi/aysegul-genc-irkilmek-safliktir-cunku-h31097.html,
27.10.2018
- Oskay Ünsal, Yazan: Walter Benjamin,
Estetize Edilmiş Yaşam-Sanattan Savaş ve Siyasete Alman Faşizminin Kuramları
kitabına Sunuş, Derin Yayınları, 2007
- Sarı Ahmet, Flanörün Edebi Etiyolojisi
Dünya Edebiyatında Flanörlük, Flanör Düşünce kitabının içinde, Derleyen:
Hüseyin Köse, 2012