Skip to content

Posts from the ‘Feminizm’ Category

Muhafazakâr Söylemin İstanbul Sözleşmesi Çelişkileri

“Muhafazakâr” kavramı sorunlu. Kural olarak muhafazakârlık belli başlı kurumları kabul eden kişilerin düşüncelerini işaret ediyor. Bu kurumlar 1) Devlet, 2) Tarih, 3) Din, 4) Aile, 5) Toplum, 6) Gelenek-örf. Bu kavramsal tabana göre herkes bir yönüyle “muhafazakâr” olma potansiyeline sahiptir. Örneğin “toplumun salahını” düşünen kişi kaçınılmaz olarak bu perspektifle “bireyin dediği olur” fikrinin karşısına çıkacaktır.

İkinci olarak muhafazakarlık, insanın akıl, bilgi bakımından yetersizliğine inanan bir fikir akımıdır. Bekir Berat Özipek’e göre Aydınlanma, insana olağanüstü bir iyimserlikle bakmış, insana ve insan aklına temel, kurucu bir rol atfetmiş ve “aydınlanmış akla” sahip insanın dünyayı anlama ve dönüştürme potansiyelini alkışlamıştır. Ancak XVIII. yüzyılın filozoflarının pek çoğunun hararetle savunduğu bu yaklaşım, muhafazakârlar tarafından kabul edilmemiştir. Muhafazakâr düşünce insana tarihten, gelenekten, dinden ve ona kimliğini veren diğer kurumlardan bağımsız bir biçimde bütün bir dünyayı anlayabilecek ve dönüştürebilecek kurucu bir özne gözüyle bakmaz. İnsan mükemmel olmayan ve hiçbir zaman da olamayacak bir varlıktır ve ancak bu kurum ve değerlerle desteklendiği zaman güçlü olabilir. Görüleceği üzere “muhafazakâr” ideoloji, Aydınlanma düşüncesini kabul etmemektedir.

Gerek muhafazakârlığın dayandığı kavramlar ve gerekse Aydınlanma düşüncesine getirilen itiraz nedeniyle İslâm’ı referans alan bir düşünce adamının “muhafazakâr” olarak vasıflanması mümkün gibidir.

Muhafazakâr ideolojinin bir diğer özelliği ise kapitalist düzenin işletilmesidir. Muhafazakâr ideoloji burjuva teorisi olarak ortaya çıktığından kurumlara ve aydınlanmaya aynı perspektifle yaklaşan başka ideolojilerin “muhafazakârlık” dışında kabul edilebilmesi için kapitalist sistem eleştirisi dikkate alınabilir. Örneğin korporatist-solidarist bir ekonomik sistem teklifi muhafazakâr değil milliyetçi olarak tanımlanabilir. İslâmcılık düşüncesi de kendi ekonomik modelinin özgünlüğüne işaret ederek muhafazakâr veya milliyetçi doktrinlerle uzlaşmadığını ileri sürmektedir.

Son 40 yıldır İslâm dünyasında “İslâm ekonomisi” teorisinden beslenen bir ekonomik programın bulunmadığı söylenebilecektir. Özellikle kentsel yayılma nedeniyle İslâm dünyasında kapitalizm konut ve taşıt kredileri üzerinden dindar kesimleri dahi bir modelin içinde eritmiştir. Bu model borçlanma getirmekte ve İslâm’ın faiz hakkındaki çekincelerine rağmen bazı argümanlarla işlevsel görülmektedir. Diğer ifadeyle İslâm toplumlarında banka kredisi dışında konut edinme yolunu gösteren bir “İslâm Ekonomisi” teorisi geliştirilememiştir. Bu nedenle aşağıda kaleme aldığım eleştirilerimde teorik manada kendisini “İslâmcılık”, “Milliyetçilik” gibi ideolojilerle tanımlayan kesimler de “muhafazakâr” olarak adlandırılmıştır.

  1. Geleneksel Fıkıhtan Hareket Edememek:

İstanbul Sözleşmesi ile ilgili muhafazakâr kesimde mealen şöyle bir itiraz söylemi var:

“Sözleşme 12/1’de taraf devletlere kadın ve erkek için kalıp rollere dayanan önyargıları, örf ve âdetleri, gelenekleri ve tüm diğer uygulamaların kökünü kazımak/ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alması yükümlülüğü getirmektedir. Keza, 12/5’de taraf devletlere kültür, gelenek, görenek, din ya da ‘sözde namus’un Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet (psikolojik, fiziksel, cinsel, ekonomik) eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar. Görüldüğü gibi Sözleşme, kadın ve erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı önyargıları, örf ve âdetleri, geleneksel ve diğer uygulamaları kökünün kazınacağı şekilde ortadan kaldırmayı devletlere görev olarak yüklediğinden cinsel tercih/cinsel yönelim özgürlüğünü güvence altına almıştır. Böylece Sözleşme, sadece kadın ve erkeği değil, tüm cinsel yönelimleri, lgbt-i bireyleri ve artıları (pedofili, zoofili, nekrofili, ensest ve diğerlerini) “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramyla güvenceye almaktadır.”

Şimdi bu söylemle Sözleşme’ye itirazın muhafazakârlar tarafından ileri sürülmesinin bir anlamı bulunmuyor. Zira, eğer muhafazakârlar toplumun cinsel davranışlarının denetlenmesini ve fıkha uygun bir vasıfla düzenlenmesini istemekteyse böyle bir düzenlemeyi gerçekleştirme imkânları zaten bulunmamaktadır. Nitekim muhafazakârlar TCK’da (2005) zinanın “topluma karşı işlenen suç” olmaktan çıkarılmasını onayladılar ve böylelikle zinanın sadece “evlilik içi sadakat yükümlülüğü” kapsamında tanımlanmasını da kabul ettiler. Diğer değişle muhafazakâr kesimin lgbt-i kapsamındaki cinsel eylemleri eleştiren söylemleri inandıkları dinin veya geleneğin evlilik kriterlerini ifade etmemektedir. Geleneksel fıkıh tasavvurunda yer alan evlenme şartları düşünüldüğünde “küfüv” ilkesi gereğince evlenecek gençlerin zina etmemiş olması, aynı dine inanmaları, helal ile maişetlerini kazanmaları esas alınacaktır. Oysa TMK’nın evlenmenin şartları maddelerinde bu kriterlerin hiçbiri yer almamaktadır. Diğer ifadeyle Türkiye’de muhafazakârlar bir toplumsal inşadan bahsettiğinde lgbt-i bireyleri “cinsel sapkınlık” kapsamında değerlendirmektedir. Bu ise onların “zina” kapsamında düşünmemelerinden, zinanın da yasa tarafından “evlilik birliğinde eşlerin birbirine sadakat yükümlülüğünün ihlali” şeklinde tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Eğer muhafazakârlar lgbt-i karşısına “Yusuf olmak” yani “zina etmemek” kavramını koyarak çıkabilseydi, İstanbul Sözleşmesi’ne itirazlarında haklı bir söyleme başvuracak ve nübüvvet tarihine de bağlanmış bir insan tipolojisine yaslanabileceklerdi.

2. Aile Modeli İnşa Edememek:

Türkiye’de muhafazakârlar İstanbul Sözleşmesi’ne itirazlarında tutarsız kalmaktadır. Bu tutarsızlığın nedeni kendi aile modellerini inşa edememektir. Erkek muhafazakârlar geleneksel aile modellerini savunurken, eşlerinin konut kredisi veya otomobil kredisi çekmesini istemektedir. Böylece geleneksel (erkek) ve feminist (kadın) aktörler “evlilik birliği” tesis ederken fıkhın belirleyiciliğinden ziyade ekonomik ihtiyaçlarının belirleyiciliğine dayanmaktadır. Muhafazakâr kesimdeki ailelerin hemen tamamının konut kredisi veya otomobil kredisi borçlusu olması, geleneksel fıkıhtan hareket ederek bir “aile” kurmayı imkân dışı bırakmaktadır.

Örnek olarak ifade etmek gerekirse, dindarlığın referans fıkhında nafakayı erkek kazanmalıdır. Ancak muhafazakâr erkekler evin nafakasını kredi borçlarının olması nedeniyle kadınlara yüklemek zorunda kalmıştır. Diğer ifadeyle muhafazakâr erkek, “İstanbul Sözleşmesi aileyi çözüyor” derken dahi feminizmin 1. Dalga hak kataloğunu savunmakta; evlenmek için “çalışan kadın” tercih etmekte, evlendikten sonra da eşlerinin maaşının evin geçimine katılmasını hedeflemektedir.

Bu tür ailelerde evliliğin ilerleyen yıllarında geçimsizlik problemleri baş gösterdiğinde Türk Medeni Kanunu’nun dava derdest iken tedbir nafakası, edinilmiş mala katılma rejimi kapsamında evlilik birliğindeki malların paylaşımı, boşanma sonrasında süresiz yoksulluk nafakası, maddi ve manevi tazminat, velayet, eğer gerekirse çocuk icrası gibi hükümler devreye girmektedir.

Evlilik bir akit olduğuna ve TMK’da “mal ayrılığı rejimi” bir seçenek olarak sunulduğuna göre başka bir evlilik modeli olabileceği hususu İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren kesimler tarafından gündeme getirilmemektedir.

3. İstanbul Sözleşmesi Kapitalist Dünya Düzenini Kadın Üzerinden İnşa Ediyor:

Muhafazakârlık 1990’dan beri kent-İslâm (ahlâkî kapitalizm) esaslı bir kamusal alan mücadelesi yapmaktadır.

Bu durumda muhafazakârlığın kadın ve erkek aktörlerinin yıllar içindeki toplumsal eylemlerini şöyle kategorize edebiliriz: Muhafazakâr erkekler kentsel mülkiyetin peşindedir.
Muhafazakâr kadınlar ise kamusal alanda merkeze yürümenin. Bu iki muhafazakâr tavrın söylemi “çatışmalı” olsa da pratikte erkek ve kadın muhafazakârlığı kapitalist toplumla uyumlu bir modernleşme atağı yapmaktadır. Kredi ile elde edilmiş mülkün kadına mı yoksa erkeğe mi kalacağı tartışmasına İstanbul Sözleşmesi şöyle cevap verdi: “Mülk kadının olacak, binlerce yıllık fakirliğe son.” Gerçekten de İstanbul Sözleşmesi’nin alt metninde “kentsel mülkiyetin kadına devredilmesi” teorisi vardır. Çünkü kapitalizmin bütün tüketim endüstrisi kadına emtia pazarlamak üzere olgunlaştırılmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nin bütün teorisi, “kadınlar binlerce yıldır fakirdir” söylemine dayanmaktadır. Nitekim bu söylem Sözleşme’nin “Giriş” bölümünde şöyle dile getirilmiştir:

“Kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının bilincinde olarak.”

Türkiye’de bu söylemi kullanan pek çok “muhafazakâr kadın entelektüel” bulunmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’ni erkekler için aşmanın “tek yol devrimi” erkeğin kendinden zengin kadınla evlenmesidir. Her ne kadar rivayet edilen hadislerde “mal, güzellik, soy için değil takva için evlilik yapın” uyarısı bulunmakta ise de genç adamların mevcut mevzuatlar karşısında kendilerini korumasının da yolları gösterilmelidir. Erkeğin kendinden zengin kadınla evlilik yapmayı esas alması halinde feministler İstanbul Sözleşmesi’nin, 6284 sayılı yasanın, Türk Medeni Kanunu’nun kadınların aleyhinde olduğunu görecektir. Diğer ifadeyle İstanbul Sözleşmesi aslında “Amazon kadını” imal etmektedir. Dişi örümceğin cinselliği, erkek örümceği döllenme sonrasında yiyeceğe indirgemektedir.

Feminizm kapitalist düzenin yayılma ideolojisi olarak düşünülmelidir. Kapitalizm kadınlara yöneliyorsa onlara emtialarına müşteri olacak cinsiyet rolü yüklediği içindir. Kapitalizm erkeğin statüsünü düşürmek istiyorsa, bunun nedeni de madenlerde, inşaatlarda, lağımlarda, fırınlarda, yüksek gerilim hatlarında çalışacak işçiler gerektiği içindir.

Feminist kadınlar “Hz. Hatice işkadını idi. Ona İslâm’ın yüklediği kimliği modern dönemde maskülen dindarlık engellemektedir. Erkek din anlayışı kadını fakirleştiriyor” demektedir. Bu yaklaşım Hz. Hatice’nin bütün servetini Hz. Peygamber’e bağışlayıp, fakir biri olarak öldüğünü görmemektedir. Anlaşılacağı üzere feminist kadınlar İslâm tarihini manipüle ederek okumaktadır.

Anadolu’yu şenlendiren erler/erenler “ashab-ı kehf” misalli bir yaşamla “fakirliği” seçmişti. Küresel anlamda erkeklerden cinsiyet rollerini terk etmeleri istenmektedir. Erkeklerin geleneksel cinsiyet rollerini bırakarak kadınlar gibi giyinmeleri, kadın işlerini üstlenmeleri istenmektedir. Bu kimliği giyinecek erkekler mutlaka çıkacaktır. Niçin? “Kapitalizmle uzlaşmak için kaçınılmaz” denecektir.

Oysa erkek, ashab-ı kehf de olabilir. Anadolu’yu şenlendiren erler/erenler “ashab-ı kehf” misalli bir yaşamla “fakirliği” seçmişti. Kapitalizme boyun eğmemek gerekir.

İstanbul Sözleşmesi Feminizmin Aleyhine Kullanılabilir

İstanbul Sözleşmesi kimi muhafazakâr aydınlar tarafından şu söylemlerle eleştiriliyor: “Bu sözleşmedeki ‘partner’ kavramı eşcinselliği meşrulaştırıyor” veya “Bu sözleşmedeki ‘cinsel yönelim’ kavramı ‘lgbt-i bireyler’e özgürlük alanı açarak aileyi tehdit ediyor.”

Benim geliştirmeye çalıştığım eleştiri yukarıdaki eleştirileri haklı görmüyor. Zira sözleşmedeki “partner” kelimesinin içeriğine resmî nikâh yapmamakla beraber halk arasında “imam nikâhlı” denilen çiftler de girmektedir. Bu anlamda devlet huzurunda resmen evli sayılmayan çiftlerin statüsünün İstanbul Sözleşmesi’nin (İS) getirdiği “partner” kavramı kapsamında tanındığı bile söylenebilecektir.

Yani İS aslında dolaylı olarak Türkiye’de laik kesimlerin hiç de onaylamadığı evlilik biçimlerini dolaylı yoldan “yasal” kılmaktadır. Ancak gerek laik çevreler ve gerekse İS karşıtı muhafazakârlar sözleşmenin kalıcılığı veya kaldırılması konusunda ideolojik kavgaya tutuştuğundan, onun halk tarafından hangi amaçlarla ve nasıl kullanılabileceğini kestirebilmiş değil.

Kanaatime göre İS’nin dayanak olacağı yasa da henüz çıkarılamamıştır. Denilebilir ki, “6284 sayılı yasa İS’nin dayanak olduğu yasa değil mi ki?” Bence değil. Zira bu yasa, gerçekte ondan önceki 4320 sayılı yasanın kısmen revizyona uğratılmış yeni bir versiyonudur. Benim yazılarımı ve röportajlarımı takip edenler biliyor olmalıdır: Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekilse, şu an karşı karşıya olduğumuz problemler bir nebze dahi iyileşme göstermeyecektir. Zira, Türkiye’de “aile” ve “kadın” konusundaki bütün problemli düzenlemeler BM Genel Kurulu tarafından 1979’da kabul edilen, 1981’de yürürlüğe giren CEDAW kaynaklıdır. Türkiye’de 1980’deki askerî ihtilal, uluslararası sisteme uyumlu bir anayasal düzenlemenin önündeki engelleri aşmaya vesile olurken, kriterlerini CEDAW’dan almaktaydı.

Dolayısıyla 1982 AY’sının hak ve özgürlükler sisteminin CEDAW kriterlerini esas aldığı rahatlıkla söylenebilecektir. Nitekim CEDAW Türkiye tarafından 1985 yılında imzalandı ve 1982 AY’sı ile zaten temel formları belirlenmiş “insan”, “kadın”, “aile” gibi kavramların yasal içerikleri de yavaş yavaş yasama organı tarafından çıkarılmaya başlanmıştır. 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’ndeki 144. Madde, 4.5.1988 tarih ve 3444 sayılı kanunun m.6 hükmü ile değiştirilerek “süresiz yoksulluk nafakası” düzenlemesi getirildi. Böylece Türkiye CEDAW etkisi ile hem 1982 AY’sını hem de medeni kanununu feminist teorinin ideolojik ufkuna teslim etti. Dolayısıyla Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi yasal alanda hiç değişiklik ortaya çıkarmayacaktır. Denebilir ki, “İS’den çekildiğimizde 6284 sayılı yasa da mülga olmaz mı? Böyle bir faydası yok mu?” Bu soruya cevap şu olur: “6284 sayılı yasa mülga olursa, önceki 4320 sayılı yasanın yeniden yürürlük kazanacağından netice değişmeyecektir.”

Anlaşılacağı üzere İS’nin iptaline yönelik çabaları beyhude görebiliriz. Fakat bu sözleşmenin yine de eleştirilmesi gerekiyor. Benim getirdiğim eleştiri, “İS’nden çıkalım” tezini savunan muhafazakârların eleştirisinden farklıdır. Zaten bu yazının kaleme alınmasının amacı da farklılaşmanın gerekçelerini izah etmektir.

Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ni savunan muhafazakârlar bu sözleşmenin “KADIN” tasavvurunu sorgulamamıştır. Bununla ne demek istiyorum?

Konu iki başlıkta ele alınabilir: 1) İstanbul Sözleşmesi, “Kadınların İnsan Hakları Sözleşmesi” kavramlaştırmasıyla yeryüzü ölçeğinde servis edildi. Fakat bu sözleşmenin “insan” ve “kadın” kavramı şiddetin doğasının eril olduğu yargısı nedeniyle “insan” kavramından kopmakta, kadının da “şiddet” uygulayabileceği gerçeğini göz ardı etmektedir. İlk tartışma bu başlık altında yapılmalıdır; 2) Feministler, İS’nin uygulanması yolunda bir hususu gözden kaçırıyor: Bu sözleşme, erkek ve kadının TCR (Toplumsal Cinsiyet Rollerini) terk etmeyi önermiyor. Tam aksine TCR kavramını kullanırken erkeği dönüştürmeyi esas alıyor. Ayrıca “insan” kavramını “kapitalizmin tüketim sistemine esir olmuş kadın” imajı ile muhtevalandırmaktadır.

Anlaşılacağı üzere benim İstanbul Sözleşmesi (İS) dolayımındaki eleştirilerim muhafazakâr kesimin eleştirilerinden farklıdır. Şimdi bu iki temel eleştirimi kısaca izah etmeliyim:

  1. İstanbul Sözleşmesi’nin “insan kadın” kavramı cinsiyetçidir:

İS’nin “Giriş” bölümünde “Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunun bilincinde olarak” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Sözleşmenin 2/2 maddesinde “Taraflar bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kadın mağdurlarına özel olarak dikkat göstereceklerdir.” hükmü düzenlenmiş olup genel anlamda “insan hakları”na değil “kadınların insan hakları”na vurgu yapılmaktadır.

İstanbul Sözleşmesi, öncelikle şiddet uygulayan kapsamında muhatap olarak devleti ve erkeği görmekte ve “şiddetin cinsiyetli doğası”na da işaret etmektedir. Sözleşmeyi savunanlar kadınların insanlık tarihi boyunca ikincil yaşadıklarını, erkeğe bağımlı olmaya zorlandıklarını, fakir bırakıldıklarını iddia etmektedir. Ancak bu argümanı geliştiren yazarlar, Kur’an’da ve siyerde zikredilen Sebe melikesi Belkıs’ın, Hz. İbrahim’in ilk eşi Sâre’nin, Hz. Peygamber’in ilk eşi Hz. Hatice’nin, Hz. Musa’nın evlendiği çoban kadının zengin olduğu hususuna dikkat etmemektedir. Gerçekte kategorik olarak “erkek” hakkında zengin/muktedir/birincil bir tipolojiden bahsedilemeyecektir. Zira Batı’nın sömürgecilik uygulamalarında da görüleceği üzere gerek Afrika halkları ve gerekse Amerika kıtası yerlileri erkek-kadın diye ayrılmadan köleleştirilmiş veya soykırıma uğratılmıştır. Kur’an’ın beyanına göre Firavun’un Mısır’da sadece erkeğe yönelik olarak soykırım uyguladığı da beyan edilmiştir. Bu örnekler “şiddetin cinsiyetli doğası” kavramının kanıtlanmış bir yargıya dayanmadığını ortaya koymaktadır.

“Erkeğin doğasının şiddet olduğu, kadının doğasında şiddete yer bulunmadığı” yaklaşımı felsefî anlamda cinsiyetçi bir değer yüklenmektedir. Şiddeti “güçlünün güçsüze karşı hak elde etme amacıyla onun bedensel bütünlüğüne, malına, kişiliğine, değerlerine saldırı veya tecavüz veya mağdur etmeyi içeren her türlü davranışıdır.” şeklinde tanımlamak mümkündür.

Böyle bir tanım kapsamında herkes “şiddet uygulayan”a dönüşebilir. Örneğin doğum yapmış bir kadın göğsünde süt uyandığı halde bebeğine ondan vermemekte ise “şiddet uygulayan” kategorisinde kabul edilebilecektir. Ancak bu ihtimalde gerçekten aciz bir varlık olarak insan yavrusu, annesinin kendisine süt vermediğini nasıl ileri sürebilir ve “bebeğin insan hakları”nı talep edebilir? Bu imkân dışıdır. İS’nin kadına yönelik şiddetin “toplumsal cinsiyete dayalı” niteliğinden veya “cinsiyete dayalı şiddet” ten bahsetmesi eviçi/hane içi (domestic violence) şiddetin kadın dışındaki mağdurlarını ve kadından gelen şiddeti görmeyi engellemektedir. Benzeri şekilde, kocası işe gittiğinde yatalak/felçli kayınvalidesi ile evde kalan bir kadının uygulayabileceği pek çok şiddet bulunabilecektir. İS’nin “şiddet erildir” yaklaşımı, kadının da “insan” olduğu ve “şiddet uygulayan”a dönüşebileceği hususunu örtmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’nde “aile içi şiddet” şöyle tanımlanmıştır:

Madde 3-b: “Aile içi şiddet: eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.”

Görüldüğü üzere İS hanede, aile içinde veya eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü 1) Fiziksel, 2) Cinsel, 3) Psikolojik, 4) Ekonomik şiddet eylemini engellemeyi hedeflemektedir. Bu madde, kaçınılmaz olarak “şiddet uygulayan varlığın” erkek özne olmasını imkânsız kılmaktadır. Diğer ifadeyle İS’nin “Giriş” bölümünün mantığında yer alan “Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığı” yargısı bir gerçeklik taşımamaktadır.

İstanbul Sözleşmesi 3-b maddesi kapsamında tanımlanan “aile içi şiddet” hükmü bağlamında evladına “akşama erken gel” diyen bir kadın da gerçekte “şiddet uygulayan”a dönüşmektedir. İstanbul Sözleşmesi bu madde nedeniyle tersten okunabilirliğe imkân sağlamaktadır. Nitekim aşağıda böyle bir okumaya örnekler verilmiştir:

Evlenme görüşmeleri sırasında bir erkeğe “ne kadar altın takacaksın?” diye sormak İstanbul Sözleşmesi bağlamında psikolojik şiddettir.

Nişan günü erkeğin çiçek, çikolata, hediyeler getirmeye zorlanması İstanbul Sözleşmesi bağlamında psikolojik şiddettir.

Bir erkeğe “Düğünü nerede yapacaksın damat. Bak ben düğünü şurada istiyorum” denmesi İstanbul Sözleşmesi bağlamında psikolojik şiddet ve ekonomik şiddettir.

Erkeğe “Evlilik alış-verişi yapacağız damat. Filan mağazadan filan marka mobilya alacaksın” denmesi İstanbul Sözleşmesi bağlamında psikolojik şiddet ve ekonomik şiddettir.

Evlilik görüşmesi yaparken erkeğe maaşı, malı, ailesinin serveti sorulmaktaysa İstanbul Sözleşmesi bağlamında psikolojik şiddet uygulanmaktadır.

Bir kadın, evladını sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla, dijital ortamda 7/24 gözetliyor, takip ediyorsa; o “çocuk”, o anne hakkında İstanbul Sözleşmesi 3-b gereğince DJİTAL ŞİDDET uyguladığı gerekçesiyle 6284 sayılı yasaya dayanarak evden uzaklaştırma kararı alabilir.

Bir kadının evladının cep telefonu mesajlarını izinsiz okuması, İstanbul Sözleşmesi bağlamında “djital şiddet”tir.

Bir kadının kocasının kredi kartını izinsiz bir alışverişte kullanması İstanbul Sözleşmesi bağlamında ekonomik şiddettir.

Bir kadın kocasının para biriktirmesine, hesap açmasına ve yatırım yapmasına engel oluyorsa ekonomik şiddet uygulamaktadır.

Yukarıdaki örneklerde de görüleceği üzere, İstanbul Sözleşmesi “ters okuma” yapılırsa kadınlar için olumsuz kavramlar getirmektedir. Sözleşmeyi yukarıdaki gibi okuyan bir damat adayı çıkarsa, gelin adayları tek taş, düğün, gelinlik, balayı, mobilya gibi taleplerinde masrafın yarısını karşılamak zorunda kalacaktır. Zira erkeğin düğün masraflarını üslenmek zorunda bırakılması, İS’nin getirdiği kavramsal yaklaşımla toplumsal cinsiyet rolü dayatmasıdır.

Diğer taraftan sözleşmenin 3-f maddesi, 18 yaşından küçük kızları da “kadın” olarak kodlayarak hane içinde kimden gelirse gelsin herkesin “4 şiddet” kapsamındaki haksız fiilini kolluğa ve yargıya taşıma hakkı vermektedir. Bu madde gereğince kadın (anne) de kızına yönelttiği harçlık kesme, tahkir, hakaret, duygu sömürüsü, hesap sorma, özel hayatı sorgulama, eve giriş çıkışları denetleme gibi eylemleri halinde 6284 sayılı yasa gereğince evden uzaklaştırma kararına muhatap olabilecektir.

İstanbul Sözleşmesi’nin “cinsiyetçi insan hakları” yaklaşımı sanıldığının aksine sözleşme metnini güçlü kılmamaktadır. Tam aksine sözleşme metni bu cinsiyetçi yaklaşımı nedeniyle yara almakta ve hatta “kadın karşıtı” okumalara fırsat vermektedir.

2. İstanbul Sözleşmesi’nin “ideal kadın tipi” geleneksel toplumsal cinsiyet rolünü terk etmediği gibi, kapitalist tüketim sistemine esir bir varlığı imler:

İS’nde “toplumsal cinsiyet” kavramı şöyle tanımlanmıştır:

Madde 3-c: “Toplumsal cinsiyet: Herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır.”

Yukarıdaki tanıma göre toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyeti değil toplumun kadın veya erkek cinslere yüklediği davranış kalıplarını, rolleri, meslekî ayrışmaları, giyim-kuşam biçimlerini, âdetleri, insan-insan ilişkilerindeki tavır alışları ifade eder. Örneğin her erkeğin askere gitmesi toplumsal cinsiyet rolü (TCR) demektir. Evlenen kadının gelinlik giymesi de toplumsal cinsiyete dair özellik kapsamındadır.

İS’inde “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” kavramına da yer verilmiş ve şöyle tanımlanmıştır:

Madde 3-d: “Kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet: Bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır.”

Modern Batı, “kadın hakları” konusunu “insan hakları” kavramının ekseninde ele aldı ve İstanbul Sözleşmesi’ni de “Kadınların İnsan Hakları” kavramıyla dünyaya servis etti. Ancak söz konusu kadın, “bedenine tıp teknolojisi tarafından müdahale edilen” veya “kozmetik kullanan kadın”dır. Diğer ifadeyle “Toplumsal Cinsiyet” (TC) kavramı “doğal insan”a dayanmamaktadır.

Dikkat edilirse TCE kapsamında medyaya yansıyan tanıtım filmlerinde veya görsellerde kız çocuklarının otomobille, erkek çocukların bebekle oynaması modellenmektedir. Diğer taraftan kimi kampanyalarda da erkeğin makyaj yaptığı, naylon çorap yüksek topuklu ayakkabı ile görüntü verdiği görülmektedir. Bu medya çalışmaları erkek ve kadını bir “insan” olarak ele almamakta, insanı kapitalist üretimin nesnesine dönüşmüş varlık olarak tanımlamaktadır.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (TCE) kavramının tutarlı olabilmesi için erkeklerin kadına benzetilmesi değil kadınların geleneksel “toplumsal cinsiyet rolü”nü (TCR) terk etmesi gerekli değil midir? Feminizm eğer “insan hakları” kavramına dayanmakta ise ve İstanbul Sözleşmesi’ni esas alıyorsa önce kadınların geleneksel cinsiyet kalıbı olarak gösterilen “saçı uzun” “eksik etek” gibi deyimlerle de ifade edilen kıyafet kimliğini sorgulaması ve “saf insan” olmaya çalışması gereklidir. Daha da ileri giderek kozmetik kullanmayı reddetmeli, güzelliğini beğeniye sunmayı da reddetmelidir. Gerçekte bütün bir edebiyat ister Doğu’da ister Batı’da olsun kadını “güzelliğini başkasına onaylatan” bir doğa ile ele almıştır. Hatta Pamuk Prenses Yedi Cüce masalı gibi çocuklara yönelik anlatılarda kadın cadılar bile “ayna ayna, söyle bana, var mı benden daha güzeli bu dünyada” sorusu sorarak kadın doğasının “güzelliği başkasına onaylatma” istenciyle hareket etmektedir. İstanbul Sözleşmesi bu istence göz yummakta, tolerans göstermektedir. Böylece toplumsal cinsiyet rolünü değiştirmesi gereken figür “erkek” olarak gösterilmekte, bu değişime direnen erkek ise linç edilmektedir.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ni savunan muhafazakâr çevreler, sözleşmenin kadının Batı kapitalizminin tüketim köleliğine direnmesine fırsat vermediği hususunu dikkate almamaktadır. Şu soru önem arz etmektedir: “Niçin eğitim kurumlarında, şirket politikalarında erkeklerin TCR değiştirilmeye çalışıldı ve buna karşılık kadının TCR muhafaza ediliyor?” Bu politikalar erkeklere kadınsı ve/veya kadının toplumsal cinsiyet rolü dayatmaktadır.

Feminist ideolojinin desteklediği İS, “dünya kapitalizm”in araçsal reklam ajansı olarak kurgulandı. Feminist ideoloji, kozmetik kullanmayan, tıp teknolojisinin müdahalelerine maruz kalmayan “saf insan”ı ideal edinmiyor. Aksine feminizmin karşıt olduğu tip tüketim bağımlılığına yakalanmayan erkektir. Bu anlamıyla İstanbul Sözleşmesi’nin imal ettiği “insan”, küresel ölçekte kapitalist bir saldırıya maruz kalmaktadır.

Bütün bu izahtan sonra, feminizmle İstanbul Sözleşmesi’nin kavramları bağlamında mücadele edilebilir. Feminizm, erkeklerin de kadınlar gibi tüketim bağımlılığına yakalanması hedefine özgülenmiş, işlevsel, operasyonel, zayıf bir ideolojidir.

Erkek (racul) Olmak: Feminizme Direnmek

Erkek kimdir:

“Erkek” deyince “racul” olanı anlıyoruz. “Racul”, ‘adam’ demektir.

Bir erkek annesine “gebelik hakkı” ve “süt hakkı” nedeniyle, kızkardeşine “aile hakkı” nedeniyle hürmetlidir ve onların iaşesinden, emniyet içinde yaşamasından mesuldür.

Bir erkeğin hayattaki en büyük önceliği kadın değildir. Erdemleridir.  Erkeğin en büyük hatası erdemlerini kaybetmesidir. 

Kadınlar her zaman kendilerine “çok güzelsin”, “senden vazgeçemem” denilmesini ister. Oysa Kur’an’da şöyle bir ayet vardır: “Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha hayırlı, Müslüman, inanan, sebatla itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir” (66 Tahrim 5).

“Erkek” kavramı “kadınlar tarafından kontrol edilemeyen” olarak anlamlandırılmalıdır.

Erkek, kontrol edilemeyendir.

Oğuz Kağan olmak:

Oğuz Kağan, annesine “benim gibi inanmazsan senin sütünü emmem” demiş ve kadını daha üç günlük bebek olduğu halde dize getirmiştir.

Şehveti yenmek:

Oğuz Kağan şehvetinin peşinde dolaşsaydı evlendiği ilk kadınla birlikte olurdu. Bunu reddetmiştir. Ardından babası onu ikinci bir kadınla evlendirmiştir. Oğuz Kağan o kadına da erdemli yaşamakta kendisine yardım etmesini teklif etmiştir. Bu kadın erdemli yaşamı reddetmiştir. Oğuz Kağan şehvet için evlenmediği için ikinci karısıyla gerdeğe girmemiştir.

Üçüncü bir kadınla evlenmeyi diledi. Bu kadına “erdemle yaşamak konusunda bana eşlik eder misin?” dedi. Kadın onayladı. Oğuz olun. Kağan olun.

Alp Olmak-Yusuf Olmak:

Erkeğin değeri, kadının egosunun tatmininden gelmemektedir. Erdemli ve namuslu erkek en değerli erkektir. Hz. Yusuf’u hatırla.

Kadının peşinde koşarak feta/alp/yiğit/ahi olamazsın.

Kur’an’da erkekler (Ricâlun) erdemleri ile övülmüştür: “Ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allah’ı zikretmekten asla alıkoymadığı öyle adamlar vardır ki!” (24 Nûr 37).

Eşitiz söylemi:

Erkek, kadının “cüzdanı” değildir. “Eşitiz” diyen kadın, masrafları erkeğe yüklemek eğilimindeyse o kadından uzaklaşmak gerekir. Yani “eşitiz” diyen bir kadın evleneceği erkekten düğün masrafları, balayı, altın, saray gibi ev, eşyalar talep etmekteyse ve kendisi bu taleplerinin masrafına katılmıyorsa erkeği “cüzdan” olarak görmekte değil midir?

Kadında söylem-eylem tutarlılığı aramak gerekir. Onun beyanına bakın: “Eşitiz” diyorsa eşitliğini ispat etmesini isteyin. Bu durumda erkekten çiçek, altın istememesi gerektiğini kendisine söyleyin.

Sizi, maaşınızı, servetinizi, sülalenizi, sosyal sermayenizi beğenen kadınla evlenmeyin, erdemlerle yaşayan kadınla evlenin. Bir erkek evlenirken 100 bin TL para harcıyor. Üstüne karısının “öğrenim kredisi”ni ödüyor. Ona “bu nasıl eşitlik” demelisiniz?  “Eşitiz” diyen bir kadının koca adayından çiçek, söz yüzüğü, hediye kabul etmesi eşitliği bozucudur.

Kadının “Bedenim benimdir” ve “Özel hayatım kocamı bile ilgilendirmez” söylemi:

Kadın: “Bedenim benimdir, özel yaşamıma kocamı dahil etmem” diyorsa, ona “evliliği şirket olarak görüyorsun. Madem özel hayatlarımız olacak seninle niçin evlenmeliyim?” diye cevap verin. Erkek ve kadın evlenmekle birbirlerinden saklanmış özel hayatları olamayacağını en baştan kabul ederler. Evlilik iki kişilik özel hayattır.

Evlilikte iki temel mal rejimi:

Edinilmiş mallara katılma rejimi- TMK 202: “Eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulanması asıldır.”

Mal ayrılığı rejimi- TMK 242: “Mal ayrılığı rejiminde eşlerden her biri, yasal sınırlar içerisinde kendi malvarlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf haklarını korur.”

Edinilmiş mallara katılma rejiminde koca karısından yüksek maaş aldığı takdirde, yaptığı tasarruf (birikim) meblağının yarısının karısına ait olduğunu bilmelidir. Keza, bu rejimde koca örneğin babasından gayrımenkulün kira gelirinin yarısının karısına ait olduğuna dikkat etmelidir.

Mal ayrılığı sözleşmesi:

Eşitlik teorisine inanan bir kadına evlenme işlemleri sırasında mutlaka “mal ayrılığı sözleşmesi” imzalatmalısınız. Söyleminde ciddiyse ve tutarlılığını koruyacaksa bu sözleşmeyi imzalayacaktır. “İleride boşanma ihtimalim olursa onun maaş/kira gelirinin yarısını almalıyım” diye düşünmekteyse sözleşmeyi imzalamayacaktır.

Evleneceğiniz kadına TMK 202’deki “Eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulanması asıldır.” hükmünü okumuş ve bu rejimi seçtiği takdirde ileri süreceği hukukî haklarını anlattığınızı varsayalım.

Eğer “eşitlik” iddiasında tutarlıysa edinilmiş mala katılma rejimini (TMK 202) seçmeyeceğini belirtmelidir.  Yok eğer “eşitiz” dediği halde mal ayrılığı rejimi (TMK 242) sözleşmesini imzalamayacağını beyan ederse tutarsızlığı ispat edilmiş olacaktır.

Kadınlar binlerce yıldır eril iktidarca ezilmekte midir?

Evlilik sürecinin başında “biz kadınlar binlerce yıldır eril iktidar tarafından ezildik, fakir bırakıldık” diyen bir kadın, evleneceği erkeğe “binlerce yıllık kadın ezilmişliğini fatura etmek istemekte” gibidir. Kendisine binlerce yıldır madenlerde, inşaat işlerinde, lağımlarda erkeklerin çalıştığını; firavunun erkekleri öldürüp kadınları sağ bıraktığını, hatta Hz. Musa’nın bu sebeple sepete yerleştirilip nehre bırakıldığını söyleyin.

Tarihte iki erkek tip var:

Feminist kadınlara tarihte iki erkek tip olduğu hatırlatılmalıdır.

Kabil ile Habil’den ilkinin eril, ikincisinin racul olduğunu söyleyin.

Erkekler “eşitiz” diyen kadınların finans-geçim kaynağı değildir. Erkek, evlenmekle servet transferi yükümlüsü kılınamaz.

“Binlerce yıldır kadınlar eril iktidarlar tarafından fakir bırakılmış ve ezilmiştir” diyen feminist kadına “seni ben mi zengin edeceğim; üstelik daha evlenmeden beni şiddet uygulayan kategorisine itiyorsun” deyin ve uzak durun.

Kadınlar neden fakir koca istemiyor, erkekler neden fakir kızlarla evleniyor?

Erkek kendisinden zengin bir kadınla evlenemiyor, fakat kendisinden servet veya ücret yönünden daha düşük gelir kesiminden gelen kadın ile evlenebiliyor. Bu ihtimalde erkeğin kendisinden düşük gelir grubundan bir kadınla evlenirken “eşitiz” söylemine muhatap edildiğini görünce o ilişkiyi kesmesi menfaati icabıdır.

Kadın kendisinden zengin bir erkekle evlenmişse ve ardından boşanmışsa, boşanmakla fakir kalmaz. Tam aksine içinden geldiği düşük gelir grubuna geri döner.

Erkek kendini kadının “sınıf atlama taşı”na dönüştürmemelidir. İlkeleri belirlenmiş bir erkek dünyası kurulursa, feminizmle mücadele çok kolaydır.

Masraflara katıl!

“Eşitiz” diyen kadınlara “O halde evliliğin tüm masraflarına eşit olarak katılacaksın” demelisiniz. Bu masraf kalemlerini belirleyin: gelinlik, kına gecesi, düğün salonu, ev eşyası, balayı seyahati, yüz görümlüğü, takı, hediyeler.

“Kocam çalışma dedi, hayatımı ona harcadım. Elbette malının yarısını alacağım.”

Kadın, kocası “çalışma, çocuklarımıza bak” dediği için evde oturduğunu ve yıllar sonra eşinin onu yüz üstü bıraktığını söylüyor.

Bu problemin çözümü devlete aittir. Kadına yanında kalıp da büyüttüğü çocuk başına 10 yıl süre ile her yıl güncellenecek “çocuk yardımı” yapılmalı ve hatta dördüncü çocuğuna 10 yıl bakan kadın emeklilik hakkı elde etmeli.

Erdemli hayat:

Namuslu yaşayın. Erkek için büyük erdem namustur. Namus, aynı zamanda erkeğin gücüdür. Namusunu, erdemini koruyamayan zaaf içindeki erkek belaya düşmektedir.

Erkek, bilgeliği hedeflemeli, namusunu korumalı, erdemi ufku bilmelidir.

Asıl değer, erdemliliktir.

Kocasının mali zayıflığında onu terk etmeyecek kadın da erdemlidir.

Güzeli seçme, erdemi seç:

Kadının güzel olması değer zannedilir ama “değer” değildir. Güzellik geçiyor. Sadakat, bağlanma, aynı tencereye kanaat etme kalıyor.

Kadınların peşinden gitmeyin. Erdemin peşinden gidin.

Beladan kaçmak:

Bir: Beladan kaçın.

İki: Karı-koca arasına giren erkek de belaya düşmektedir.

Üç: Kadınla kavga etmeyin.

Erkek, alp-yiğittir. Onun kavgası ulvî olmalıdır.

Ölüm evvel gelecek:

Erkekler kadınlardan az yaşamaktadır.

Bir erkek bu olguyu dikkatle tefekkür etmelidir.

Ölünce servetiniz karınıza miras kalacaktır. Yaşarken bunu dikkate alın.

Etkilemek ve etkilenmek:

Bir: Kadını etkilemeye çalışmayın.

İki: Hoşlandığınız kadın güzelse onun güzelliğini aşacak başka bir değeriniz olmalı.

Kadına (güzelliğe) tapmayın; erdeme boyun kıran kadında vüdd arayın.

Erkek, kendini şehvet, güzelliğe sahip olma, servet alanında inşa ettikçe talip olduğu bu üç alan tarafından kuşatılmakta ve hatta esir edilmektedir.

Düğünde takılan altın ve takılar:

Evleneceğiniz kadına “düğünde kendi akrabalarımın taktığı altınların bana ait olduğuna dair noterde akit yapacağız” deyin. Böylece gerçekten eşitliğe inanıp inanmadığı ortaya çıkacaktır.

Kadın kendinden güçsüz insanlara nasıl davranıyor:

Kadının çocuklara şiddet uygulayıp uygulamadığına, kürtaj meselesine nasıl baktığına dikkat edin. Kürtaj, şiddettir.

Kadın evleneceği erkeğe maaşını sormalı mı?

Evleneceği kişinin mesleği varsa, geçim tuttuğu belli ise, kadının ona maaşını sorması kabalıktır. Maaş araştırması yapan kadından uzak durun. Zira kadın “eşit” ise, kocasının gelirini sorgulayamamalıdır. Hatta “Bedenim ve özel hayatım bana aittir. Kocam dahi buna vakıf olmayacak” diyen bir kadının eşinin gelirini, mülk dökümünü, maaşını hiç sormaması gerekir.

Feminizmle mücadele, onların argümanları kendilerine karşı kullanılırsa çok kolaydır.

“Ne olursa olsun” diyerek evlenme:

İyi erkekler iyi kadınlara lâyıktır.

Namuslu erkekler namuslu kadınlara lâyıktır.

Yusuf (as) şehvetine yenilseydi sarayda erdemsiz ve günahkâr şekilde “imtiyaz” sahibi olacaktı. Erdemle hareket ederek vezirin karısının göremeyeceği bir hükümranlığa, asaletle gelen iktidara vasıl olmuştur.

Boşanma davaları üç ay içinde karara çıkmalı:

Boşanma davası açılmışsa ve erkek polis/asker vazifesi altında şehit olmuşsa şehitliğin getirdiği mali haklar boşanma davasında taraf olan kadına verilmemelidir.

Boşanma davası derdest olan Şehide düşen mali haklar onun annesine-babasına verilmelidir.

Boşanma davası görülen kadının, şehit olan “kâğıt üstündeki” kocasının şehadeti nedeniyle bağlanacak mali haklara sahip çıkması şehidin anne-babası için eziyettir.

Boşanma davaları çok uzun sürmektedir. Boşanma kararı hemen verilmeli, boşanmanın feri talepleri ayrıca görülmeli. Boşanma davaları derdest iken tarafların sadakat yükümlülüğü devam etmektedir. Bu davaların uzun sürmesinin müsebbibi kanundaki düzenleme eksikliğidir.

İki taraf da boşanma davası-karşı dava açmışsa, mahkemeler boşanma kararı vermeli, davayı başka bir dosya numarası ile kusur, velayet, mal paylaşımı gibi talepler yönünden ele almalıdır. Boşanma davaları özellikle kadın hamile değilse 3 ay içinde karara çıkmalıdır.

Aileyi tanımlamak:

Medeni Kanun “aile”yi şöyle tanımlamalıdır: “Birbiriyle evlenme yasağı olmayan kadın ve erkeğin nikâh akdiyle tesis ettiği birlik.”

Aile Bakanlığı müstakil olmalı:

Aile Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı’ndan ayrılmalıdır.

Aile Okulu:

Aile Bakanlığı evlenecek bütün çiftlerin bir aile okulu eğitimi almasını şart koşmalıdır. Bu eğitimle 1) Mal ayrılığı rejimi, 2) Edinilmiş mala katılma rejimi, 3) Evliliğin taraflara getirdiği hak ve borçlar, 4) Boşanma halinde tarafların karşılaşacağı neticeler öğretilmelidir.

Medeni Kanun’un “edinilmiş mala katılma rejimi”nin mali neticeleri damat adayları tarafından bilinmemektedir. Bu husus erkeğin mağduriyetinin en büyük kaynağıdır ve bu konu İstanbul Sözleşmesi ile ilişkili değildir.

Düğünde erkek tarafı altın takmamalı, onu damadın ailesine vermeli:

Yargıtay, düğünde erkek tarafın taktığı altın-takıları kadının saymaktadır. Bu durumda erkek tarafı altın-takıyı düğünde takmamalı, damadın anne-babasına vermelidir. Çünkü bu ikisi senelerce akrabalarına altın takmıştır. Düğünde gelen altın bu anne-babanın yıllarca akraba, hısım, dost, ahbab için harcadığı bedellerin iadesidir. O halde düğünde damada takılan altın, damadın ana-babasının hakkıdır.

Feminizmi nasıl tanımlıyoruz?

Feminizm küresel bir partidir. Topraksız, yersiz-yurtsuz bir parti.

İnsanlığı erkek-kadın olarak bölen, inşaatta çalışan erkek işçileri, madenlerde çalışan erkek işçileri görmeyen ve erkek kimliğini riskli-eziyetli işlere sürüp paryalaştırarak “kadın iktidarı” kurmak isteyen bir partidir.

Feminist teori, erkek proletaryalaşmasını erkeğin emeğinin kadına transferini meşrulaştırmanın peşindedir. Bu amacı gerçekleştirmek için arkasına devletleri ve küresel sözleşmeleri (AİHS, CEDAW, İstanbul) almaktadır.

Feminizm “eril devlet” söylemini dolaşıma sokmakta ancak son tahlilde erkeği ezmek, onu paryalaştırmak, erkek emeğini “pozitif ayrımcı yasalarla” kendi cinsine transfer etmek için devleti araçlaştırmaktadır. “Eril devlet” söylemi, eril devletin gücü ile erkekliği iğdiş etmenin aracına dönmektedir. Feministlerin “eril iktidar” eleştirileri, dönüp dolaşıp “eril” saydıkları devlet gücünü bir cinsiyete (erkeğe) karşı silah olarak kullanmaları paradoksuna neden olmuştur. Feministler iktidarı “erkek-maskülen” olarak nitelerken bu iktidarı erkeğe karşı kullanan erkeğimsilere dönüşmektedir.

İslâmcı feministlerin de kullandığı “eril iktidar” söylemi, “devlet erkeği terbiye etmelidir” talebine dönüştüğünden bu evrilme, feminist tezlerin asıl hedefinin “erk talebi” yani “erk-leşmek –> erilleşmek” olduğunu da ortaya çıkarır.

Feminizm evliliğin, akrabalığın, içtimailiğin “erdem ödevi”ni yıkarak “haz ödevi” imal etmekte ve muhatabı olduğu tüm “topluluk”ların karşısına “kutsallaştırılmış kadın narsisizmi”ni koymaktadır.

“Kadınım ben” ifadesi fetişleştirilmiş bir varlığı, bir tür tanrıçayı imlemektedir. “Kutsal beden” olarak kendini görünürleştiren kadın hareketi, “cinsel organımı ve bedenimi erdemlerden uzak tutarım” söylemiyle sosyal değer tanımadığı bir alan inşa etmektedir. Feminist pankartlara ve söylemlere bakılırsa bu akımın yöneliminin gerçekte “hedonizm” ve “cinsiyet kimliği aşırı vurgulanmış narsizm” olduğu görülecektir. Hedonizme göre herkes için geçerli evrensel ahlak yasası bulunmamaktadır.

Bu nedenle feministlerle tıpkı Hz. Yusuf gibi veya Oğuz Kağan gibi erdemli kalarak mücadele edilebilir.

Türkiye Kendisiyle İstiklâl Harbi Verdiği Nüfusu Kaybediyor (II) – Feminizmi Besleyen Küresel Kapitalizm

“Türkiye’nin kurucu nüfusu” diye de adlandırdığımız kendisiyle İstiklâl Harbi verdiği nüfusunu kaybetmesinin çok boyutlu incelenmesi gerektiğini önceki yazıda dile getirmeye çalışmıştım. Türkiye’nin bu asal nüfusunun doğum hızında büyük bir duraklama ve hatta düşmeden bahsedilebileceği resmi makamlar tarafından da dile getirilmektedir.

Örneğin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, “Demografik Dönüşüm ve Kadın” başlıklı “5. Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kongresi”nde yaptığı açılış konuşmasında “2005 yılında 5 milyon 108 bin olan kadın istihdamını, 2018 yılında 9 milyona çıkardık.” vurgusu yaptıktan sonra “Ülkemizde kadın başına düşen çocuk sayısı 60 yıl önce 6,4 iken bugün nüfusun kendini yenileme oranı olarak kabul edilen 2,1’in altında seyrettiğini” ifade etti. (Selçuk, 07.03.2019). Bakan Selçuk’a göre üreten, çalışan, başarılı ve öz güven sahibi kadın, aile ve toplumun teminatıdır. Demografik dönüşümün negatif etkilerini azaltabilmek amacıyla, çalışma hayatı başta olmak üzere toplumsal gelişim sürecinde etkin olması gereken kadını, kolaylaştırıcı uygulamalar ve imkanlarla desteklemek gerekir. Bu nedenle Bakan Selçuk, bir taraftan kadın istihdamını, kadının iş gücüne katılımını teşvik ederken, diğer taraftan kadının aile ile iş hayatı arasındaki uyumunu kolaylaştırıcı tedbirler almayı ihmal etmediklerini ifade etmiştir.

Bakan Selçuk Türkiye’deki “nüfus yaşlanması” probleminin dünyanın genel gidişatı olduğuna da değinerek aslında “kaygı verici bir durum yoktur” mesajı vermeye çalıştı. Bakanın ifadesine göre “7 milyar 600 milyon nüfusa sahip dünyanın 678 milyonunun yani yaklaşık yüzde 9’u, 65 yaşın üstündedir. 2050’de bu oranın yaklaşık yüzde 16’ya yükseleceği beklenmektedir. Dünyada ortalama yaşam süresi 2000 yılında 68 iken şu anda 72 senedir. Bundan 60 yıl önce ise dünyada kadın başına doğum sayısı 5 iken bugün 2,44 çocuğa düşmüş durumda. Şu anda yüzde 8,8 olan yaşlı nüfus oranımızın 10 yıl içinde yaklaşık yüzde 13 olacağını öngörüyoruz. 2050’de ise her 5 kişiden 1’inin (yüzde 20,2) 65 yaşın üzerinde olacağını tahmin ediyoruz. Son 16 yılda, toplumumuzun refah seviyesinde artış, sağlık ve sosyal hizmetlerdeki iyileşmeler neticesinde 2000 yılında 70 olan ortalama yaşam beklentisi süresi, bugün yaklaşık 76 yıla yükselmiştir. 2005 yılında 5 milyon 108 bin olan kadın istihdamını, 2018 yılında 9 milyona çıkardık. Aynı dönemde, yüzde 23,3 olan kadınların iş gücüne katılım oranı yüzde 34,1’e yükseldi. Hedefimiz, inşallah bu oranı 2023 yılına kadar yüzde 41’e ulaştırmaktır.”

“Kadın Tarım Toplumunda da Çalışıyordu” İfadesi Ne Kadar Doğru?:

Kadın istihdamının arttırılmasına ilişkin politikalar “Eski toplumlarda da kadınlar çalışıyordu” söylemiyle izah edilmektedir. Elbette ki bu ifadenin gerçekliği konusunda kimse aksine bir delil getiremeyecektir. Ancak eski toplum düzenlerinde kadının çalışmasının kendi nam ve hesabına olmadığı söylem sahipleri tarafından dikkate alınmamakta gibidir.

Eski toplumda tımar arazi, aile çiftçiliği olarak işletilebileceğinden erkek tek başına tımar arazide kiracı olamazdı. Erkeğin tek başına ev de açamadığı, evlenmedikçe baba evinden ayrılamadığı da dikkate alınmalıdır. Esnaf ve zanaatkâr da ancak evli ise dükkân açabileceğinden, iktisadî hayatta faaliyet gösteren ticarethaneler, “aile işletmesi” idi. Meslekler, cinsiyetçi tekeller olarak “usta”lara özgülenmişti. Yani bir loncaya girmeden ve o loncada kendisinden önce “usta” statüsü kazanmış bir meslek erbabından el almadan salt sermaye ile veya salt kendi başına elde ettiği bilgi ile yahut esnaf loncasının meslek ilkelerine dayanmayan yollarla dükkân açılamazdı. En azından ahi çarşılarında (bedestenlerde) hariçten gelip dükkân işletmeye müsaade edilmezdi. Böylece erkek dükkân açmak/tımar arazisi kiracısı olmak yani mesleğini “usta” statüsünde devam istediğinde evlenmek zorunda kalmakta ve ancak evlenerek mahallede “ev açmayı” başarabilmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı toplumunda fert, “birey” olarak yaşaması imkânsız biriydi. Bir sosyal topluluğa (aile, köy, mahalle) ve bir meslek topluluğuna (şehirde lonca, kırsalda rençber, orman köylüsü, çoban) kayıtlı olması gerekiyordu. Üçüncü olarak, fertlerin inançlarıyla bağlı oldukları bir kimlikleri daha vardı. Tekkeler bu kimliği inşa ediyorlardı.

Kadın da baba evinden ancak evlenerek ayrılabileceğinden ve piyasada da “meslek tekeli” olduğundan “aile” olmaktan başka bir yolla iktisadî hamle yapamazdı. Kadının da erkeğin de iktisadî, sosyal faaliyetlerine evlendikten sonra izin verilmekteydi. Kadın nafaka kazanmak mecburiyetinden de muaf tutulduğu için erkek eğer dükkân açabilecek statüde değilse, emeğini kiralıyor, ancak istihdam ücreti yüksek oluyor ve tek başına ailesinin geçimini temin edebiliyordu. Modern toplumda kırılan ilk yapı evin erkek tarafından geçindirilmesini imkânsız kılan “ücret tırtıklaması”dır. Modern dönemde ücret tırtıklaması, erkek ve kadını evlenmeden kazanç elde etmek zorunda bıraktı ve kadınların ailesiz olarak maişetlerini kazanabilmesi de erkeğin “kavvam” vasfını yitirmesiyle neticelendi.

Anlaşılacağı üzere “eski toplumda da kadın çalışıyordu” ifadesi karı-kocanın birlikte çerağını yaktıkları “aile ocağının” hesabına değer ifade etmekteydi. Koca, evleneceği kadının nam ve hesabına yazılacak “mehir” talebini ve kadının asgari baba evindeki geçimliğini temin edecek bir nafakayı karşılamakla mecbur tutuluyordu.

Oysa modern toplumda kadın ve erkeğin çalışması aile kurma şartına bağlanmamıştı. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS, 8. madde) ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde (12. madde)de yer alan “Özel hayatın korunması” Anayasa’da da düzenlenmiştir: “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz’ (Anayasa 20. md.).  Madde hükmünde yer alan “herkes” ifadesi nedeniyle karı-koca da birbirlerinden “özel hayatın gizliliği ilkesi”nin gereklerine uymasını talep edebilecektir.

Böylece modern toplumda kadın ve erkeğin “aile olmadan” içtimaî, iktisadî ilişkiler geliştirebilmesinin, birey temelli bir hayat kurmasının yolu açılmaktadır. Nancy Fraser, “ikinci dalga feminizmin istemeyerek de olsa yeni neoliberalizm ruhunun ana bir unsurunu hazırladığını öne süreceğim” der. “Bir tarafta çalışan orta sınıfın kadın üyeleri kendilerine set çekilen cam tavanı kırıp geçmeye kararlıdır. Öteki tarafta ise kadın geçici personeller, yarı zamanlılar, düşük ücretli hizmetliler, hizmetçiler, seks işçileri, göçmenler, İhraç İşleme Bölgeleri’ndeki işçiler ve düşük faizli kredi borçluları yalnızca kazanç ve maddi güvenlik peşinde değil, aynı zamanda haysiyetlerini kurtarma, durumlarını iyileştirme ve geleneksel otoriteden kurtulma çabasındadırlar. Her iki tarafta da kadınların özgürlük hayali kapitalist sermayeye itici güç olarak kullanılır. Böylece ikinci dalga feminizmin aile geliri eleştirisi yolundan sapar. Bir zamanlar kapitalizmin erkek merkezciliğine en can alıcı radikal eleştirileri getirirken, bugün kapitalizmin ücretli işe biçtiği fiyatta pekiştirici rol üstlenir” (Fraser, 2009).

Abdullah Yılmaz, Yavuz Bozkurt, Ferit İzci’nin ortak makalesinde kadınların çalışma yaşamına XVIII. yüzyılın sonlarında girdiği ifade edilmektedir. Sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan üretimin örgütlenmesiyle ihtiyaç duyulan ve düşük ücretle çalıştırılabilecek işgücü gereksiniminin belirmesi bunda en önemli faktör olmuştur. Sanayi devrimi ile birlikte kadınların, ekme-biçme dışındaki işlerde de istihdam edilmesiyle birlikte özellikle üretilen ürünleri satma gibi işleri gerçekleştirmek suretiyle hizmet sektöründe de yer almışlardır. Bu dönemde özellikle büyük ölçekli tekstil fabrikalarında nitelikli işgücü gerektirmeyen üretimin hızla yaygınlaşmasıyla kadın evden, ücretsiz aile işçiliğinden ve tarımsal alandan dışarı çıkmıştır. Ancak kadın işgücü uzun çalışma saatleri ve düşük ücretlerle erkek işgücünün ikamesi olarak görülmüştür. 1929 ekonomik bunalımıyla ortaya çıkan işsizlik sorunu nedeniyle evlerine gönderilen kadınlar, İkinci Dünya Savaşı sonunda genişleyen savaş sanayii ve erkek işgücünün savaş yüzünden azalmış olması nedeniyle tekrar çalışma yaşamına dönme fırsatı bulmuşlardır. Ancak, bu dönemde erkek işgücündeki azalma nedeniyle ihtiyaç duyulan kadın işgücü, toplumda kadın emeğinin “yedek” olma niteliğini somut bir şekilde ortaya koymuştur (Yılmaz vd, 2008: 91-92).

Anlaşılacağı üzere “sanayi toplumunda kadının çalışması” 1) Erkek işgücünün yetersizliği, 2) Erkek işgücünün yüksek ücret talebinin kadına verilen düşük ücretle kırılması, 3) Erkek işgücünün ücret ve özlük hakları taleplerinin piyasadaki yedek işgücü (kadın emeği) ile yani işsizlik tehdidiyle terbiye edilmesi anlamında “araçsal” konumdadır.

Feminist yazarlar ise kapitalizm&kadın ilişkisini ailenin içindeki üretim&bölüşüm ilişkilerine doğru genişleterek ele almaktadır. Cinzia Arruzza, Titti Bhattacharya, Nancy Fraser’in birlikte yazdıkları “Feminizm: Bir Manifesto” adlı kitapta şöyle derler: “Kar elde etmek için gereken ücretli emek, bir insanın teşekkülü için gereken (çoğunlukla) ücretsiz emekten bağımsız varolamaz (…) Toplumsal süreçler ve kurumlar iki türden de ‘üretim’e yani kârın ve insanın üretimine muhtaçtır (…) Eski toplumlar ekonomik üretimle toplumsal yeniden üretim arasında keskin bir ayrım gütmüyordu. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte toplumsal varoluşun bu iki veçhesi birbirinden ayrıldı. Üretim fabrikalara, maden ocaklarına, bürolara taşınırken ‘ekonomik’ diye düşünüldü ve karşılığı nakit olarak ödendi. Yeniden üretim ise ‘aile’ düzeyine çekildi ve böylelikle kadınlara has bir hale getirildi. Bu süreç ‘çalışma’ değil, ‘bakım’ olarak tanımlandı ve paranın aksine ‘sevgi’ uğruna yapıldı” (Arruzza vd, 2019: 102). Arruzza ve arkadaşları sermayenin kârını artırmaya çalışırken işçi sınıfından insanların da sistemli biçimde toplumsal bir varlık olarak daha anlamlı bir hayat sürmeye çabaladığını, ancak bu iki amacın birbiriyle uzlaşamayacağını ifade eder. Arruzza ve arkadaşlarına göre geleneksel emek mücadelesinin çoğu zaman yaptığı gibi “ücret için” mücadele etmesi doğru bir tutum değildir. Çünkü olması gereken “toplumsal yeniden üretim mücadelesi”dir. Bu ise sadece işyerinde daha fazla ücret almak için verilmez. Aksine kadının ücretlendirilmemiş toplumsal yeniden üretim emeğinin değerini bulması, yani insanın teşekkülü için verdiği bakım emeğinin karşılığını alması öncelikli hale getirilmelidir (Arruzza vd, 2019: 103-104). Arruzza ve arkadaşlarına göre bu rejimde kazanılan ücretler çoğunlukla ailenin yeniden üretimi şöyle durdun, insanın kendi toplumsal yeniden üremesini sağlamak bakımından bile yetersiz olduğu için hane içinde ikinci bir kişinin daha ücretli çalışmasını zarurî kılmaktadır. İnsanlar son derece tehlikeli ulaşım araçları kullanarak uzun mesafeler kat ederek işyerlerine ulaşmaktadır. Savaş sonrası dönemle karşılaştırıldığında hane başına ücretli çalışma saati artarken, insanın (kadının) kendini yenilemek, aileleriyle ve arkadaşlarıyla ilgilenmek, evin (ev topluluğunun) idamesini gerçekleştirmek için gerekli zaman kapitalizm tarafından çalındı. Öyleyse kendisini feminist bir ütopya gibi sunan “sözde feminist” talepler aslında sömürüyü canlandırmaktan başka bir işe yaramaz. Kapitalizm, gitgide kadınlaşan işgücünü yeniden üretmenin bedelini ödememekte, işçilerin ürettiği artı değere ve geçim araçlarına el koymanın yanı sıra sömürdüğü insanların bedenlerine, zihinlerine de el koymaktadır. Başka bir kâr kaynağı olarak toplumsal yeniden üretimi bir madenci misali bireylerden kazarak çıkaran sermaye, onun kendisini tazelemesi için gereken enerjisini çalmakta ve onu aynı zamanda mülksüzleştirmektedir (Arruzza vd, 2019: 108). Kapitalizm yüksek faizli mortgage kredilerinden kredi kartlarına ve öğrenci kredilerinden tüketici kredilerine kadar her ihtiyaç alanında tüketici kıldığı insanları borçlandırır. Hem çalışma saatlerinin arttırılmasını hem de kamusal hizmetlerin tırpanlanmasını isteyen kapitalizm, ailelere ve topluluklara yönelik bakım emeğinin kendisiyle hiçbir alakası yokmuş gibi davranır. Bu, imtiyazlılar dışında toplumsal yeniden üretim sorumluluklarının kadınların sırtına yüklenmesi anlamına gelir. Bunun da sonucu, yoksul kadınların, görece daha iyi durumda olan kesimlerin evlerini temizlemek veya çocuklarına yahut yaşlanan ebeveynlerine bakmak olacaktır. Kendileri çok daha kazançlı işlerde çalışan bu kesimler, yoksul kadınları “küresel bakım zinciri”nin bir parçası haline getirmeye zorlamaktadır. Böylece Kuzeyli feministlerin çoğu zaman odaklarının “aile ile iş arasındaki denge” olarak ortaya koydukları yapısal eleştiri aslında toplumsal yeniden üretime ilişkin yeni bir ikili örgütleme biçiminin söylemine dönüşmektedir. Ortada bir “bakım krizi” vardır ve kadının çalışmak için piyasaya çekilmesinin açık sonucu, bakım gediğini gidermek değil, aksine yerini değiştirmektir: Bakım emeğini zenginden yoksul ailelere, küresel Kuzey’den küresel Güney’e doğru kaydırmak (Arruzza vd, 2019: 111). 

Fraser ve arkadaşlarının yorumlarından çıkarılabilecek göreceli bir netice, kadının çalışmasının hiç de sanıldığı gibi “kurtuluş” olmayacağı yolundadır. Kapitalizmin en önemli başarısı kadınların bakım emeğinin kocaları tarafından sömürüldüğü söylemiyle hareket ederek gerçekte kadınlar vasıtasıyla elde ettiği toplumsal yeniden üretimin (doğumların ve insan üretiminin) bedelini ödemekten kaçmasıdır.

Tarih boyunca aile-millet-devlet modeliyle varlık bulan Türk siyasal sisteminin günümüzde bireye döndüğü söylenebilecektir. Siyasal karar alıcılar “çalışan kadın” ile “doğuran kadın” tipini birleştirmeye çalışmaktadır. Ancak, çalışan kadına verilen doğum teşviklerine rağmen doğum hızının 1,9’a düşmesi, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın “kadın istihdamını artırmak” politikasının, “aileyi güçlendirerek nüfus artış hızını yükselterek üç çocuk ortalaması hedefine varmak” politikasıyla birlikte yürütülemeyeceğinin kanıtı gibidir. Türkiye’de doğum hızını dengede tutan nüfus, tüm görmezden gelmelere rağmen “ev hanımı” diye kategorize edilen kesimdir.

“Aile” toplumun kendini biyolojik anlamda yenileyebilmesinin yani tarihte var kalabilmesinin temeli olduğu için devlet tarafından güvenlik meselesi olarak görülmelidir. “Aile” aynı zamanda ekonomik bir varlıktır. Yaşlanmış bir nüfus milletin imalat, savunma, sosyal politikalar, eğitim, ulaşım gibi ihtiyaçlarını karşılayamaz ve ülkenin (milletin mülkünün) şenlendirilmesini sağlayamaz. Kadın istihdamını artırarak toplumdan “aile” ve hele “3 çocuklu aile” beklemek netice vermemektedir. Nitekim ülkenin emek gücü ihtiyacı da “kurucu nüfus”tan değil ülkeye sığınmacı nüfustan karşılanmaktadır. Özel sektör, yılda 120 gün tatil varken doğum yapan kadın emekçiye İş Kanunu 74. madde gereğince toplamda 16 hafta ücretsiz izin verdiğinde o emekten fayda sağlayamayacağını bilmektedir. Ayrıca kadına tanınan bu pozitif ayrımcılık, erkeği işinden soğutmaktadır. Doğum yapıp çocuğunu kendi yetiştiren kadına toplum borçludur. Çocuk doğuran ev hanımına “toplumsal yeniden üretimin emekçisi” olması nedeniyle çocuğuna bakmaya devam ettiği on yıl boyunca “bakım ücreti” verilmesi daha isabetlidir. Çocuk doğuran ev hanımlarına bakım ücreti verilmesi, piyasadan boğaz tokluğuna çalışan “yedek emek” kapsamında ve asgari ücret düzeyini aşamayan kadın emeğinin eve çekilmesini de sağlayacağından işsizlik oranlarının düşeceği umulabilir.

  • Arruzza Cinzia-Bhattacharya Titti-Fraser Nancy, Feminizm: Bir Manifesto, Sel Yayıncılık, 2019
  • Fraser Nancy, Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi, Sayı: 9, 2009
  • Selçuk Zehra Zümrüt, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Selçuk: Kadın istihdamını 9 milyona çıkardık, Haber: Çiğdem Alyanak, Anadolu Ajansı, İnternet erişim: https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/aile-calisma-ve-sosyal-hizmetler-bakani-selcuk-kadin-istihdamini-9-milyona-cikardik/1411684, 07.03.2019
  • Yılmaz Abdullah-Bozkurt Yavuz-İzci Ferit, Kamu Örgütlerinde Çalışan Kadın İşgörenlerin Çalışma Yaşamlarında Karşılaştıkları Sorunlar Üzerine Bir Araştırma, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 9(2), 2008

Erkek Kültürü (Yeniden Salih Aile ve Fazıl Toplum İçin)

Aşağıda teklif ettiğim merkezlerin kurulmasının şart olduğunu düşünüyorum. Zira feminist teori artık modern dünyanın yeni küresel siyasal hareketi haline gelmiştir. Ayrıca Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi gibi küresel-devletler üstü norm koyucu teşkilatların himayesinde yüzlerce sivil toplum kuruluşu ve üniversite feminist teorinin geleneksel toplumları belirlemesi için seferber edilmiştir. Feminizmi kentsel kapitalizmin tüketim toplumu tasavvuruna geçişte “rıza üretici” araçsal teori olarak da düşünebiliriz. İyice dağılan ve ufalanan bir toplumda “erkek hakları” vurgumun “kadına karşı erkeğin teorisi” olarak anlaşılmayacağını umut ediyorum. Çünkü aşağıdaki tekliflerim “mizojinizm” (kadın karşıtlığı) akımı imal etme amacı taşımıyor. Feminizmi “anti-aile” ideolojisi olarak gördüğümden, aşağıdaki tekliflerim de “kadına karşı erkek” imalatı olarak değil, “feminizme karşı aile” inşası olarak anlaşılmalıdır.

1) Erkek Hakları Araştırma Merkezleri kurmak gerekir.

2) Yasa ve İçtihat İzleme Merkezleri kurmak gerekir.

3) Nafaka Mağdurları Mahkeme Karar Dosyaları Bankası kurmak gerekir.

4) Nafaka Mağdurları Bilgi-Danışma Merkezleri kurmak gerekir.

5) Aile Hukuku Doktrini Tarama Merkezleri kurmak gerekir.

6) Evlilik Okulları kurmak gerekir (Bu okullarda edinilmiş mala katılma rejimi ile mal ayrılığı rejimi anlatılmalıdır).

7) Aileyi Etkileyen Uluslararası Sözleşmeler Hukuku Merkezi kurulmalıdır (Bu merkezde CEDAW, AİHS, İstanbul Sözleşmesi, 4320 sayılı yasa, 6284 sayılı yasa araştırmaları yapılmalıdır).

8) Avrupa Devletleri’nde AİLE Hukuku Araştırmaları Merkezi kurulması gerekir.

9) Avrupa Devletleri’nde AİLE Hukuku Araştırmaları Merkezi kurulması gerekir.

10) Bacıyan-ı Rûm Araştırma Merkezleri kurulmalıdır.

11) Eski Eşine Süresiz Yoksulluk Nafakası Ödeyen Kocaların Yeni Eşlerinin Mağduriyetlerinin Araştırılması Merkezi kurulmalıdır.

12) İlahiyat Fakültelerinde Aile Hukuku Araştırmalarını Destekleme Merkezi kurmak gerekir.

13) Eski Türk Töresinde Aile Hukuku Araştırma Merkezi kurulması gerekir.

14) Erkek-Fütüvvet-Recül-Alp-Ahi Dergileri Yayımlama Merkezleri kurmak gerekir.

15) Anne Okulu Merkezleri kurmak gerekir.

16) Erkek Bilgi Merkezleri, Erkek Kültürü Dernekleri kurmak gerekir.

17) Yetişkin Erkek Hobi ve Seyahat Merkezleri kurmak gerekir.

18) Erkekler İçin Yalnızlıkla Mücadele Eğitimi Merkezleri kurmak gerekir.

19) Erkekler İçin Altın Bilezik (Meslekî Eğitim) Merkezleri kurmak gerekir.