Skip to content

Posts from the ‘İslâm Ekonomisi’ Category

Sosyalizm Bir İdeoloji midir?

Kapitalizm de sosyalizm de bir ideoloji değildir. İslâmcılar da milliyetçiler de bu iki ekonomik programa “ideoloji” diyerek geçmişte büyük yanılgıya uğramışlardır. Halen de öyledir.

Milliyetçiler “biz sosyalist olamayız, üçüncü yol’uz” diyorlar. Aynı söylemi İslâmcılar da ifade etmektedir. Böylece pek çok “üçüncü yol” ortaya çıkmaktadır. Oysa insanlığın görebileceği iki temel ekonomik yapılanma vardır:

1) Üretim araçlarının ve toprağın kamu mülkiyeti: Sosyalizm.

2) Üretim araçlarının ve toprağın özel mülkiyeti: Kapitalizm.

“Üçüncü yol” arayışları bu iki ekonomik modelin arasında dengeleme yaparak “karma ekonomi” anlayışını savunur. Kapitalizm veya sosyalizm “ideoloji” olmadığı için, ideolojiler, ekonomik yönelişleri kültür devrimi, sosyal inşa, ulus/halk/toplum oluşturma gibi politikalar bakımından araçlaştırmaktadır.

Örneğin 1970’lerden beri “İslâm ekonomisi” kavramı altında ortaya konulan ekonomik modeller gerçekte karma ekonomidir. İslâmî modelde özel mülkiyete izin verilmeyen 4 saha vardır:

1) Meralar özel mülkiyet olamaz.

2) Su kaynakları kamunun malıdır.

3) Enerji, sermayenin denetimine giremez.

4) Madenler üzerinde tam mülkiyet ve kontrol devlete bırakılmıştır.

Türkiye’deki İslâmcı düşünürlerin içinde bu dört konuda kamu mülkiyeti getirilmesini öneren bir ideoloğun çıkmadığı söylenebilir. Öte yandan bu ideologlar şu veya bu oranda Osmanlı’ya da referans verdiklerini belirtmektedir.  Osmanlı, 16. yüzyıla kadar timar sistemi ile toprağı da “kamu malı” saymış, özel mülkiyeti kabul etmemiştir. Osmanlı’da piyasa da kontrol edilmiş, esnafın ve zanaatkârın mallarını dilediği fiyattan satışa sunmasına izin verilmemiş, narh konmuştur. Buna göre imalatçıya kâr marjı %20, esnafa ise %10 olarak belirlenmiş, önce loncalar sonra kadılar bu konuda denetim mekanizması oluşturmuştur. Bu uygulamalar Avrupa’da daha “sosyalizm” kavramı telaffuz edilmeden evvel Türkiye’de (Osmanlı’da) adı konmamış bir sosyalizmin tatbik edildiğine işaret eder.

Ne var ki Türkiye’de gerek İslâmcı kesimde gerek Milliyetçi kesimde Osmanlı’nın 16. asra kadar uyguladığı bu modele referans verilmemiştir. Türkiye’de yaşanan ideolojik mücadelelerde de sanki “sosyalizm” başlı başına bir ideoloji imiş gibi düşünceler (akımlar) ortaya çıkmış, milliyetçiliğin sosyalizm ile tamamlanabileceği hususu gözden kaçmıştır.

Nitekim Erol Güngör, “Sömürgeci devletin kapitalizmine karşı benimsenmiş olan bir sosyalizm, reaksiyoner milliyetçiliğin bir tamamlayıcısı olabilir.” demiştir.

Milliyetçiler (ve İslâmcılar) kendi ideolojilerinin kapitalizmden de sosyalizmden de uzak bir görüş olarak “üçüncü yol” olduğunu dile getirmekte ise de geçen zaman içinde “ekonomik modellerinin özgünlüğü” hakkında tahayyül olarak kalan bu düşüncelerini hayata geçirememiştir.

Örneğin İslâmcı bir müellif olan Sezai Karakoç’un “İslâm ekonomisi” adı altında ortaya koyduğu teklifler gerçekte “karma ekonomi”den öteye geçmemektedir:

1) Faizi her türlü görünüşü ve işleyişiyle yasak edecek,

2) Zekâtı, tam bir sosyal adalet vergisi olarak işletecek,

3) Hammadde kaynaklarını en modem teknikle değerlendirmenin sistemini kuracak,

4) Bir İslâm ortak pazarı, bir İslâm sermaye piyasası, bir İslâm kambiyo teşkilatı, ortak bir İslâm para ünitesi tesis edilecek,

5) İthalatta ve ihracatta, işçi değişiminde, ham madde alışverişinde İslâm ülkeleri birinci planda tercihli olarak düşünülecek ve İslâm ülkeleriyle İslâm olmayan ülkeler arasında tam bir ayırım yapılacak,

6) İslâm ülkeleri arasında her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da tam bir işbirliği, hatta bir işbölümü olacaktır. Her ülke, ekonominin bir alanında, kendi fiziki imkanlarına en uygun ve en elverişli, o ülkeyi tam istihdam sınırına en yaklaştıracak alanda uzmanlaşacaktır. (İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü).

Sezai Karakoç’un yukarıda tasnif edilen “ekonomik programı”nın kapitalizmden etkilenmiş (Avrupa Birliği modelinden ilham almış) bir karma model olduğu açık değil midir? Sezai Karakoç, Osmanlı’nın sosyalizme oldukça yakın ekonomik programına fersah fersah uzak durmakta ve sadece zekâtı “sosyal adalet vergisi” olarak koymayı, faizi yasaklamayı teklif etmektedir.

Sezai Karakoç’un “ekonomik programı”nın diğer maddeleri iktisadî alana ait düzenlemeleri değil, uluslararası ilişkilerle ilgili alana ait düzenlemeleri hedefleştirir. Karakoç’un “faizi yasaklayalım, zekâtı koyalım”dan öteye geçmeyen bu ekonomik programı, “mülkün sahibi kim olacak?” sorusuna cevap vermemekte ve “kira”nın faizden daha sinsi bir sömürü aracı olduğu hususuna uzak durmaktadır.

İslâmcı ve Milliyetçi aydınların “sosyalizm, kabul edemeyeceğimiz bir öteki ideolojidir” söylemleri gerçeğe yaslanmamaktadır. Eğer Osmanlı’nın 13-16. asırlarında uygulanan ekonomik modeli incelenirse, 20. asırdaki pek çok sosyalist rejimin hayata koyduğu ekonomik programdan farklı olmadığı ortaya çıkacaktır.

Osmanlı sosyalizmi ile Sovyetler/Çin/Arnavutluk gibi sosyalist rejimler arasındaki fark, ekonomik programda değil, “kültür devrimi” konusundadır. Osmanlı, 13-16. yüzyıllarda ekonomik programını bir “ideoloji yükleme” noktasına getirmemiştir.

Milliyetçi kesim, Erol Güngör’ün şu sözünü hatırlamalıdır:

“Halbuki kapitalizmin böyle kitleyi bağlayacak veya susturacak bir ideolojisi yoktur; bu sistem kitlelerin hoşnutsuzluğunu ileride kurulacak bir cennet vaadiyle cevaplandırmaya çalışmıyor. Kapitalist sistem bir ideoloji değil, vakıadır. İnsanlar, vakıalardan sıkılıp teorilere sa­rılınca, kapitalizmi düşman gibi görürler. (…) Sömürgeci devletin kapitalizmine karşı benimsenmiş olan bir sosyalizm, reaksiyoner milliyetçiliğin bir tamamlayıcısı olabilir. Bu yüzden yapıcı güç olamamış, bir kavga taşı olarak kalmıştır.” (İslâm’ın Bugünkü Meseleleri).

Sezai Karakoç ile Erol Güngör’e ait bu referanslardan hareketle kapitalizm/sosyalizm mevzuunda Erol Güngör’ün Sezai Karakoç’a göre daha ileri neticelere ulaştığını düşünürüm. Erol Güngör, kapitalizmin de sosyalizmin de “ideoloji” olmadığının farkında olarak düşünce üretmiştir.

Buna göre “milliyetçiler sosyalist olmasın, sosyalistler milliyetçi olsun” söyleminin bir temeli bulunmamaktadır. Osmanlı, sosyalistti. 16. yy.’a kadar. Sonra kapitalistleşti.

İslâm Ekonomisi Zihniyeti Kapitalist Kentsel Süreçlerden Uzak mı?

İslâm ekonomisi zihniyeti sadece İslamcı düşüncenin ilgi alanında değildir ve olmamalıdır da.

Nitekim bir Osmanlı kanunnamesi olan Mecelle İngiltere’nin Filistin Mandası’nda ve daha sonra İsrail’de resmi olarak 1984’e kadar tatbik edildi. Mecelle, Ürdün ve Kuveyt’te de medeni hukukun temelini oluşturdu. İSLÂM alemlere rahmet olarak gelmiştir.

İslâm, iktisat yapılanmasını sömürüden koruma ülküsü olarak getirmiştir. Kapitalizm ise sömürü mekanizmalarını yasallaştıran bir zihniyete sahiptir.

İslâm ekonomisi faiz dışı üretim ve bölüşümü sağlayacak, helâl ve meşru emtia üretip sarf etmenin yollarını temin edecek bir iktisat zihniyetini temel almaktadır. Günümüzde cari iktisat yapılanması bu zihniyeti inşa etmekten uzaktır. Peki helâl ve meşru üretim/bölüşüm zihniyeti niçin zemin bulmuyor?

Birinci olarak modernleşme istenci geleneksel iktisat zihniyetini yıkmıştır. Örneğin meşru ve helâl pazar düzenlemesinde modernleşme istencinin reflekslerine aykırı olarak servetin toplum aleyhine birikmesine fırsat verilmez.

Fakat günümüzde kentleşme bizatihi toplum aleyhine servet üretiyor. İmar geçen bir arsadan 10 daire alabilen kişi ömür boyu çalışmadan yaşadığı gibi, her yıl ihtiyaç fazlası kira geliri ile yeni bir daire satın alabiliyor. Dolayısıyla kent rantı, emeğin değerini öldürüyor. Kentleşme yoluyla “sermaye kapma” mekanizması kurulunca toplumda “tarım yapalım, zanaatkar olalım” diyecek zümreler mesleklerini bırakıyor.

İslâm ekonomisi zihniyeti kapitalizmin teşvik ettiği kent rantına alternatif getiremiyor. Üstelik kentlere yığdığı insanlara da diyor ki: “kira ödemekten kurtulmak istiyorsanız, kredilendirilmiş maaş karşılığında size mülk vereceğiz.” Böylece fetva mekanizması çalışmaya başlıyor: “Zaruret halinde kredi çekebilirsiniz” yahut “enflasyon oranında kredi faiz değildir” ya da “faiz ayrı, riba ayrıdır; haram olan ribadır” veyahut “kâğıt parada faiz hükmü yoktur” gibi. Bu fetvalar son tahlilde dindar insanların faizsiz mülk edinimini geçmişte sağlayan ekonomiyi yeniden günümüze çağırmıyor.

Bu fetvalar insan onurunu 15 yıl bankalara borçlu kılan mekanizmayı inşa ederken, toplumda geçmişte hayat bulan “karz-ı hasen” tatbikatını dolaşıma sokamıyor. İnsanlar bankalara kredi borçlusu oldukları için zekât da toplumda yayılan dindarlık eylemi haline dönüşmüyor. Kaldı ki, fetva şöyle diyor: “oturduğun konut, kullandığın binek zekât haricidir.” Dolayısıyla 100.000 TL değerinde arabası olan kişi arabasının kredi borcunu tamamlayınca eskisini elden çıkarıp 200.000 TL değerinde araba için yeniden borçlanıyor. Fetva bu durumu da kapsıyor: “binek, zekât haricidir.” Bu “borçlanma ve zekât harici servet sahibi olma” mekanizmasını kısıtlayan bir fıkıh/fetva alanı bulunmuyor. Böyle bir yapısallaşmada zekât toplamak imkân dışıdır. Demek ki büyük bir savrulma yaşanmaktadır.

Bu fetvalarla İslâm ekonomik zihniyeti değil, modern kapitalist yapılanma merkeze geçiyor.

Modern dönemin en önemli tasarruf etme aracı konut ve otomobildir. Bu iki araç kapitalist kentleşmenin de “halka inme” enstrümanları olarak kabul edilebilir. Her iki finansal araç hem işlevsel olarak kullanılabiliyor hem de yatırımı muhafaza etmeyi sağlıyor. Düşünelim ki, içinde oturduğunuz konut bir tür “dokunulmazlığa” eriştirilmiştir. Örneğin Türk Medeni Kanunu’nda “aile konutu şerhi” kuralı gereğince bu ev eşin rızası olmadan haczedilemez, icra ile satılamaz. Nitekim Yargıtay bu konuda bir karar verdi ve bu husus medyada da yer buldu:

“Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, eşler arasında kimi zaman büyük tartışmalara da yol açan ‘aile konutu’ ile ilgili önemli bir karar verdi. Kurul, tapuda ‘Aile konutudur’ şerhi olmasa bile eşin rızasının alınmasının şart olduğuna hükmetti. Kurul, verdiği kredi ödenmeyince evi icra yolu ile alan bankayı haksız buldu. Tapu devrini iptal etti. İstanbul‘un Küçükçekmece ilçesinde yaşayan B.S. ile kocası G.S., 2008 yılında satın aldıkları evde yaşamaya başladı. Evin tapusu G.S. adına kayıtlıydı. Çift problemsiz bir biçimde evlerinde yaşarken, G.S., eşinden habersiz bir iş yaptı. Bankadan kredi çeken G.S., 13 Ağustos 2012’de evi ipotek ettirdi. 500 bin TL değer biçilen ev sonrası kredi kullanımına izin verildi. Ancak kredi ödemelerinde sorun yaşanmaya başladı. Banka verdiği kredi ödenmeyince, ipotek ettirdiği evin satışı için düğmeye bastı. Yapılan icradan satış talebi sonrası ev için kıymet takdiri raporu hazırlandı. Yıllardır yaşadıkları evin icradan satılmak üzere olduğunu gören B.S., zaman kaybetmeden, ipoteğin kaldırılması için Küçükçekmece Aile Mahkemesi’nde dava açtı. Banka ile davacı kadın arasında bu süreçte zamana karşı yarış başladı. B.S.’nin davayı açmasından 1 ay sonra banka evin icradan satışını sağladı. İcra ihalesi ile ev bankaya geçti. B.S., ev icradan satılsa da pes etmedi. B.S., bu kez Küçükçekmece 5. Aile Mahkemesi’ne ‘tapu iptal ve tescil’ davası açtı. Davalı konumda, bankanın yanı sıra eşi G.S. de yer aldı. Davacı kadın mahkemeden özetle ‘Ya banka adına geçen tapunun tescil işlemini iptal et ve tapuyu eşimin adına kaydet ya da evin değeri ne ise bankanın bize ödemesine sağla’ talebinde bulundu. Yerel mahkeme, 1 yıl kadar süren yargılama sonrası davacı kadını haklı buldu. 3 Mayıs 2016 tarihli kararla, tapunun bankaya geçmesi işlemi iptal edildi. u kararı, davalı bankanın avukatı temyiz etti. Banka avukatı, anılan dairenin, bankanın alacağına karşılık kendilerine geçtiğini, B.S.’nin kötü niyetli olduğu savunması yaptı. Temyiz incelemesini Yargıtay 2. Hukuk Dairesi yaptı. Daire, yerel mahkemenin kararını bozdu. Bu karar sonrası, dosya yine yerel mahkemeye geldi. Mahkeme verdiği ilk kararında direndi. Yerel mahkeme ile Yargıtay arasında oluşan çelişki sonrası dosya bu kez, Yargıtay hukuk dairelerinin 18 başkanından oluşan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun önüne geldi. Kurul oy çokluğu ile yerel mahkemenin kararını onadı. Kurul kararı ise adete ders niteliği taşıyor. Kararda özetle “Banka, bu konutun aile konutu olduğunu biliyordu. Yaptırdığı ekspertiz raporunda da yazılıydı. Bunu bildiği halde ipotek işlemini yaparken, davacı eşin rızasını almadı. Aile konutu için tapuya ille de ‘aile konutudur’ şerhinin yazılmasına gerek yok. Bankanın yaptığı ipotek işlemi geçersizdir. Dolayısıyla icra ihalesi sonrası tapunun bankaya geçmesinin de geçerliliği yok. Yapılan tescil işlemi de yolsuz tescildir. Banka adına, yapılan tapu kaydının iptal edilip, davalı eş G.S. adına tescili edilmeli (…) Kanun koyucunun amacı, ailenin bütün olarak korunmasıdır. Amaç, ailenin barınması konusunda, malik olan eşin düşüncesiz davranışları ile ailenin ortada kalmasını, yuvanın dağılmasını önlemektir. Bu nedenledir ki, iyi niyet iddiası dahi dinlenemez” denildi. Emsal nitelikteki kararın temel dayanağını ise Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi oluşturdu. Anılan madde şöyle: “Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça aile konutu ile ilgili kira sözleşmesi feshedemez. Aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki haklarısınırlayamaz.” denildi.” (Kaynak: https://tr.sputniknews.com/ekonomi/202009081042801185-yargitaydan-aile-konutuyla-ilgili-karar-esin-rizasinin-alinmasi-sart/, 08.09.2020).

Konutun yasal olarak “dokunulmazlık” içermesi, taşıtın ise sigorta ile her türlü koruma altına alınması tasarruflar için büyük bir “emniyet” getiriyor. Böylece banka fonları üzerinden borçlanma ile “güvenli mülk elde etme” mekanizması tesis ediliyor. Bu iki tasarruf ve kullanım aracına (taşıt ve konuta) insanlar elbette “eskime ömrü”nü hesap ederek sahip oluyor. Örneğin otomobil 5 yılda bir yenilenmesi gereken bir finansal araç ve/veya tasarruf aracı olarak konumlanıyor. Taşınmaz (konut) ise 15 veya 20 yıllık periyodlarla yenilenen bir araç olarak görülüyor. Her iki “tasarruf ve kullanım” aracını elde etmenin günümüz şartlarında tek yolu harici fon kullanımıdır. Eski dönemde müteahhitler geniş bir iktisadi zümre olan esnafa senetle taşınmaz satardı. Son 30 yılda esnaflar taşınmazların müşteri portföyünden çıkmıştır. Maaşlı kesimler finansal tasarrufun temel müşterisi haline geldi. Bu gelişmeyi “kapitalizmin yayılması ve derinleşmesi” olarak da okuyabiliriz. Diğer ifadeyle kapitalizm kendi varoluşunu dinamikleşterecek bir tüketici imal etmiş ve sermayenin çevrim hızını katlamıştır.

İslâm ekonomisi teorisi bugün maaşlı kesimin finansal tasarruf aracı gördüğü ve aynı zamanda işlevsel olarak kullandığı otomobil ve konuta ulaşmanın fon düzlemindeki beklentilerine ahlakî ve meşru kaynaklarını gösteremiyor. Bunu gösteremediği oranda kapitalizmin fon kullandırma kurumları güçleniyor ve/veya aynı hedefe kitlenen finans kuruluşları sermayeyi maaş karşılığı kredilendirme metodlarını tek alternatif olarak sunuyor.

Nitekim, “İslâmî finans” düşüncesi “sosyal” bir fonksiyon arz etmiyor. Tam aksine kapitalist toplumun mülk edinme süreçlerine eklemlenmeyi amaçlamış kişilerin fon ihtiyaçlarına hizmet ediyor. Günümüzde 10 adet dairesi olan kişi, bunlardan birinde oturup diğer 9’unun gelirini almak suretiyle emeksiz bir gelirle ömrünü sürebilir. Üstelik bıraktığı miras evlatlarına da aynı “emeksiz ömür garantisi” vermektedir. Bu sosyal tabakaya “Medine Pazarı” teorisi anlatılamaz. Zira mevcut finans kuruluşları son tahlilde ne yapıyor? Fon talep eden kişilerin örneğin 2. gayrimenkul edinmesi için gerekli finansmanı karşılıyor. Peki 2. taşınmaz alan kişi ne yapacak? Eğer zaten maaşlı bir işte çalışıyorsa, eşi de maaş alıyorsa, oturduğu ev de kendi mülkü ise, edindiği 2. konuttan kira alacaktır. İslâmî finans bankalarından fon kullanan kişiler 3., 4., 5. mülklerini kredi yoluyla temin etmeye devam edecekler. Bir süre sonra mülk sayısı 10’a yükseldiğinde bu mülklerin kira geliri her yıl yeni mülk almaya imkân verecektir.  Görüldüğü üzere bu mekanizma “Medine Pazarı” inşa etmemektedir.

Osmanlı iktisat sisteminde belli bir döneme kadar barınma sahaları için kira ödeyiciliği oluşturacak bir malik/kiracı ilişkisi bulunmamaktaydı. Hatta devlet fetihle elde ettiği bölgelere Anadolu’daki halkı “sürgün” göndererek onları iskân ederdi. İskân edilen mahalde topluluk kendi evlerini inşa ederek bir kasaba haline gelirdi. İşyerleri ise vakıflara ait olduğundan meslek iştigal edilen ticaret merkezlerinde kira, vakfiyenin varlık amaçlarına hizmet ediyordu. Bu vakfiyeler ise kapitalistik üretim tarzı harekete geçirmemekte, topladığı kiraları “sosyal sermaye” olarak halka hizmet olarak geri ödemekteydi.

Günümüzde “İslâmî finans” düşüncesi “sosyal” bir fonksiyon arz etmiyor. Tam aksine kapitalist toplumun mülk edinme süreçlerine eklemlenmeyi amaçlamış kişilerin fon ihtiyaçlarına hizmet ediyor.

Türk’ün Aile-Ocak Sistemi ve Sofra Hareketi

Türklerin Horasan’dan Anadolu’ya getirdiği model “aile” esaslı ordu-millet sistemidir. Milletin coğrafyaya yerleşmesi esasına dayanan bu modelde Türkler Rum (Roma) ülkesine ahi/bacı/abdal zümreleriyle yerleştirilmiştir. Türk ordusu gücünü “aile” sisteminden almıştır.

Anadolu’nun fethini 1071’le sabitleyen Türk düşüncesi, Sultan Alparslan’dan önce Anadolu’da faaliyette bulunan Ebu’l Hasan Harakânî’nin (ö. 1033) sofra düzeni ile milleti coğrafyaya yerleştirdiğini görmek istememektedir. Şeyh Ebu’l-Hasan Harakanî Hazretleri Anadolu’da sofra hareketi başlatmıştır. Sofra hareketi, bir gıda iktidarıdır ve Hz. Yusuf’un zamanında Mısır’da uyguladığı tatbikattır. Harakanî Hazretleri, “Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve adını, inancını sormayın Zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de lâyıktır. Türkistan’dan Şam’a kadar bir kişinin ayağına taş değse, onun acısı benim acımdır” diyerek Hz. Yusuf’un sofra düzenini Anadolu’ya getirmiştir. Bu hareket gerçekte toprağa yerleşme düzenini sağlayan bir fetih programıdır.

Sofra hareketi Anadolu’da köy ve mezralarda yüz binlerce ocağın doğmasına neden olmuştur. Bu ocaklar (Ahi ve Bacılar) toprağı işlemiş, değirmenler kurmuş, sürüler yaymış ve Türk ordusunun önünü açmıştır. Sofra hareketi, aile düzenidir. Anadolu’da ticaret yapmak, güvenli yol güzergâhı oluşturmak, konaklama hizmeti vermekle mümküne çıkmıştır. Bu da Ahi-Bacıların yolculara, seyyahlara, tüccarlara, âlimlere yaptığı sofra hizmeti ile gerçekleşmiştir.

Ahi-Bacıların Bizans yolları dışında yol güzergâhı oluşturması, Anadolu’daki yerleşik halkları Bizans’a bağımlılıktan kurtarmıştır. Türk ocak sistemi, aç kalmış her yolcuya aş vermiştir. Bu nedenle Türk derviş hareketi, halktan para dilenen sofi hareketi olmamıştır.

Türk dervişleri yerleşik halka “buğday mı istersin nefes mi?” demiş, kendi elinin emeği ile çalışan er-alp-yiğitleri yetiştirmeye yönelmiştir. Hacı Bayram-ı Veli, kendi elinin emeği ile geçinmiştir. Yunus Emre, kul hakkına girmemek için dağdan odun yüklenmiştir.

Türk dervişliği fütüvvettir. Fütüvvet, “Hak rızası için ücret almadan halka hizmet” demektir. Dervişlik halktan himmet beklemek değildir.

Yahya Kemal’in de isabetle kaydettiği üzere bir coğrafya ordu ile değil millet ile fethedilir. Bu gerçeklik Arapların ve Moğolların Anadolu’da kalıcı olamamasını açıklamaktadır.

Türklerin Anadolu fethi bir “göçebe istilası” olmamıştır. Türk ocakları (ev-hane düzeni) ordu Anadolu’ya gelmeden çok önce bu coğrafyada değirmenler inşa ederek, bahçe-bostan açarak ülkenin iktisadî hayatını tesis etmiş, “Müslüman Pazarı” kurmuştur. Bu fetih programı Arap ve Moğol akınlarında görülmemektedir.

Anadolu’nun fethinde Bacıyan-ı Rûm Ahiyan-ı Rûm Abdalan-ı Rûm Gaziyan-ı Rûm Fakıyân-ı Rûm zümrelerinin topyekün yerleşme, toprakta yurtlanma faaliyeti görülmektedir. Bizans’a karşı “yort savul” demenin yolu ise fıkıhtır. Osman Bey, Karacahisar’ı fethettiğinde şehre fakı atamıştır. Türklerin Anadolu’ya Fakıyân-ı Rûm zümreleri ile gelmesi, Osman Bey’in şehre kadı ve müderris ataması, Horasan’da büyük bir ilim faaliyetinin çadır şehirlerde yürütüldüğünün kanıtıdır. Türk’ün ordu-millet modeli dünya Müslümanlarını İstanbul’un fethinin kazanımlarına ortak etmiştir. Türk teşkilatlanması, İran (Şii) ve Arap toplum ve iktisat teşkilatlanmasından tamamen farklıdır.

Türklerin İstanbul’u fethetmesi, bu ordu-milletin, ocak sisteminin Anadolu’ya yerleşmesinin olgusal neticesidir. Türk, İstanbul’u fethetmekle yeryüzünün bütün Müslümanlarını vizesiz, pasaportsuz olarak coğrafyalarda “hür” kılmış ve birbirine kardeş etmiştir.

Türk milleti 40 yıl önce 20 yaşında evlendirdiği evladı üzerinden 100 yılda 5 nesil alabiliyor iken bugün 30-35 yaşında evlendirmeyi umduğu evlatlarından 100 yılda 2,5 nesil alabilecektir. Türklük günümüzde “aile” ve ordu-millet töresine yüz çevirmiştir.

Biz töreye bakarak başka bir paradigmanın peşinde yürüyoruz. “Türk müsün gavur musun?” diye sormuyoruz. “Biz ev-ocak sahibi misin? Yoksa bekâr ve kısır yığınlara dönüştürülen toplum musun?” diye soruyoruz. Biz “yort savul” diyen ocakların fetih programını Moğol sürülerinin gerçekleştiremeyeceğini söylüyoruz. Bu nedenle bize göre Türkiye’de bütün “İslâmî” denen programlar, bekârlığı müesses kılan “uzatılmış gençlik” çalışmaları olarak ocak sisteminden kopmayı hedefleyen bir kısırlaştırmayı ifade etmektedir. İslâmi denilen tüm gençlik oluşumları ve STK’lar farkında olmadan ev-beyt sistemini yok etmektedir.

Bugün Türk gençliği ebeveyninin sofra düzeninin kaynağı olan “aile-ocak” sistemini “eğitim” seferberliğiyle kaybettiği için küresel kapitalizmin yemek masasına oturmaya ve obezleşmeye mecbur kalmaktadır. Türk milleti sofrasından kalkıp kapitalizmin masasına oturmayı yükselmek, kalkınmak olarak gördüğünden beri “fly pan am drink coca cola” dizesinin muhatabı durumundadır.

Türklük bütün Doğu’yu ayağa kaldıracak bir iktisadî/içtimaî sistemdir. Allah’ın tüm nebilere vahyettiği “ev-beyt kurun” emrini hayat kılan Türk, Anadolu’yu bu ocak sistemiyle fethetmiştir. Tarih boyunca İslâm “tevhid ve aile” olarak tebliğ edilmiştir. Katolisizm, Marksizm, Feminizm ailesizdir ve bu tebliğle çatışan söylemlerden hareket etmektedir. Günümüzde “İslâmî” denilen gençlik hareketleri “içinizden bekârları evlendirin” emrini hayata geçiremedikleri oranda Batılı ideolojilerin ailesizliğine düşmekten kendini kurtaramamaktadır.

Aile, tevhid’in sünnetidir. Hz. Âdem cennetten ailesi ile indirilmiştir. Hz. Musa Firavunla mücadele için Mısır’a ailesi ile gönderilmiştir. Türk’ün Anadolu’yu fethi, aile-ocak sistemi ile olmuştur. Türk Bacı hareketi, Ahi-Feta yiğitlerin ailesi olarak hareket etmiştir. Hz. İbrahim’in eşi Hz. Sâre, aileyi bozan Lut kavmini helâk için gelen iki meleğe sofra açmış ve Allah ona bir oğul müjdelemiştir.

Türklük, Anadolu’ya nebilerin sünneti olan aile ile geldi. Allah, Türk’e fetih verdi.

Kırklar Şehri-İslâm Şehir Teorisi

İslâm şehir teorisi üç boyutlu bir tasavvurun fizik oluşumunu ifade edecek şekilde ele alınmalıdır.

  1. Tevhid.
  2. Ahlâk ve aile.
  3. Şehir ve medeniyet.

TEVHİD:

İslâm şehir teorisinde tevhid toplumun Allah’a dayanmasını, işlerinde ve sosyal teşkilatlanmalarında Allah’a dönmelerini ifade eder. Bunun tarihsel anlamda ilk örneği Kâbe merkezli şehirdir. İkinci örnek ise yine ibadethâne merkezli olarak inşa edilmiş Medine’dir.

Toplumun Allah’a dayanması, din ve adalet ilişkilerini hatıra getirmelidir.
İslâm şehrinin kuruluşunda temel vasıf MAHKEME’nin ve PAZAR’ın varlığıdır.
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinin inşa ettiği ilk sosyal kurum Yesrib’de yaşayan Müşriklerin ve Yahudilerin ihtilaflarını Hz. Peygamber’e getirmesini zaruri kılan Hâkemlik Sözleşmesi idi. Hz. Peygamber bu sözleşmenin hükümlerinin denetimini kendisinin beyti olan ve Müslümanların ibadethanesi olarak inşa edilen, aynı zamanda bir tür akademi ve kardeşlik müessesesi olarak görülmesi gereken Ashab-ı Suffa’ya yer açan Mescid-i Nebevi’den yürütmüştür.

“Tevhid ve Adalet” İslâm’ın metafizik boyutudur. Adaleti tesis etmek için bir adalet idesine yani hikmet bilgisine ihtiyaç vardır. Adalet idesini İslâm belirlemiş ve bunu insanlar arasında Hâkem (Hz. Âdem ve Hz. Muhammed) uygulamıştır.

Hz. Peygamber (asv) Yesrib’de 120 yıl süren Buas Harbi’nin hemen sonrasında Medine Sözleşmesi ile HÂKEMLİK tesis ederek mahkeme makamı olarak Mescid-i Nebevî’nin müşrikler için de ehl-i Kitap için de üstün bir müracaat makamı olduğunu göstermiştir. Adalet, din-ahlâk-toplumun inşa edilmesini sağlayan örf değerleri ile doğrudan ilişkilidir.

Toplumların merkezinde mahkemenin bulunmasıyla ilgili diğer örnek olarak Hz. Âdem görülmelidir. Hz. Âdem de Kâbe’yi inşa ettikten sonra kurduğu şehirde “Hâkem” olarak ortaya çıkmaktadır. Habil ile Kabil arasındaki ihtilafı Hz. Âdem karara bağlamıştır.

İnsanlığın başında (Hz. Âdem) ve sonunda (Hz. Muhammed) tevhid ve mahkeme tasavvuru şehir kurucu olarak zuhur etmektedir.

“İnsanlığın ilk atası kimdi?” veya “Hz. Âdem birden fazla olabilir mi?” şeklinde sorularla evrimci bir yaklaşımla tarihi kronolojikleştirmeye çalışan bütün teorilere karşı bir hususu daha dile getirmek gerekmektedir. Müslümanlar insanlık tarihine şehir kurarak çıkmışlardır. Bu sözün anlamı şudur: İnsanlığın atası hakkında kim neyi tartışırsa tartışsın sadece Müslüman adam-kadınlar tarihe çıkarken Kâbe’yi inşa ettiler ve şehir kurdular. Bu şehir mahkemeli yani yüce adalete dair hükümleri bulunan bir şehirdi. Bu şehir teorisine tarihsel olarak eklemlenenler de sadece nebevî gelenek olmuştur. Buna göre Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail (as) Kâbe’yi yeniden inşa etmiş ve Kâbe’nin etrafında oluşan şehir Hz. Hacer’in hizmeti gereği yeniden varlığa çıkmıştır. Şehirlerin anası olan Mekke’yi inşa eden bir anlamıyla Hz. Peygamber’in atası olan Hz. İsmail’in Annesi Hacer’dir. Bir diğer anlamıyla Mekke nasıl şehirlerin anası ise, o şehrin anası da Hacer sayılabilir.

Benzeri şekilde Medine de Hudeybiye sonrasında erkeklerin hicreti kesildiğinden “Kadınların Hicreti”yle kurulmuş gibidir. Bütün bu sembolizm şehirlerin temelinde kadına bir işlev yüklemektedir. Bu işlev AİLE ile dört boyutlu BEYT inşa etmektedir.

TEVHİD ve AİLE:

İslâm dini tevhid dışında bir ilke daha getirmiştir: AİLE.

Tarih boyunca tevhidin amelî tezahürü AİLE’dir. Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e değin İslâm tarihi bekârlığı korunması gereken bir hayat biçimi olarak görmez. 

AHLÂK ve AİLE:

Farabi, Nasreddin Tûsî, İbn Sina, Îcî, Kâtip Çelebi, Kınalızâde çizgisinden gelen İslâm düşüncesi “ahlâk” meselesini “aile” temelinde ele alır. Bu filozoflar için bir kişinin ahlâklı olması için aile sahibi olması kaçınılmazdır. Diğer taraftan bu filozoflar toplumu da aileden hareketle inşa ettiklerinden ilimler tasnifinde ahlâk siyasetle birlikte “amelî ilim” olarak ele alınır. İslâm toplumlarında bekârlık sosyal hayat kuramaz. Bunun anlamı şudur: Bekâr bir kişi mahallede oturamaz, kendine ev açamaz. Bekâr kişi esnaf, zanaatkâr, iş adamı, çiftçi de olamaz.

ŞEHİR ve MEDENİYET:

İslâm toplumlarında bekârlığa sosyal ve iktisadî alan açılmaması nedeniyle kadın da erkek de birlikte hareket etmek zorunda kalmaktadır. Birlikteliğin meşru yolu ise nikâhtır. Nikâh kurumu kişileri ev/beyt/aile inşa etmeye mecbur kılmaktadır. Evin inşası iki boyutta şehri ortaya çıkarır: 1) Ev, Farabi, Nasreddin Tûsî, İbn Sina, Îcî silsilesinde iktisadî ve toplumsal bir tarife kavuşmaktadır; 2) Ev, kendisi gibi evlerle müşterek bir kefalet sistemi, sosyal dayanışma inşa etmektedir.

İşte “Kırklar” fikri bu noktada ortaya çıkmaktadır.

KIRKLAR ŞEHRİ:

Kur’an’da Kırk Sayısı:

Müslüman toplumlarda “Kırk” sayısının kaynağı Kur’an’dır. Arapça’da ‘kırk’ anlamına gelen erbaîn kelimesi dört âyettte yer alır.

Bu ayetlerden ikisi Hz. Musa’nın Tûr dağında kırk gün kalışıyla ilgilidir:

“Musa ile kırk geceliğine sözleştiğimizde onun arkasından buzağıyı ilah edinmiştiniz” (2 Bakara 51).

“Musa ile otuz geceliğine sözleşmiştik; buna on gece daha kattık. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceyi buldu” (7 Arâf 142).

Bir diğeri, İsrâiloğulları’nın kırk yıl kutsal topraklardan yasaklanmasıyla ilgilidir:

“Tanrı demişti ki: Orası, tam kırk yıl onlara haram edildi. Çölde sersemcesine dolaşacaklar” (5 Mâide 26).

Sonuncusunda ise kırk yaşına varan kişinin rabbine yönelişi, ana ve babasına iyilik yapması, şükretmesi, hayırlı işler yapmaya dua etmesi, zürriyet sahibi olarak iyiliğin devamını istemesi anlatılır. Bu amellerin Müslümanlıkla ilişkili olarak düşünülmesi gerektiği beyan edilir.

“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben Müslümanlardanım” (46 Ahkaf 15).

Hadis’te Kırk Sayısı-Komşuluk:

Kur’an toplumu aileden başlatıp ailelerin birleşmesiyle oluşmuş KOMŞU tasavvuruna getirmektedir. Nisâ sûresinin (4: 36) ayetinde “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” buyurulmuştur. Bu ayette ‘câri zil kurbâ-yakın komşu’ ve ‘câril cunubi-uzak komşu’ kavramlarını getirmiştir.

İbn-i Abbas’dan (ra) rivayet edildiğine göre “Komşusu aç olup da karnını doyuran (tok yatan) kimse, mümin değildir.” Bazı rivayetlere göre “Komşu hakkı dört taraftan kırk evdir.” Hasan Basrî’ye komşuluğun hudûdundan sorulduğunda O’nun “Ön tarafından kırk ev, arka tarafından kırk ev, sağ tarafından kırk ev ve sol tarafından kırk evdir” dediğinden bahsedilmektedir. Ayette (4: 36) geçen yakın komşu ile 1) Evleri en yakında bulunan komşular, 2) Kendileriyle akrabalık bağı olan komşular; 3) Müslüman komşular kastedildiği düşünülebilir. Böyle bir tanımlamayla “uzak komşu” da tanımlanmaktadır. Hz. Ali (ra) kişi evindeyken “sesini işittiklerinin” komşu sayılacağı görüşündedir.

Cuma Namazı-Şehir ve Kırk:

Fıkıh mezheplerine Cuma namazı ya “kırk er kişi” ile ya da “şehir” hükmünde bulunan beldede kılınabilir. Hanefi mezhebinde mahkemesi olan yer şehir hükmündedir.

Kardeşleşme-Muâhât:

Hz. Peygamber’in Medine’de hayata geçirdiği uygulamalardan biri de “Kardeşleştirme-Muâhât”tır. Bu uygulama hukukî neticeleri bulunan bir “bağlanma” olarak ortaya çıkmıştır. Kardeşleştirme tatbikatının neticesi birbirine kardeş kılınan sahabeden biri savaşa gittiğinde diğeri onun ailesine hâmî oluyor ve nafakalarını temin etmek dahil maddi ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Bu tatbikatın Osmanlı asırlarında avarız akçası ve mahalle kefaleti sistemiyle yeniden hayata geçtiği görülmektedir. Osmanlı mahallesinde vergi bireyden değil haneden alındığından haneler birbiriyle kefilleştiğinde “KIRK” haline gelmekteydiler.

Bu anlamda KIRKLARA KARIŞMAK deyimini kefaletle MAHALLE haline gelmek şeklinde ele almak da mümkündür. Mahalle sisteminde sahip olunan evin mülkiyeti dışarıdan birine satılmak istendiğinde mahalledeki kefil zincirinde yer alan kişilerin onayını almak zorunda kalınıyordu. Kefalet sistemi gereği mahalleye girmek çok zor olduğu gibi başka mahalleye katılmak da çok güçleştirilmişti. Zira başka bir mahalleye geçmek isteyen malik önce eski mahallesindeki mülkünü kefil bulmuş bir yeni malike satmalı ve sonra da yeni mahallesinde kendisi için kefil bulmalıydı. Komşulara sormadan yapılan taşınmaz satışı iptal ettirilebilirdi.

Bir diğer konu da mahalleye girişin ancak evli kişilere mahsus kılınmasıdır. Bekâr kişi evlenmediği takdirde yeni ev açamıyordu. Bu nedenle “evli” demek hem “nikâhla yaşamak-aile kurmak”hem de “ev sahibi olmak” şeklinde çift anlam taşıyordu. Osmanlı’da bekâr kişi ailesinden ayrılarak yaşamaktaysa -ki bu sadece erkekler için meşru görülürdü- mutlaka “bekâr odaları”nda ikamet ederdi. Bu odalarda banyo, mutfak imkânı verilmiyor ve bekârın hamama, lokantaya gidiş-gelişleriyle “gözetlenmesi” sağlanıyordu.

Pazar:

Kırklar Şehri tasavvurunun bir diğer neticesi pazarın inşasıdır. Müslümanlar Medine’de “Millet Pazarı” kurarak “Yahudi Pazarı”ndan da Mekke’deki “Putperest Pazarı”ndan da bağımsız bir iktisadî yapı oluşturmuşlardı. Bu hadise, ev sisteminin “pazar”dan bağımsız olarak ele alınamaması nedeniyledir.

Osmanlılar da Karacabey’i fethettiklerinde pazarı yeniden düzenlediler ve bir Kadı atadılar. Bu pazara mal getirenden vergi alınmamış, malını satan vergilendirilmiştir. Bu fıkhın Hz. Peygamber’in uygulamasından hareket ederek geliştirildiği, konunun Cengiz Kallek’in kitaplarında ayrıntılı olarak ele alındığı bilinmektedir.

Pazar inşası şehir tasavvurunun eksik bırakamayacağı bir olgudur. Bu nedenle İslâm şehrinin tanımı “Pazar kurulur, Cuma kılunur” cümlesiyle yapılmıştır. İslâm şehirlerinde Pazar denetiminde kadınların bulunduğundan söz eden günümüz kadın yazarları bu denetimin kadınların “ev içi” imalatın yöneteni olduğunu hatırından çıkarmıştır. İslâm iktisat ve toplum sistemi bütüncül bir yapı kurmuş, pazardan alınan her türlü ürün/emtianın evde işlenmesi kaçınılmaz görülmüştür. Bir rivayette Hz. Fatıma’nın Resulullah’tan hizmetçi istediği ancak babasının bunu reddettiği görülmektedir. Hz. Peygamber’in kızının talebini reddetmesini iktisadî bağımsızlığın gereği olarak kabul edebiliriz.

Pazar sisteminin kaçınılmaz bir diğer neticesi, benim “asal meslekler” diyerek kavramlaştırdığım sosyal-iktisadî yapılanmadır. Modern toplumda kentleşme gereği toprakla ilişkisi kesilen kent paryaları gıdaya, elbiseye ve meskene doğrudan ulaşabilme kabiliyetlerini kaybetmiştir.

Bilindiği üzere nafaka libas, taam, mesken olmak üzere üç başlıkta ele alınmaktadır. Modern toplumda bireyler bu üç nafaka konusu olan mesleklerini ve bilgilerini kaybetmiştir. Hz. Peygamber’in kızı Fatıma’nın el değirmeninde un öğütmeye devam etmesini istemesi bu zaviyeden okunmalıdır.

Pazar-Ev ilişkileri, Müslümanların “sofra açan” gelenek içinde yer almalarını sağlamaktadır. Ev, bu şekilde “ocak” haline gelmektedir.

Kırklar Şehri, bu anlamıyla “Kırk Ocaklı Kefiller” olan bir topluluğun yani MEDİNE oluşumunun yansımasıdır.