Skip to content

Posts from the ‘ev-şehir’ Category

Şehir-Kent; Ev-Konut; Medeniyet-Uygarlık ayrımlarının teorisi üzerine

“Uygarlık Medeniyet değildir; Kent ve Şehir birbirinden farklıdır; Konut ve Ev de birbirinden ayrı düşünülmek zorundadır” fikrini  yazı hayatımda farklı dönemlerde üç teorik temele dayandırarak savundum: 1) 2008-2015 arasında kaleme aldığım makale ve kitaplarımda Fârâbî’nin Fazıl Toplum-Batıl Toplum ayrımından hareket ettim; 2) 2015-2020 arasındaki metinlerimde eski Türklerdeki “Yürüyen Şehir-Göçer Evli Toplum” tasavvurunu Kent (Konut) & Şehir (Ev) çelişkisini açıklayan bir model olarak ele aldım; 3) 2020’den sonra Mukaddime (İbn Haldun) okumalarımdan vardığım sonucu, şöyle açıkladım: Müellifin Bedevî-Hadârî kavram ikilisi Köy-Kent çelişkisine denk gelmektedir. İbn Haldun, “Köy ve Kent olmayan bir varlık olarak Şehir” oluşumunu gözleyememiştir.

Kent-Şehir ayrımına delil olarak sunduğum üç teorik yaklaşıma, düşünce dünyasında iki tavır geliştirilmiştir: a) Kent-Şehir ayrımını reddedenler: Bu zümre, Hz. Peygamber’in kurduğu “Medine”yi, antik kentler (Polis, Civitas) ile benzeştiren ekolü oluşturmaktadır; b) Kent-Şehir ayrımını benimseyenler: Bu zümre, kent-şehir ayrımını söylem düzeyinde dile getirmekte, ancak düşünsel olarak temellendirememektedir.

Entelektüel dünyamıza “kent-şehir birbirinden farklıdır” söylemi uzun süre reddedilmiştir. Son dönemde bu ayrımın kimi mimar ve yazarlarca dile getirildiği görülmektedir. Şehri “mimarlık” mesleğiyle ilişkili gören bu zümreler meseleyi ya “köye dönelim; köy evi inşa edelim” zihniyetiyle ele almakta veya “Türk Evi” kavramı altında mimarî projelerle şehir inşa etmeyi tahayyül etmektedir. Oysa Fârâbîci yaklaşımla şehir, mimarî bir oluşum, bir barınaklar iş sahaları kompleksi değil, “fazıl toplum” inşasıdır. Meseleyi bir mimarî nesne olarak ele alan zümrelerin geliştirdiği söylemler onları “şehir teorisyeni” kılmamaktadır.

Lefebvre, toplumların tarihini kırsal→endüstriyel→kentsel dönemler ekseninde değerlendirmekte, ilerlemeci bir tarih fikri geliştirmektedir. Lefebvre, geçmişteki örgütlü toplumsallıkları “şehir” olarak tanımlamakta, insanlığın gelecek tarihinde ise “kent toplumu” olarak yaşayacağını varsaymaktadır.

Lefebvre’in kent-şehir ayrımı, tarafımdan ileri sürülen şehir-kent ayrımına bir alan açmaktadır. Lefebvre, tarihsel geçmişteki şehir oluşumunun “fizikî olgu, nesne” olduğunu ifade ederken, geleceğin kentinin “süreç halinde toplum” olduğuna işaret eder. Lefebvre’in görüşüne benzer ama onun zıddı bir perspektif olarak tarafımdan ileri sürülen şehir, bir toplum varlığı iken; kent, fizikî-mekânsal bir pratiktir. Bu bakımdan 2008-2023 arası geliştirdiğim “şehir teorisi”nin dördüncü teorik kaynağının Lefebvre’in Kentsel Devrim kitabına eleştirel yaklaşımla kendine yol aradığı söylenebilecektir.

Lefebvre’in paradigmasından farklı olarak ele aldığım “Şehir”, bir cihan devleti teorisidir. Benzer noktaları olmakla beraber temellendirmeye çalıştığım “Şehir”, Lefebvre’in “kent toplumu” yaklaşımının bütün insanlığın kentsel devrimini olumlamak fikriyle çatışmaktadır.

Dindarlığın Kentsel Süreçte Kapitalistleşmesi

Pek çok kişi benim Nurettin Topçu’ya intisabım nedeniyle “köycü” olduğumu düşünüyor. Topçu bir İbn Halduncu, ben ise Fârâbîciyim. Bu nedenle metinlerimde “köy” vurgusu, “şehrin cüzü” olarak önemsenmiştir. Yoksa “şehirleri ve tüccarları insanın kemâl yolculuğunda bela” gören düşünce ile akraba değilim.

İki Anahtar İle Ömrün Takas Edilmesi:

1995’den itibaren yazmayı önemsediğim konu, muhafazakârların merkeze gelme, sanayileşme, kentleşme (hadarîleşme) temayüllerinin Batı’ya cevap veremeyeceği, hatta bu kesimleri dönüştüreceği hususu idi. 1995-2015 arasında yazı hayatımı teksif ettiğim “şehir-kent”, “medeniyet-uygarlık” konuları bir anlamda “Toplumsal dönüşümü nasıl Batılı olmayan bir yoldan sürdürebiliriz” problemini mesele edinmekteydi. Bugün geldiğim noktada artık “kent eleştirisi” yazmanın anlamının kalmadığını görüyorum. Nitekim neredeyse 2015’ten beri şehir üzerine pek yazmıyorum. Bunun bir nedeni, kent eleştirisi bağlamında kaleme aldığım kitaplarımın (Kenti Durduran Şehir, İnsanın Beşinci Zindanı, Şehir Sünnettir, Kent-İslâm ve Kapitalizm) meseleyi etraflıca işlemesi idi. Zaman geçtikçe kentleşmenin bir buhran olduğu muhafazakâr kesimlerce de anlaşılmaya başlandı. Bir zaman önce kentsel süreci eleştirdiğim için “sen git dağda yaşa” diyen muhafazakâr kesim, bugün yerleştiği kapitalist mekândan mutsuz olduğunu dile getiriyor. Bir zaman önce kent eleştirilerime katlanamayan muhafazakârlar, şimdi kent eleştirisi yapmaya başladı. Benim için bugün salt kent eleştirisi yapmak, ölü birine hayat öpücüğü uygulamak demek.

Türk toplumu neredeyse iki asırdır “bir ev, bir araba anahtarı” istiyor. Siyasetin her devirde bu talebe cevap verdiği ölçüde kendine alan açtığını da biliyoruz. Sadece Türkiye’de değil, küresel ölçekte geleneksel yaşam terkediliyor, kentleşme bir kanser gibi tabiatı kemiriyor. Bütün insanlık tarım merkezli üretim biçimini terk ederek kentlere göç ediyor ve başını sokacak konut, hareket etmesini sağlayacak otomobil, barınağında yaşamını rahatlatacak mobilya için kapitalist sistemle ömrünü takas ediyor.

Denklem şöyle kurulmuştur: Bir konut=20 yıl ÖMÜR. (Hesapta hata yok. Evet belki krediyi 10 yıllığına çekiyor. Onu 2 ile çarpıyorum; çünkü eşi de çalışıyor. Bu nedenle 1 Konut=20 yıldır).

Bugün (Ekim 2021’de) Ankara’da 3+1 (180 m2) sıfır daire 1.200.000 TL civarında. 1+1 (50 m2) sıfır daire ise 450.000 TL’den başlıyor.

Bunun anlamı şu: Kent pek çok insanı merkeze kabul etmeyecek ve varoşa itekleyecek. O halde bu ülkede son 40 yıldır “kente yürüme” mücadelesi niye verildi?

&&&

Muhafazakârlar Niçin Pozitivisttir:

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabımda muhafazakârların pozitivist olduğunu kendi metinlerinden hareketle ileri sürdüm.

“Ahlâk Ayaklanması” kitabım da bu kesimin “dindarlık” mücadelesinin aslında “seküler kesimlerin dünyasına yürüyüş” amacı taşıdığına işaret ediyordu.

Bütün yeryüzünde “tek biçimli bir kentsel toplum” kurgulanarak “kapitalist Pazar” inşa ediliyor.

Kentler böylece içindeki her şeyi metalaştırıyor.

Muhafazakâr kesimlerin kente yürüyüşleri, kamusal alanda dindarlığın yer tutma mücadelesi, devlete karşı bireyin özgürlük arayışı… Bütün bunlar sermayenin önünde engel oluşturan sosyo-ekonomik yapıların çözülmesi ile neticelendi. Sermaye, “sürüden ayrılan” herkesi kentin sömürülen emeği ve kentsel mal dizgesinin (konut, otomobil, meta) borçlusu kıldı.

İlerlemeye inançları dindarları pozitivist kılmaktadır.

&&&

Türklerin Yaylak-Kışlak Sistemleri:

Günümüzde Türk kimliğinin korunamaması, yaylak-kışlak üretim biçimini kaybetmiş toplumun kentsel mülkiyet düzeninde aranmalıdır. Eski Türkler yaylak-kışlak döngüsünü gözeten hayat tarzları ile “iki merkezli” mesken anlayışına sahipti. Böylece vatan toprağı boş kalmıyor, mevsime bağlı yaşama uygun üretim biçimi sayesinde Anadolu’da basılmadık yer bırakılmıyordu. Bu sistem aynı zamanda Allah’ın Anadolu’ya indirdiği her nimeti mevsime göre devşirip ileriki günlerinde sarf etme fırsatı vererek milleti iktisadî seferberliğin neferine dönüştürüyordu. Ormanlar, yaylalar, ovalar, su yolları, dağ patikaları, denizler adeta Türk’ün “millet” haline gelişi için Tanrı’nın yeryüzüne indirdiği iktisat meyveleri idi.

&&&

Trio’nun Mekân Tasavvuru ve Türk Kimliğinin Çözülmesi:

Türk kimliği bugün kentsel mülkiyet ile toprağı yurt (İL) kılan geleneksel sisteminden kopmaktadır. 10 yıllık konut kredisi, Türk kimliğini kentlere hapsetmiş, ekonomik-kültürel özgürlüğü ise mimarî (küresel fabrikasyon inşaat sektörü)-banka (sermaye)-imar (belediye) üçlüsünün iradesiyle inşa edilen gökdelenlerle takas etmiştir. Bu takas sonucunda günümüzde Türk kimliğini yansıtan şehirler inşa edilememektedir. Bunun nedeni bizim kentlerimizin Batı kentlerinin ve mülkiyet düzeninin metası olarak imal edilmesidir. Mimarî-banka-imar triosu, Türk kimliğini mekâna yansıtmayı düşünmemektedir.

Düşünelim ki, geçmişte Konya, Akşehir, Bursa, İstanbul gibi kentler Türkler tarafından fethedildikten sonra daha yüz sene geçmeden muazzam inşaatla yepyeni bir şekil almışlardı. Türkiye’nin bugün böyle şehirler inşa edememesi kimlik buhranını, kültür buhranını göstermektedir.

Modern kentlerimiz, Batı kentlerinin “metası (meta: alınır satılır mal, ticaret malı) ve pazarı” olarak konumlanmaktadır. Biz de bu kentleri satın alarak kendimizi metalaştırmaktayız. Geleneksel şehirler kendilerini “marka şehir” olarak tanımlamamaktaydı. Fakat bugün Batı kentleri ve onun bizim gibi ülkelerdeki taklitleri bir “marka”dır. Diğer ifadeyle artık modern insan satın aldığı şeyin sadece kullanım değerini değil, onun imajını da satın almaktadır.

Eğer bir malın sadece mülkiyeti değil, markası da satışa sunulmuşsa, müşteri mala sahip olmamakta, mal ona sahip olmaktadır.

&&&

Kent ve Kültür:

Türkiye’de mekân anlayışını belirleyen ana etken “kültür” değildir. Mekân anlayışını belirleyen etken, ithal edilen mimarî disiplin ve kapitalist kente rıza üretimidir.

Türk kültürü Batı’da rastlanan cemaat & cemiyet karşıtlığına dayanan bir yaklaşımla şehir inşa etmiyordu. Türk kültüründe mahalle sistemi uygulaması nedeniyle şehirlerde de “cemaat=topluluk=gemeinschaft” tipi bir hayat tesis edilebiliyordu.

Türk şehri Batı metropolü olmamıştı. Türk şehrinin metropolleşmesi kentleşme sürecinde belirginleşti. Şehirden kente doğru yaşanan dönüşüm İbn Halduncu perpektifle değil, Fârâbîci perspektifle izah edildiğinde anlamlandırılabilir. Şehirlerimiz “fazıl komşular” ile oluşan mahallelerini “sağır-duyarsız komşuluk” uğruna bozmuştur.  

Türkiye’nin kentleşmesini İbn Halduncu perspektifle izah eden aydınlar, bedâvetten hadârete doğru bir gelişim için mekânda ve toplumsal ilişkilerde radikal bir dönüşümü politize etti. Muhafazakârlık, kamusal alana giriş için geleneksel mahalleyi yıkmayı ve kültürden kopmayı zarurî görmekteydi. Zira geleneksel şehirde, geleneğin üretim biçimi, töre, cinsiyet rolleri, meslekî aidiyetler muhafaza edilmekteydi. Aydınlar bu “köhne yapı”da eğitimini aldıkları bilgi disiplinine uygun bir sosyo-ekonomik zemin bulamıyordu. “Eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlal.” demelerinin sebebi buydu.

Kültürün tarihe bağlılığı ve sürekliliği bulunmaktadır. Türk kentleşmesinin ise karakteri, tarihsizlik ve köksüzlüktür.

Kapitalizmin sermaye birikiminin aracı olan konutlar, kentleşmeye rıza üretmenin gerekçesi olmuştur. Türkiye sanayileşmeden kapitalistleşmenin yolunu konut üretimiyle kentleşmekle ve geleneksel mahalleleri rant alanlarına dönüştürmekle elde etti.

Şehir ve Fazıl İnsan:

“Şehir” kavramı onu var-kılan insanların birbirine saygı gösterip, haklarını koruduğu ölçüde bu isme lâyıktır. Bir şehrin sakinleri birbirinin haklarını gözetmemeyi temel ilke haline getirmiş topluluğa dönüştüğü oranda kentleşir.

Bir şehrin mimarisi, onu var-kılan insanların birbirine saygısı oranında diğer insanların manzarasını, güneşini koruyacak şekilde hayat bulur.

Bir şehrin mimarisi yoksulluk üretmeye başlamışsa, artık “şehir” kaybedilmiş, onun yerinde “kent” zuhur etmiş demektir.

Pek çok yazar Osmanlı dönemi şehirlerini (yardımlaşma, komşuluk ilişkilerindeki samimiyet, mahalle değerleri gibi kavramlar kullanarak) idealleştirmektedir. Gerçekte eski Osmanlı şehirlerindeki idealleşen değer mimari değil, mimarîyi belirleyen “fazıl toplum”dur.

Eski Osmanlı şehirlerini inşa eden kriterler şunlardı:

a) Malzemeyi israf etmeyeceksin.

b) Yapı malzemesi söküldüğü zaman, aynı malzeme yeniden inşa etmeye müsait olacak (betonda bu kriter yoktur).

c) Kimsenin güneşini kesmeyeceksin.

d) Tek başına yaşamayacaksın, topluluk (community) içinde olacaksın.

Yukarıdaki kriterlere müracaat edildiğinde modern insanın özlediğini iddia ettiği ve kendine örnek aldığı şehre geri dönmesi mümkün değildir. Çünkü modern insan dediğimiz varlık artık bireydir. O, kendi validesi ile bir saat bile geçiremeyecek derecede kentsel kapitalizmin kültürüne esir olmuştur.

Kerpiç veya ahşap evler inşa ederek de geçmişin şehrini yeniden günümüzde var kılamayız. Zira “şehir” kavramı binalar-yollar-köprüler ile inşa edilen bir mimarî tasarımı imlemez. Şehir kavramı “fazıl toplum”un mekânda kendini var kılmasıyla tecessüm eder.

Ne yazık ki, mimarlık fakültelerinde “şehir” inşa etmeye dair bir bilgi öğretilmemektedir. Zira “şehir” kavramı mimarînin konusu veya nesnesi değildir. “Şehir”, fazıl toplumun varlığa çıkmasıyla ilgili olduğundan o ancak “sosyal felsefe”nin konusu olarak anlaşılmalıdır.

Mimarlık fakültelerinde ancak “KENT” inşa etmeye dair bilgi öğretilir.

&&&

Gölge Etme:

Bana öyle bir KENT gösterin ki, “kimse kimsenin güneşini kesmemiş olsun.”

Size Anadolu’da pek çok ŞEHİR gösterebilirim ki, “kimse kimsenin güneşini kesmemiştir.”

&&&

Konut ve Akrabalık:

Yeryüzü ölçeğinde modernleşmenin (yıkarak yapmanın) getirdiği temel yıkım, akrabalık sistemi oldu. Aslında kentleşme de “cemaat”in (Gemeinschaft=topluluk) “cemiyet”e (Gesellschaft=toplum) evrilmesinin radikalleşmesi idi.

Batı’da “cemiyet”, Kilise’den çıkmıştı. Zira, Batı, Kilise dahil aileye karşıt idi. Kilise’nin “aile karşıtı ve erkek” kurum olarak yapılanması, kendi özündeki “ruhban” karakter nedeniyledir. Batı’da emeğiyle kazanmayan ve fakat emekleriyle geçinen insanların günahlarının bağışlanması ile kule (piramit) diken ruhbanlık, bekârdır. Batı’nın Kilise karşısına çıkan diğer ideolojileri de aileye uzak bir toplum sistemi teklif etti. Marksistler de feministler de aileyi reddederek toplum inşa ettiler. Batı ideolojilerinin aileyi reddetmesi, kent kanserinin yayılmasıyla sonuçlanmakta ve bu da “akrabalık” sistemini yıkmaktadır.

Bu süreç cemaati dağıtıyor ve KONUT SORUNU oluşturuyor.

Bütün yazılarımda Batı’nın kent yapılanmasına itiraz olarak akrabalığı temele koyan bir konut edinme yolu teklif ettim. Bu model aynı zamanda banka sisteminden çıkışı da içermektedir. Fakat kimi muhataplarım “hiç güleceğim yoktu, hangi akrabayla bu iş gerçekleşecek” demektedir. Akrabalığı öldürdüyseniz zaten vebal altında değil misiniz?

&&&

Konut ve Aile:

Türkiye’de “aile” meselesi muhafazakâr kesimde daha yeni tartışılmaya başlandı. Ailesiz bir dünyaya kentleşme sürecinde akacağımızı ve bunun büyük sorun oluşturacağını geçmişte bir iki (Havva’nın Evsiz Kızları, Evlerimizi Kaybediyoruz) kitabımda ele almıştım.

Aile meselesini tartışanların pek çoğu çözüm üretmiyor, politik söylem üretiyor.

Aileyi “akrabalık” sisteminden ve ekonomik bağlardan bağımsız ele alamayız. Aslında “Ev-lenmek” kelimesi dahi aileyi ekonomik bir temele yaslıyor ve akrabalık modeli getiriyor.

Bu arada “ekonomi” kavramı (“oeconomicus”), “aile yönetimi” demektir.

&&&

Düşük Birikimlerle Konut Sahibi Olmak:

Avrupa’da artan konut fiyatları protesto ediliyor.

Küresel ölçekte konut ve kira fiyatlanmaya başladı.

Konut krizini aşmanın yolu akrabalar arasında “ortak konut sistemi” kurmaktır.

Örnek: her sene 30.000 TL biriktiren aile, akrabası olan 10 aileyle 300.000 TL’lik konutu peşin fiyata alır. Tapu 10 kişi üzerine yapılır. Bu konut kiraya verilir. Ertesi yıl yeni bir birikim değeri belirlenir. Örneğin bu kez bir yılda beher aile için 40.000 TL birikim hedeflenir. O da yıl sonunda bir konuta bağlanır. Tapu yine hissedarlar üzerine yapılır. 10 sene bu sistemle 10 adet konut alınır. Satın alınan konutlar kira da getireceğinden bu kiralar üyelerin ertesi sene birikimlerinde “katkı payı” olarak kullanılır. 10. sene bütün konutların emlâk değeri eksper raporuyla tespit edilir ve hissedarlar arasında ya satılarak satış bedelinin pay edilmesi usulüyle ya da hissedarlar arasında denkleştirme yapılarak paylaşılır.

Bu model ancak akrabalığını koruyan bir kültürde tatbik edilebilir. Akrabalık yapısını kaybetmiş Batı’da bu model hayat bulamaz.

&&&

Müksüzsünüz:

Türkiye’de binaların kentsel dönüşümle yıkılıp yeniden yapılma süresi 50 yıla düştü.

40 yaşında kredi çekerek 30 yaşında binadan konut alan biri 60 yaşında yeniden borçlanacak.

Bu durumda “kat mülkiyeti” denilen sistem aslında “kullanma mülkiyeti”dir. Yani konut da alsanız, mülksüzsünüz.

&&&

Mekânın Karesi-Nüfusun Kare Kökü:

Muhafazakârlar hane içi nüfusu azaltan bir modernleşmeye uğrarken, yaşam alanlarını yani konutlarının m2’lerini büyütmeye de uğradılar.

&&&

Kedi ve Köpek Niçin Hayvan Değildir?

“Şehir sosyolojisi”, kentlerde insan-hayvan ilişkilerini incelemeli ve kentteki hayvan türlerine göre mimarî yapıdaki dönüşümü analiz etmelidir. Bu analiz yapıldığında Türkiye’de kentlerin “tabiatsız” olduğu yargısına varılabileceğini düşünüyorum.

Türk kentleri “hayvansız” yerleşimler haline geldi. Diyeceksiniz ki, “kedim ve köpeğim var.”

Onlar terk ediliyor. Ayrıca, sokaktaki kedi-köpekleri de “hayvan” olarak göremeyiz. Zira onlar sahiplerince evsizleştirilmiş (dünyasızlaştırılmış) canlılardır. Sokaktaki kedi-köpeklerin ekolojik sistemle bir ilişkisi yoktur.

Türkiye’de kentleşme süreci ekolojik sisteme dahil olmayı gözetmiyor. Hayvanlara karşı geliştirilmiş beşerî davranışlar bunu kanıtlar. Kentlerde eko-sistemi tamamlayan hayvan popülasyonu yok. Kedi-köpek besin zinciri içinde değil. Onlar “sokağa atılmış” varlıklar ve besinlerini tabiattaki diğer canlılar gibi elde edemiyor. Kedi ve köpek benim nazarımda acizleştirilmiş varlıklardır. Bunlar insanlar tarafından verilen gıdalara muhtaç yaşıyor veya çöpten buldukları artıkla besleniyor. Tabiatta bu iki yaratık gibi insana gıda bakımından bağımlı bir garabet bulunmuyor.

Eski Türk şehirleri hayvanlı şehirlerdi. Yani hayvanlar insanlarla yaşardı. Ancak bu hayvanlar kendi türlerinin karakterini korumaktaydı. Eski köpekler sürü beklerdi. Eski kediler fare avlardı. Bekçilik ve avcılık karakterini kaybeden “kentsel hayvan” fıtratı bozulmuş bir yaratıktır.

&&&

Hayvanların Kente İnmesi:

Domuzların kente indiği söyleniyor. Bu husus garipseniyor. “Domuzlar kente neden inmiş ola?”

Eski Türk şehirlerine göçler, kuraklık, açlık, hayvan merakı gibi nedenlerle hayvan ziyaretleri olurdu. Garip olan bu değildir. Garip olan günümüzde “şehre hayvanlar neden indi?” sorusunu soran zihniyettir.

Hayvanların kente inmesini yasaklayan ve onları gördükleri yerde yok eden soykırımcı düşünce beşeriyeti esir almıştır.

&&&

Hayvana Dönmek:

“Türk evi”ne dönülecekse, “hayvana dönmek” gerekir.

Türkiye’de çok geniş kesim “hayvan” denince kedi-köpek anlıyor.

“Türk evi”nde hayvan (kümes hayvanları, at, katır, koyun, inek=şehir hayvancılığı), EV’i Oikonomika kılar.

Modern insan ise EV sahibi değildir. Konut sahibidir.

&&&

İki Katlı Ev İstiyor muyuz?

Geleneksel evler genellikle iki kat yapılırdı. Alt katta ahır bulunur, üst katta hane halkı otururdu. Bazı evler ise, tek katlı olup yan tarafında ahır yapılırdı.

Türk evi, iki katlı olarak “Atlı EV” idi.

Türk evleri ekonomik ve ekolojik idi.

Alt kattaki ahırdaki hayvanın sıcaklığı evin üst katının ısınmasına katkıda bulunurdu.

Hayvanın (inek, koyun) sütü evin yoğurt, tereyağ, peynir ihtiyaçlarını karşılardı.

Hayvanın yünü yatak yapılırdı veya halı-kilim için kullanılırdı.

“İki katlı ev inşa edelim, böylece Türk evini inşa etmiş oluruz” söylemi boş bir söylemdir. Bu söylem ancak “sayfiye evi” inşa edebilir. Türkler tarih boyunca “hayvanlı toplum” olarak yaşadılar ve şehirlerini de bu nedenle “iki katlı” inşa ettiler.

İki katlı ev istiyor musunuz? Hayvanın olacak.

Hayvanlar Bizi Niçin Terketti?

İnsanlar bir hevesle evlerine aldıkları hayvanları büyüdüklerinde veya bakamayacakları engelleri ortaya çıktığında sokağa bırakıyor. Ev içinde köpek beslemek bir tür hayvanat bahçesi imalatıdır. Fakat insanlar bu iktidarı bile sürdüremiyor. İnsanların hayvanları sokağa terk etmesi topluma yönelik bir şiddet veya içtimai ortama bir “atık bırakma” eylemi sayılabilir.

Kapitalist sistem “hayvan sevgisi” meselesini eti yenmeyen hayvanlara yönelterek sürekli masraf çıkaran bir “canlı bekçiliği” imal etmektedir. Kapitalist kent sistemin koyun, inek, tavuk-kaz gibi hayvanlara değil de köpek-kedi-hamster’e yönelmesi gıda tekelciliği de sayılabilir. İnsanların gıdaya doğrudan ulaşmasını engelleyen kent modeli, insanlığın binlerce yıllık kültürel çoğulluğunu boğmaktadır.

Yaşadığımız dünya modern mi yoksa post-modern mi tartışmasına girmeden şu söylenebilecektir: Günümüz insanı gıda/kent/ulaşım sisteminin kölesidir. Bu kölelik “hayvan sorunu”ndan kaynaklanmaktadır. Modern kapitalist sistemin gıda iktidarı, “geçim ekonomisi”ni veya Mustafa Kutlu’nun ifade ettiği “kanaat ekonomisi”ni tasfiye etmiştir. Bu nedenle günümüz dünyasının temel felsefî sorunlarından bir HAYVAN’dır.

Modern toplum niçin insanlığa “hayvan” adı altında sadece kedi-köpek-hamster-fanustaki balığı özgülemiştir? Cevap şudur: Bu hayvanlar yenmemek için “imal edilmiş”tir.

Kapitalist modernite bugün insanlığa eti yenen hayvandan uzaklaştıran kent modeliyle gelmekte ve “hayvan yememelisin” demektedir. Oysa bütün hayvanlar hayvan yemektedir. Hayvanlar hayvan yemektedir. Bitkiler de hayvan artığı yemektedir. Kedi-köpek-hamster-fanustaki balık da hayvan menşeli gıdalarla beslenmektedir. Sadece insanlıktan “hayvan yememesi” istenmektedir.

Bu taksimleme, insanlık için “yapay kıtlık” tehdidi anlamı taşımaktadır. Tarih boyunca beşerî iktisadî sistemi ayakta tutan en büyük kaynak eti yenen hayvanlardır. İnsanlık eti yenen hayvanları yemeyip tabiata saldığı takdirde “vahşi tabiat” zaten bu hayvanları yemektedir. O halde insanların hayvandan yalıtılması insanlığa bir saldırı değil midir?

Eski Türklerin hayatına nazar edersek bu toplumların şehirlerinin “hayvanlı şehir”ler olduğu görülecektir. Türklerin evlerini kıl ve yünden imal etmeleri dahi “hayvanlı şehir” tasavvurunun bir yansımasıdır. Kıl, keçiyi; yün, koyunu temsil etmekte ve Türk’ü konuta borçlanmaktan azad etmekteydi. Yine eski Türkler şehirlerine “balık” demişlerdi. Çadır sisteminin biraz daha gelişmişi olan “balık”lar BALÇIK’tan imal edilmekteydi. Balık (kerpiç) ev, toprağa su ile karıştırılarak içine saman serpilirek ve karışım ayakla çiğnenip ezilmek suretiyle elde edilen “çamur”dan yapılmaktaydı. Türk şehirleri bu malzemeleri kaybederek varoluş tasavvurunu yitirmiştir. Türk şehirleri “hayvanlı şehir” tasavvurunu İbn Halduncu sosyolojiyle kaybetmiştir. Türkler yeniden Fârâbî’nin görüşlerine yaslanan bir şehir tasavvuruna dönmelidir. Gıdaya doğrudan ulaşmak, ancak şehir tasavvurunun değişmesi ile mümkündür.

Modern insanın “hayvansız” bir kentte yaşamaktan gocunması ve utanması gerekir. Zira modern insan, hayvanları sürgüne göndermiştir. Kapitalizm, insan-hayvan ilişkisini kıran yapısıyla tabiata karşı konumlanmıştır. Modern kentler tüketim köleliği imal ederek insanlığı kanaat ekonomisinden, geçim ekonomisinden mahrum kılmıştır. Türkiye 1950’den beri Batı kentine öykünme çabasıyla tabiatı “tabiatından” koparmaktadır. Fıtratla düşman olan kentleşme düzeni, HAYVAN SORUNU’na neden olmaktadır. İnsanlığın başının belası SORU şudur: Hayvanlar binlerce yıldır insanlarla yaşarken bugün neden insanları betonlarına terk etmiştir?

Covid-19 ve Muhafazakâr Konutlar

İnsanlar kalkınacağız diyerek eve, arabaya borçlandılar. Gerçekte hayatlarının 10 yılını belki 15 yılını ev/araba ile takas ettiler. Kimse şu soruyu sormadı: Yarın borcunu bitirmek için ömrümü tükettiğim bu evin mülkiyeti kime kalacak. Ev benim ömrümü alıyorsa, ölüm ile mülkü kaybettiğimde ömür kimin olur?

Konut kredisi üzerinden ömür konutla takas edildi/ediliyor. Bankalar borçlulardan “hayat sigortası” talep ediyor. Demek ki bankalar konut borçlusunun ömrü ile mülkiyeti denkleştirmektedir. Kaç paralık mülke sahipsen o kadar paralık ömrün olduğu varsayılıyor. Eğer muhafazakâr nüfusun kendisi ömür ile konutu takas etmeyecek çözümler arasaydı hem konut fiyatları yukarı çekilmeyecek hem de “aile birliği” korunabilecekti.

Muhafazakâr taban: geniş nüfus (20 milyon konut borçlusu x 3 kişilik aile= 60 milyon insan), ömrü konuta endeksledi. Muhafazakâr aydınlar da “kentleşme dindarlığı artırıyor” yazıları yazarak faizle şişirilmiş konut=ömür denklemine teslim oldular.

Covid-19’un ortaya çıkardığı gerçeklerden biri şudur: Halkın sahip olduğu evler aslında kendisine yeterli idi. Fakat her şehre üniversite furyası, aileleri böldü ve konut açığına (öğrenci kiracılığına) yol açtı. Pandemiyle öğrenciler eve döndü, konutlar boş kaldı. Pek çok şehirde öğrenci fiziken okula gitmediğinden konut fazlası bulunuyor. Mülk sahipleri kiracı bulamıyor. Bu şunun göstergesidir: Türkiye’de aslında konut fazlası vardır. Konut açığı olması için fiziken okulların açılması gerekir.

Şu söylenebilir: İfadelerini neye dayandırıyorsun? Söylediklerin tamamen genelleme!

Cevabımı şöyle destekleyeceğim: 2020’de Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’nde kayıtlı toplam konut sayısı eylül sonu itibarıyla 38,4 milyon oldu. TÜİK 2017 verilerine göre, 22 milyon 206 bin 776 hane halkı bulunuyor. Demek ki Türkiye’de “güçlü aile” gerçekleşirse konut fazlasının olduğu ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin konut açığı, eğitim sisteminden kaynaklanmaktadır. “Herkesin üniversite okuması gerekliliği” düşüncesi hatalıdır ve ülkenin konut sorununun baş sebebidir. Devam edelim:

Rant arayışı: Muhafazakâr nüfus emlâk üzerinden aile yapısını bozacak bir “kira toplayıcılığı” zihniyetine sahip oldu. Eğitimin pandemi nedeniyle internete çekilmesiyle emlâk sahiplerinin konutlarını kiraya verememesinin açıklaması budur. Muhafazakârlık seküler ve laik kesimlerle kültürel çatışmaları bırakıp ekonomik tercihlerinin, yani “bedavadan gelir-rant” eğilimlerinin özeleştirisini yapmalıdır.

“Aile çöküyor” söyleminin dayanaksızlığı: Muhafazakârlar tabandaki söylemlerinde bir taraftan “aile çöküyor” demektedir. Diğer taraftan aynı muhafazakârlar “herkes üniversite okusun” diyerek üretim temelli bir toplum istemediklerini ifade ettiler. Muhafazakâr kesim “benim evladım sanayide, fırında çalışmasın” demiştir. Demek oluyor ki, muhafazakârlık konut borçlanmasını “aile çöküyor” söyleminin gerekçesi olacak şekilde savundu. Zira hem “üniversiteli evlat sahibi olmak” ideali ile ailesini kendi eliyle parçaladı hem de kentlerdeki nüfus yoğunlaşmasını ve konutla büyümeyi rant arayışıyla imal etti. Covid-19 bu perdeyi indirdi. Muhafazakârların “aile çöküyor” söylemi bu hakikat nedeniyle içeriği olmayan, boş söylemdir. Bir toplum düşünün ki “evladımı üniversiteden mezun etmek için yaşıyorum” diyecek ve kendi elleriyle üstelik işsiz kalacağı pek muhtemel bir üniversite bölümü için kentlere gönderecek. Eğitimin aileyi böldüğünü görerek sürece dahil olacak. Nitekim, covid-19 ile eğitim internete çekilince, aileler “baba ocağı” kavramı ile yeniden tanışmıştır. Bu süreçte öğrencilerin tüketimleri üzerinden para kazanan pek çok kesim gelirlerini kaybedecektir. Demek ki Türkiye’de konut açığı değil üniversite fazlası nedeniyle “ailesizlik” olgusu bulunmaktadır. Covid-19 süreci bitmedikçe konutta büyük bir durgunluk beklenmelidir. Ailesizlik olgusu ise bu süreçte mutlaka tartışılmalıdır.

İhtirasla borçlanma, sosyal belediyecilikten uzak bir rant arayışı, “emtia olarak şehir”: Otomobil aldınız ama covid-19 nedeniyle onu kullanamıyorsunuz; borcunu ise 36 ay ödüyorsunuz. = Muhafazakârlık. Ülkemizde nüfusun yaklaşık 60 milyonu hanede çalışanların konut borçlarının doğrudan muhatabıdır. Türkiye’ye politika üretici kesimler (tüm partiler) “sosyal belediyecilik kapsamında ücretsiz konut edinme yolları açalım” dememişler, tam aksine kenti imara açalım demişlerdir. Belediyelerin asıl işlevi halkı köylerden toplayıp kentlere taşımak olmamalıydı. Tam aksine toprağa yerleşmiş olan halka İHTİYACI OLAN sağlık, okul, su, pazar, mahkeme hizmeti götürmek olmalıydı. Almanya’nın, Danimarka’nın başardığı “nüfusu coğrafyada yayan şehir” fikri niçin Hz. Peygamber’in Medine=Şehir Sünneti ortada iken muhafazakârlar tarafından başarılamadı? Çünkü kenti bir “emtia” gibi görerek her karışını kira/rant getirici bir yapılaşmaya gidildi.

İslâm reformizmi: “Enflasyon oranında faiz caizdir” diyerek 20 milyon (3 kişilik aile ise 60 milyon nüfuslu) konut borçlusu imalatı, bir tür İslâm reformizmidir. Avrupa’da da Reformistlerin en önemli özelliği faiz hakkında “müsamaha-kâr” yorumlarıydı. Türkiye’de kimse kapitalizmin geleneksel geçim modellerini yok ettiğini, esnaf/zanaatkâr/çiftçinin yok olduğunu ileri sürerek “muhalif söylem” inşa etme hakkına sahip değil. Zira Türkiye’de faize dair geliştirilmiş “reformist” yaklaşımlarla 20 milyon konut borçlusu (3 nüfuslu aile ise 60 milyon kişi) bankalara/kapitalizme bile isteye borçlanmıştır.

Geniş aile modelinin terkedilmesi, bereketin kaybedilmesi: Ülkemizde insanlar 1+1 (ana-evlat veya baba+evlat) aile olmak yerine bundan 40 sene önce olduğu gibi dede+nine+karı-koca+3 çocuk=7 kişilik AİLE olmayı şiar edinseydi, bu kadar konut yapılmayacak ve bankalar muhafazakâr hayata egemen olmayacaktı. 1980 yılından itibaren dindar aydınlar dedi ki: “Ben kayınvalidemle birlikte yaşamak istemiyorum. Hatta ben kendi evladımı emzirmek zorunda da değilim.” O günden sonra “aile” mefhumu Türkiye’de kaybedilmiş, ihtiyarlar “yaşlılar evi”ne itilmiş ve evlerdeki bereket kaybedilmiştir. Türkiye’de ideallerden, ahlâktan, değerlerden bahseden pek çok dindar aydın vardır ki, babasının/annesinin cenazesinde yanında olamamıştır. Ebeveynlerini ihtiyarladıklarında yaşlılar evine bırakmış pek çok aydın, diğer taraftan konferanslarda “şehirlerin ruhu” nutukları çekmektedir. Muhafazakârlık dindar olduğunu söylerken Kitap’ta yer alan iki emri statü kaygısıyla arkasına atarak yaşamaktadır:

“İçinizden bekâr olanları evlendirin.”

“İhtiyarladıklarında ana-babana merhamet kanadını indir.”

Türkiye’de insanlar “bereket” kavramını bir finans kurumunun adı olarak önemsediler. Oysa “yaşlılarınız, evlerinizin berketidir” diyen bir Rehber vardır. Muhafazakârlık “özel alanımı genişletmek (bast istemek) zorundayım” diyerek konutlarını büyütürken borçlarını yükseltti, ebeveynlerini “yaşlılar evine” itekledi ve hayatın binlerce yükü altında kalarak darlığa (kabz’a) saplandı. Muhafazakârlık gecekonduda daha mutluydu. Adile Naşit-Münir Özkul filmlerinde bu mutluluk okunmaktadır. Konutlara yerleşen muhafazakârlık görece zengin ama ruhen kabz’a saplanmıştır.

İki Katlı Ev “Türk Evi” midir?

Türkiye’de İslâmcılık, Milliyetçilik, Sosyalizm akımlarının tümü de kır-kent gerilimi içinde düşündü ve kırsaldaki geriliği kentleşme süreçleriyle aşmayı denedi. Fârâbî’nin “şehir” kavramına dayanılsaydı, “fazıl şehr”in ötekisinin “batıl kent” olduğu anlaşılacak ve kentleşme süreci yeniden kritik edilecekti. Dikkat edilirse bir tarafta “kent” ve diğer tarafta “kır/köy” olmak üzere ikili yerleşim sistemi ile düşünen aydın tahayyülünün dışına çıkarak farklı bir yerleşme düzeni olarak “şehir” olgusundan bahsediyorum. Bu üçüncü yerleşme düzeni Türkiye’nin köyden kente göç tarihini yaşamadan yeni bir kültür inşa edebilme potansiyelini kaybettiğimize işaret etmektedir. Kent-kır ikiliğini aşmak, günümüzde kentin kitleleri borçlandırıcı mekanizmasını fark eden kimi kesimlerin “Türk evi inşa etmeliyiz” diyerek geliştirmeye çalıştığı çözümlerin beyhude olduğunu göstermek bakımından elzemdir. Bazı mimar-yazarlar “Türk evi” kavramı altında iki katlı bahçeli evleri önerdiklerinden “Türk evi”ni yeniden anlamlandırmanın gerekliliği kaçınılmaz olmuştur.

Türkiye’de nüfusun kırdan kente çekilmesi 1950’lerde ortaya çıkan koşulların etkisi altındadır. 1940-1950 arasında artık iyice şekillenen toprak reformu düzenlemesine milliyetçiler ve Demokrat Parti muhafazakârlığı itiraz etmiştir. Milli Görüş de Demokrat Parti içinden doğan bir fikir olarak toprak reformuna karşı çıkan, kalkınmacı-sanayileşmeci ve çiftçiyi kırdan koparan kentleşmeci bir akım olarak kendini konumlamıştır. Bu ifadelerim, “köycülük” düşüncesine bağlı bir perspektifi savunduğum anlamına gelmemektedir. Geliştirdiğim eleştiri, köyden şehire giden yolu kaybettiğimizi, kentleşerek kır-kent ikilemine yakalandığımızı, kentten dönüş gerektiğinde ise yeniden köyü işaret eden yaklaşımların tutarsızlığını dikkate sunmaktadır.

Türk köylüsü 1950’lerde nüfusun %70’leri düzeyindeydi. Bugün köydeki nüfus %5’tir. Halkın büyük kesimi kentlerde konut borçlusudur. Bankacılık sektörel istatistiklerinin ifadesine göre Türkiye’de 20 milyon konut kredisi boçlusu vardır. Diğer ifadeyle Türk milliyetçiliğinin ve muhafazakârlığının politik ufku, kentleşme mekanizmasıyla Türk milletini bankalara borçlu kılan bir ekonomik düzenin kurulmasını kaçınılmaz kılmıştır. Kentin yüksek maliyetli konutlarla piyasayı oluşturması nedeniyle halkın mülk edinmek amacıyla bir arayışı başlamıştır. İşte bu arayış, bir alternatif olarak “Türk evi” adlandırması altında kent arsası dışında ve betonarme yapı malzemesine muhtaç olmadan yeni bir ev (mesken) tasavvurunun gündeme getirilmesiyle neticelenmiştir. Kentleşme süreci devlet arazilerinin şahıs mülküne dönüştürülmesi ile başladı.

Susuz Yaz filmini hatırlayalım. O filmde anlatılan hikâye “Habil-Kabil” kıssasıdır. Mülk istenci ile kamu arazisini (ormanı) talan eden abi Osman (Erol Taş), su ihtiyacını köylünün tarlasına akan suyu keserek tedarik etmekte ama aynı zamanda kardeşi Hasan’ın (Ulvi Doğan) hem emeğini hem gençliğini sömürmektedir. Üstelik yengesi Bahar’a da (Hülya Koçyiğit) göz dikmiştir. Bilindiği üzere Âdem’in iki oğlu Habil ile Kabil’in arasındaki ihtilafın kadın sorunu olduğu şeklinde bir görüş bulunmaktadır. Suyu kesilen köylü, suyun Hz. Âdem’den beri insanlığın ortak malı olduğunu iddia etmişse de Hasan “bırakın bu Âdem hikayelerini” diyerek kadim töreyi reddetmiştir. Ona göre su hangi topraktan çıktıysa, o toprağın mülküdür. “Önce kendi tarlamı sulayacağım, artanını sizin toprağınıza salacağım” diyen Hasan, diğer taraftan beytu’l mal” olan devlet ormanından kendine tarla açmakta ve mülkünü genişletmektedir. Görüldüğü üzere Hasan tiplemesi devlet, üretici, akrabalık ve namus ile çatışan bir mülkleştirme siyasetini gütmektedir. Bu siyaset sonunda suç işlemeye kalkacaktır. Nitekim Osman suyu kesen bendi kırmak isteyen köylü ile girdiği bir çatışmada adam vurmuştur. Kardeşini de “bu toprağı ben korurum, sen koruyamazsın, sana az mahpusluk verirler, karına da ben bakarım” söylemiyle suçu üstlenmeye ikna eder. Hasan da abisinin “mülkü koruyacağı” ve ailesine sahip çıkacağı vaadine güvenerek suçu üstlenir, cezaevine girer. Ancak Osman’ın planı farklıdır. Yengesi Bahar’a “Hasan’ın cezaevinde öldüğü” yalanını söyler ve onu karısı olmaya zorlar. Böylece Osman hem suya hem kardeşiyle elde ettikleri ortak birikime hem Bahar’a sahip olur ve mülkü ele geçirir. Feodalitenin ortaya çıkış mantığını gösteren “Susuz Yaz”, Osmanlı toplum düzeninde bu şekilde “yayılmacı” bir toprak rejimi bulunmadığı gerçeğini soruşturmaz. “Su hakkı” sadece Âdem’in hükmü değil, Hz. Peygamber’in de hükmüdür. Hz. Peygamber, “Üç şey vardır ki bunlar asla yasaklanamaz: Su, ot ve ateş” buyurmuştur. (İbni Mâce, Sünen, “Ruhûn” 16, hadis no. 2567). Aynı hüküm Hanefî hukukçu Ebû Yusuf’un Kitabu’l Haraç kitabında da yer almaktadır. Bu fıkhı Osmanlı bilmekte ve “timar” sistemini iktisadî, sosyal bir nizam olarak Anadolu’da tatbik etmekte idi.

Yukarıda da ifade ettiğim üzere, Türkiye’de kentleşme süreci timar arazisini bir şekilde ele geçiren “Osman” tiplemesinin mülk sahibi olmasıyla başladı. İlk bakışta mülk, devlet malı olan timar arazinin Osman gibi “uyanık” kişilerin eline geçmesiyle el değiştirmiş, yani “kapitalistleşmiş” oluyordu. Ancak Osman tipi bir aile-sülale kuramıyor, modernleştikçe malı elinde tutacak soy kuruyordu. Türkiye’de modernleşme sürecinde bireyleşme bir “yağma” ile gerçekleştiği için 50 yılda mülkiyet parçalanıyor, yeni nesiller de ellerinde kalan parçayı tüketim toplumunda eritiyordu. Bu süreçte halkın mülkiyeti koruma kabiliyetinin bulunmadığı ifade edilebilecektir. Sülaleler kentleştikçe kırsal alandaki üretim aracı olan tarlayı işletemiyor, tarla parçalanıyor, küçülmüş tarla geçim sağlamıyor, en nihayet köylü mülkü kaybediyordu.

Peki geldiğimiz yer nedir? Büyük bir göç dalgasıyla nüfusun kentlere sıkışması, kentsel mülkiyetin pahalılaştırılması, eski çiftçilerin kent işçilerine dönüşmesi. Anlaşılacağı üzere kırsaldaki üretimle tüketim toplumunun emtialarını satın alamayan kitleler kente göçmekte, ancak kentte de tüketim taleplerini karşılarken mülksüz kalmaktadır. Müzmin işçileşmeden kurtuluş imkânı da bulunmamaktadır.

Bir zamanların “işçi/işveren çelişkisi”, yeni dönemde “kent mülksüzleri/kira toplayıcılar çelişkisi”ne dönüşmüştür. Kimi mimar-yazarlar kapitalist kent sisteminin tekelci kurgusunu kırabilmek için Türk Evi kavramı kullanılarak bir çıkış aranmaktadır. Ancak bu kesim aydınlar meseleyi kır-kent diyalektiği üzerinden okuduğundan kentin kapitalist baskısını kasaba veya köylerde “bahçeli, yerel yapı malzemelerinden (kerpiç, taş, ahşap) inşa edilmiş iki katlı ev”lerle aşmayı teklif etmektedir. Diğer ifadeyle bu çağrı şehir kurmayı değil kentten taşraya dönmeyi, köylüleşmeyi ufuk olarak göstermektedir. Fakat aynı yazarlar bu söylemlerini “medeniyet” kavramına referans vererek de geliştirmektedir. Oysa “medine”, “şehir” demektir. Medeniyet perspektifiyle “uygarlık” eleştirisi yapan bu söylemin Fârâbî’nin “eksik toplum” dediği köy/kasabaya dönüşü idealleştirmesi kendi içinde çelişkidir.

Gerçekte nüfusun coğrafyaya yayılması hususu siyasî bir konudur ve devlet düzeyinde ele alınmadıkça “hadi gel köyümüze geri dönelim” duygularıyla hayata geçmeyecektir. Köyler ve kasabalar üniversite bitirmiş, kırsal hayatın mesleklerinden bî-haber genç kitleye bir hayat vermeyecektir. Dolayısıyla mimar-yazarların teklifleri sadece “taşralaşma” teklifi olarak görülmemelidir. Bu teklif “emekli evleri” veya “sayfiye evleri” kapsamında olup, eğitimli, evlenmeye ve maaş almaya muhtaç ve fakat borçlu 20-35 yaş arası büyük bir kitle için ekonomik anlamda pahalı bir seçenektir. Denebilir ki, “kentte 400.000 TL’ye mal olan bir konut, “kerpiç ev” mantığı ile kasabada 100.000 TL’ye mal olabildiğinden, bu teklif ucuzdur.” Ne yazık ki gerçeklik böyle değildir. 25-35 yaş arası nüfusun öğrenim kredisi borcu, evlilik masrafları gibi kalemler nedeniyle köy ve kasabalarda “Türk evi” edinme imkânı bulunmamaktadır. Bu durumda “Türk evi”ni bir model olarak sunan mimar-yazarların muhatap kitlesi kaçınılmaz olarak emekli kesim ile kendine “sayfiye evi” arayan orta-üst tabakaya mensup görece zengin kişiler olduğu söylenebilecektir.

Osmanlı iktisat sisteminin bir “aile-şehir” ve “aile-üretim” modeli olduğu hususu, mimar-yazarların pek çoğu tarafından anlaşılmış değildir. Mesele, aileyi tanımlamadan çözülemeyecektir. Osmanlı toplum düzeni “çiftlik” ve “dirlik” kavramları ile aslında “aile” kavramını tanımlayan bir ekonomik yapı gerçekleştirmiştir. Osmanlı “dirlik” modeli sipahilerin gözetimi altında inşa edilen bir vergi düzeni de olduğundan, tarımda yaşayan geniş toplulukların yerleşik olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Toprağın işlenmesine muhtaç olan bu askerî vergi düzeni, bunun aracı olarak “aile”yi zaruret görmekte ve nüfusun tümünü dolaylı şekilde istihdam etmekteydi. Tarım arazisi hanelere zimmetleniyor, karşılığında “güvenlik” temin ediliyor ve vergi alınıyordu. Osmanlı Devleti hem nüfusun yaşlanmasını önlemek hem işsizliği önlemek hem de nüfusu toprağa yerleştirerek “vatanlaştırmak” gibi saiklerle “aile işletme” olarak da ifade edilebilecek olan timar modelini tatbik etmekteydi. “Türk evi” kırsalda dirlik sisteminin, yani orduyu besleyen ekonomik modelin üretim birimi idi. Şehirlerde ise Türk evinin en önemli fonksiyonu “dağıtıcı adalet” ilkesini hayata geçiren mahalle-şehir oluşumunun temel birimi olmasıdır. Türk evi ile kimse kimsenin manzarasını kesmemekte, ama aynı zamanda kimsenin rızkını da kesmeyecek şekilde diğer evlerle “komşu” olmaktadır. Türk evi, pazar sisteminden çıkmakta, geçimlik üretimle kendi kendine yetmektedir. Türk evlerinin oluşturduğu sokak-mahallelerde dükkân yoktur; bu nedenle geleneksel ev tüketim toplumuna açılmamaktadır. Modern kentte ise konutlar tüketime zorlanmaktadır. Osmanlı mahallesinde ortaya çıkan “sosyallik” bir toplum değil community (topluluk)tur. Bu topluluğa giriş kefalet ile olduğundan zengin ile fakir aynı mahallede “dağıtıcı adalet” kapsamında ilişki kurmaktaydı. Türk evi, bir mahalle sistemini zarurî kıldığından, Osmanlı mahallesinde bağımsız (müstakil) ev inşa edilmemiştir. Günümüzde kimi mimar yazarların “Müstakil evlerle Türk evi inşa edeceğiz” ifadesi Türk evinin mahalle içinde varlık kazandığını dikkate almadığından son derece hatalıdır. Mimar yazarlar Türkiye’de apartmanlaşmayla oluşmuş zihnî algılardan kurtulmak isterken müteselsil kefalet sistemini dikkatlerinden kaçırmaktadır. Kefalet sistemi nedeniyle “müstakil ev” Türk tarihinde görülmemiştir.

Türkler Anadolu’ya binlerce çadırla geldiler. Bu çadır örgütlenmesi, gerçekte bir şehir sistemi idi. Çadırlar birbiriyle müteselsil kefalet ilişkisi içinde olduğundan Türk şehir teorisi community (topluluk) halinde bir varlığı ifade etmektedir. Batı kenti şehirleştikçe topluluğu dağıtıp “cemiyet” haline gelirken; Türk evi, şehirleştikçe nüfusun community (topluluk) halini kavileştirir (kuvvetlendirir). Bu nedenle kimi sosyologlar Osmanlı mahalle baskısından yakınmışlardır. Oysa mahalle baskısı community (topluluk) halinde yaşamak demektir. Şehir inşası Müslüman düşünürlere göre felsefenin meselesidir. Mimarînin meselesi değildir. Şehrin inşası aileyi esas almak zorunda kalacağından “Türk evi”nden bahsetmek kaçınılmaz olarak “aileyi” inşa etmeyi bir mesele haline getirmektedir.

Osmanlı’nın da kâmil şekilde uyguladığı bu modelde community (topluluk) hayatına katılmak iki kefil ile, topluluk hayatından çıkmak ise dört kefil ile gerçekleşmekteydi. Ancak araştırmacılar kefil sayısı vermemekte, “mahallelilerin mecmuan birbirine kefil olduğu” şeklinde bir ifadeyle topluluk yapısını izah etmektedir. Tahsin Özcan’ın bir makalesinde mahalle yapısının resmî bir statü olarak kabul edildiği belirtilir:

“Mahalle halkı tesadüften ziyade tabii bir şekilde, dini ve/veya etnik bağlarla birbirine bağlı, aralarında akrabalık ya da benzeri ilişkiler de bulunan bir topluluktur. Bu topluluğun oluşturduğu mahalle temel bir yönetim birimi olarak kabul edilmiş; mahalleye mensup olan kişiler tahrir defterlerine ve diğer resmi kayıtlara mahallelerine göre kaydedilmişlerdir. 17 Kadı sicillerinde, adres tesbiti için de kişilerin hangi mahalle ya da köye mensup olduklarının kaydedilmesi yeterli görülmüştür. Herhangi bir şekilde teşekkül etmiş bulunan bir mahallede ikamet eden topluluk mensuplarının birbirlerine karşı birtakım sorumlulukları üstlendikleri görülmektedir ki bu, mahalle halkının birbirine kefil olması şeklinde tezahür etmektedir. Mahalleye sonradan dahil olan kişilerin de belirli bir deneme süresinin sonunda, yine kefalet müessesesi vasıtasıyla topluluğa entegre edildikleri görülmektedir. İnalcık bu sürenin genellikle dört yıl olarak uygulandığını kaydetmektedir. Ancak, bazı örneklerde İstanbul gibi yerleşim yerlerinde bunun beş yıl olarak uygulandığı da görülmektedir. Kanunnamelerde ise 10-15 yıllık sürelerden söz edilmektedir. Dolayısıyla farklı dönem ve bölgelerde, ihtiyaca göre çok daha farklı sürelerin uygulanmış olmasının ihtimal dahilinde olduğunu söyleyebiliriz.” (Özcan, 2001: 132).

Salahattin Turhan, mahallenin tanımını da yaparak bu topluluk varlığının dinî ve meslekî olarak birbirine benzer kişilerden oluştuğunu ortaya koyar:

“Arapça kökenli bir kelime olan mahalle, bir yere inmek veya yerleşmek anlamına gelen hall kelimesinden türetilen bir yer ismidir. Osmanlı’nın klasik döneminde ise mahalle yalnızca birbirlerini tanıyan bir grup insanın bir arada yaşadığı yer olarak değil, buna ek olarak birbirlerine karşı sorumlu olduğu mekân anlamını da taşımaktadır. Yani, mahalle yalnızca insanların bir arada yaşadığı bir mekândan ziyade bir sosyal ortam yahut çevre oluşturmaktadır. Bu tanımlarıyla mahallenin gerek İslam tarihinde gerek de Osmanlı şehirlerinde önemli bir yere sahip olduğu görünmektedir. Mahallelerin genel olarak yapılarına bakıldığında, yukarıda verdiğimiz tanıma da uygun olarak, mahallelerde bir arada yaşayan insanların ortak özelliklerinin olduğunu görmek mümkündür. Aynı dinî gruba mensup insanların – Müslümanların ya da gayrimüslimlerin – bir arada yaşadığı gibi belli bir meslek grubuna ait insanların da aynı mahalleleri mesken tuttuğunu görebiliriz. Bunun en güzel örneklerini mahalle isimlerinden çıkarabilmek de mümkündür. Örneğin Ankara’da bulunan Çıkrıkcılar mahallesi ismini burada ikamet eden çıkrıkçı esnafından almıştır. Bununla birlikte yalnızca meslek grupları tarafından değil, mahallede bulunan cami, mescid ve benzeri yapılara isimlerini veren şahıslar, mahallenin de isimlendirilmesinde önemli bir rol oynamışlardır.” (Turhan, 07.06.2016).

Osmanlı mahallesinde kefalet müessesesi mahallede yaşamayı güvence altına almaktadır. Tahsin Özcan’a göre kefilsiz bir şekilde mahallede yaşamak adli ve idari merciler karşısında kişiyi zayıf bırakmaktadır. Bu cümleden olarak Osmanlı mahallesinin başıboş bir varlık sayılamayacağı, devlet güvencesi altında olduğu ifade edilebilecektir:

“Kefalet müessesesinin Osmanlı mahallesinde yaşayan kişiler için hayati derecede bir ehemmiyete sahip olduğu anlaşılmaktadır. Mahallelerde kefilsiz bir şahsın ikametine izin verilmediği gibi, herhangi bir şahıs hakkında şu veya bu sebeple bir soruşturma açıldığında ilk müracaat mercii, mahallede birlikte yaşadığı insanlardır. Mahalle halkının herhangi bir şahıs hakkındaki kanaati resmi otoriteler tarafından dikkate alınmakta ve hakkında verilecek hükümde bu kanaat önemli bir rol oynamaktadır. Şayet mahalle halkı kendisine kefil olur ve “iyi kimesne” olduğuna “doğruluk ve istikamet üzere” bulunduğuna şehadet ederse soruşturma büyük ihtimalle o kişinin lehine sonuçlanmaktadır.” (Özcan, 2001: 133).

İsmail Kıvrım da Osmanlı mahallesine kefilsiz yerleşilemeyeceğini ifade etmektedir. İsmail Kıvrım’a göre Osmanlı şehrinde mahalle sosyal ve fiziki bir birimdir. Mülkî, beledî ve adlî teşkilâtın ilk basamağını teşkil eden mahalleyi imamlar idare etmişlerdir. Mahallede gündelik hayat, devletin koymuş olduğu birtakım kurallar ile halkın benimsediği örf ve adetlere göre şekillenmiştir. Evlilik, hastalık, cenaze gibi işler mahallelinin ortak katıldığı eylemlerdir. Mahallelinin, avarız vergisi vermek, cinayetlerin faillerini bulmak veya bulamadıkları takdirde diyet ödemek gibi ortak sorumlulukları da bulunmaktadır. Mahallede ikamet edenler komşularını gayriahlâkî davranışlarından dolayı uyarabilir veya mahalleden ihraç edebilirlerdi (Kıvrım, 2009: 231). İsmail Kıvrım’ın açıklamalarından da anlaşılacağı üzere mahalle, farklı etnik ve dine mensup kişilerin bir arada yaşamasını mümkün kılmakta, ancak belli ahlâk değerlerini paylaşmayı esas almaktadır:

“Osmanlı şehrinin en önemli özelliği, fiziksel ve sosyal yönden klâsik İslâm şehri gibi mahallelere bölünmesidir. Bu bölünme toplumdaki etnik ve dinî ayrılıklardan kaynaklanmaktadır. Ancak genelde çeşitli dini gruplar aynı mahallede yaşasalar da bu, aslında mutlak bir kural değildir. Bu durum daha çok mahallenin, Osmanlı şehir toplumunda ortak yaşam alanı olarak ifade edilen bir toplumsal ve mekânsal birim olarak algılanmasıyla ilgilidir. Mahkeme kayıtlarında, İslâm şehirlerinde görülen bu uygulamanın aksine, Osmanlı şehirlerinde farklı etnik ya da dinî grupların, aynı mahalleyi yaşam alanı olarak tercih ettiklerine dair çok sayıda örnek mevcuttur.” (Kıvrım, 2009: 232).

Kıvrım’a göre “mahalle” kavramının üç anlamı vardır: 1) Vergi mükellefi olan kişilerden müteşekkil idarî birim, 2) Birbirine benzer kişilerin birlikte yaşamlarını sürdürdükleri mekân, 3) Sosyal dayanışma içinde olan, aynı mescitte namaz kılan kişilerden oluşan “topluluk.”

“Mahalle teriminin Osmanlı şehri için üç temel anlamı vardır. İlk anlamıyla mahalle, şehir ve kasabalarda benzer özellikler taşıyan kişilerin birlikte yaşamlarını sürdürdükleri bir mekândır. İkinci anlamıyla birbirlerini tanıyan, adeta bin kişilik bir aile gibi, birbirinin hakkını koruyan ve bütün sorunlarını kendi içlerinde halleden, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşan ve aynı mescitte ibadet eden bir cemaattir. Üçüncü anlamı ile mahalle tahrir defterlerinde adları tek tek kaydedilmiş vergi mükelleflerinin oluşturduğu bir topluluktur.” (Kıvrım, 2009: 232).

Osmanlı mahalle sistemi sosyal kontrol mekanizması getirmesi ve devletin idarî birimi olması nedeniyle haneler görünüşte “müstakil” olsa dahi, hanelerin yüklendiği mesuliyet “müstakil ev” fikrine çok açık değildir.

“Mahalleler toplumsal bir düzenin olduğu yönetim birimleri olmalarının yanında vergi kayıplarının ve usulsüzlüklerini önlemede önemli bir etkiye sahiptir. Lakin Osmanlı şehirlerinde asıl önemli olan şey huzurun ve düzenin kesintisiz ve sıkıntısız sağlanması isteğidir. Bundan dolayı da mahalleliye devlet tarafından yüklenen ortak hareket etme ve olaylarda birbirlerine kefil olmak gibi görev yüklemiştir. Bu sorumluluk çerçevesinde mahalleli olayları soruşturabilmekte ve olayın müsebbibi bulunamaması halinde mahalleli topluca suçlu sayılabilmektedir. Osmanlı mahalleleri belirli bir sınıf veya statü unsurlarının tam olarak belirlenmediği fiziksel mekânlardır. Bundan dolayı herhangi bir durumda cezalar uygulanırken kimseye ayrıcalık tanınmamasında önemli bir etkendir. Mahalle bir Müslüman mahallesiyse camii merkezli, gayrimüslim ise dinlerinin ibadet haneleri merkezli bir yapıdadır. Bundan dolayı da camiler sadece ibadet edilen yer değil, resmi, dini, törenlerin gerçekleştirildiği sosyo–kültürel yaşamın olduğu mekânlardır.” (Ceylan, 2017: 176).

Duran Ceylan’a göre devletin mahalle sistemi ile topluluğa verdiği hak, “mahalle baskısı” oluşturmakta ve sosyal kontrolü sağlamaktadır. Bu mekanizma Osmanlı mahallesindeki evin “müstakil” sayılamayacağı fikrimizin delili sayılmalıdır:

“Mahalleli cezai hükümde doğrudan bir etkiye sahip olmuştur. Bazı durumlarda ise dolaylı yönden davaların seyrini etkilemiş ve tasdik görevi üstlenmişlerdir. Bu husus genelde başka kurumlarca dava edilen olaylarda karşımıza çıkmaktadır. Yine de çoğunlukla kararın belirleyicileri olmuşlardır. Bu durum Osmanlıda Müslüman olmayan mahalleler içinde geçerlilik arz eder. Bu örnekler göz önünde tutulduğunda Osmanlı toplum yapısında gelenek ve dini kurallar çerçevesinde gelişen bir düzen algısı kendini göstermektedir. Buda sosyal kontrol mekanizmasının Osmanlı geleneksel toplum yapısında bireyin devlete değil toplumun birbiri ile anlaşmalı bir şekilde devlete sorumluluğunu gösterir. Çünkü arızi durumlarda devletin topluma yüklemiş olduğu sorumluluk birbirine kefil olma hususu çerçevesindedir. Aynı zamanda toplumun değerlerine ters düşen fiili davranışlarda örneklerde olduğu gibi sürgün cezasının olduğunu görmekteyiz. Bu durum bazen mahalli bölgeden bazen de kent dışına sürgünle sonuçlanmaktadır. Bu hadiselerin dışında, toplumun farklı tepkilerde gösterdiği görülmektedir. Örneğin, Konya kazasında katran sürme vakaları da toplumun tasvip etmediği durumlara karşı ortaya koymuş olduğu kesin ve tahammülsüz tavrı da ortaya koymaktadır. Kapıya sürülen katran zina gibi Allaha karşı işlenen suçların cezalandırılması isteğinin ve görevlilerin harekete geçmesinin sağlamanın yanında bireylerin ve ailelerin kendilerine çeki düzen vererek daha dikkatli davranmasına dair toplum tarafından verilen bir refleks olarak görülmektedir.” (Ceylan, 2017: 177).

Gerçekten de Tahsin Özcan’ın naklettiği sicil kaydında mahalle halkının önceden verdiği bir kefaleti, şahısın ahlâkî tutumundaki yozlaşmaya bağlı olarak geri alındığı görülmektedir:

“Kefili bulunmayan kişilerin ise büyük bir töhmet altında kalacağı âşikardır. Bir örnekte, içki içtiği tesbit edilen bir şahsa mahalle halkının kefil olmaktan vazgeçtikleri sicile kaydedilmektedir (…) Kefalet müessesesinin tabii bir sonucu olarak ahalinin istemediği kişinin mahallede ikametine de izin verilmezdi. İnalcık, mahallelere evli kişilerin kabul edildiğini ve bekarların mahallelere yerleşmelerinin istenmediğini belirtmektedir (…) Şayet mahallede ikamet eden bir kişinin tavır ve hareketlerinde kabul edilmez davranışlar ortaya çıkacak olursa, mahalle halkı o kişinin mahalleden çıkarılmasını isteyebilirdi. Bu durumda kadı huzurunda taraflar dinlenir, mahalleli haklı bulunursa o kişinin mahalleden ihracına hükmedilirdi. Ancak, bunun rastgele yapılmadığı, belli bir usul dairesinde gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu gibi işlemlerin merkezinde ise mahalle mescidinin imamının bulunması dikkat çekicidir.” (Özcan, 2001: 134).

Tahsin Özcan’ın naklettiği bir sicil kaydında Üsküdar’da Şahinci diye bilinen Mehmed isimli bir şahıs hakkında cincilik yaptığı, namaz kılmadığı, cuma namazına gelmediği gibi gerekçelerle şikâyet vaki olmuş, mahalle ahalisinin “eyü kimesne değildir” diyerek kendisine kefil olmadıkları tespit edilmiştir (Özcan, 2001: 135). Tahsin Özcan, mahalle halkının kendisine kefil olmadığı kişilerin o mahallede barınmasının mümkün olmadığını belirtir. Bu gibi istenmeyen kişiler ya kendiliklerinden mahalleyi terk etmekte ya da mahalle ahalisinin talebi ve/veya adlî mercilerin müdahalesiyle mahalleden çıkarılmaktadırlar. Bu gibi örneklerde mahalleden ihraç işlemi fiilen gerçekleştirilmese dahi hukukî netice doğurmaktadır. Zira, kefaletin kaldırılmasının kayda geçirilmesi, mahalle ahalisinin o şahıs üzerindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmak bakımından önemlidir (Özcan, 2001: 136).

Türk entelektüeli “Osmanlı şehirlerinin ruhu” diyerek özlemle yâd ettiği tarihi şehir sistemlerini milletine teklif edememekte ve onları geçmiş bir kategori saymaktadır. Türkiye’nin Batılılaşma macerası, İslâmcılık, Milliyetçilik, Sosyalizm akımlarını “Türk şehri inşa etmeme” refleksiyle düşünmek gibi bir neticeye itmiştir. “Türk evi” adlandırmasıyla kentsel konut sisteminden çıkmayı teklif eden az sayıda bir mimar-yazar aydın da “şehir” teklif edememekte ve meseleyi konuta karşı bir zaviyeden ele almaktadır. Türk evi’nin bir “müstakil ev” olmadığına dikkat etmeyen bu ikinci grup aydının hesap etmediği diğer bir olgu ise söz konusu kerpiç/ahşap/taş evlerde kimin ve nasıl yaşayacağı sorusunun cevapsızlığıdır.

  • Ceylan Duran, Osmanlıda Sosyal Kontrol Kavramının Uygulanabilirliği Konusuna Eleştirel Bir Bakış, 6. Uluslararası Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi Bildiriler Kitabı, Cilt:3, Muş, ss:173-184, 2017.
  • Kıvrım İsmail, Osmanlı Mahallesinde Gündelik Hayat (17. Yüzyılda Gaziantep Örneği), Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (http://sbe.gantep.edu.tr), Yıl: 8/1, ss: 231-255, 2009.
  • Özcan Tahsin, Osmanlı Mahallesi Sosyal Kontrol ve Kefalet Sistemi, Marife Dini Araştırmalar Dergisi, C: 1, S: 1, 2001.
  • Turhan Selahattin, Osmanlı mahalleleri üzerine notlar–I, Erişim link: http://www.tarihhaber.net/osmanli-mahalleleri-uzerine-notlar-i/, 07.06.2016.