Yusuf Akçura Türkiye’nin üç ideolojinin (Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük) ekseninde yeniden yapılanabileceğini ifade etmiş ve bu ideolojilerden Türkçülüğün en elverişli fikir olduğu kanaatine vardığını belirtmişti. Yüz yıl sonra aynı üç ideolojinin (Osmanlıcılığın yerini başka bir ideoloji olan Batıcılık, evrensel hukuk idealine bağlılık almış olabilir) kendi arasında mücadelesi Türkiye’nin geleceğini belirlemeye çalışıyor. Bu üç ideolojinin birbirinden kopuk gelecek vizyonu, günümüzde beliren yeni jeo-stratejik ve jeo-ekonomik dinamikler nedeniyle bir buluşmanın eşiğindedir. Türkiye bir yandan Türk Devletleri Teşkilatı’nın kuruluşu nedeniyle Turan coğrafyasında “ortak tarih” anlatısıyla ve “Türk milleti” vurgusuyla hareket etmeye mecbur görünüyor. Diğer yandan Türkiye’nin İslâm dünyasına Osmanlı’nın mirasçısı sıfatıyla öncülük yapma potansiyeli bulunuyor. Son olarak Türkiye’nin Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerle Balkan hattında yeni bir bölge gücü olması mümkün görünüyor. Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması, Osmanlı’nın Katolisizme karşı himaye ettiği Ortodokslara yönelik bir mesaj olabilir ve Türkiye günümüz Ortadoksluğunu yeniden arkasına almak suretiyle Filistin, Kıbrıs, Kırım, Kafkasya gibi bölgelerde varlığını ortaya koyarak yıllardır Batı ülkelerinin paylaşım hesapları nedeniyle kangren olan sorunlara barış getirebilir.
Ancak bunu başarmak için
öncelikle Türkiye’nin ideolojilere bölünmüş kültürel havzasını meseleleri münazara
edebilen ve doğruyu esas alan aydınlara bırakması gerekiyor. Fikr-i sabitle
hareket eden, slogancılıktan kendini alamayan yazarların özeleştiri yaparak düşüncenin
hakkını vermesi böyle bir süreci başlatabilir.
Türk düşüncesi tarihi “parçacı”
yaklaşımla ele alarak “millet” mefhumunu ideolojileri haklı çıkarmak üzere
hareket eden aydınların metinlerinden oluşuyor. Bu anlamda “bin yıllık tarih”
fikri gerçek tarih olmayıp, ideolojik tarihtir. Benzer şekilde Türk millet tarihini
1040’dan veya M.Ö. 220’den başlatıp Oğuz boyuna özgüleyerek yürüten anlatılar
da ideolojik ve gerçekliği tartışılabilir zaman algılamalarıdır. Zira bu anlatılar
Kıpçakların, Peçeneklerin ve daha eski dönemdeki (M.Ö. 4.000’lerden sonra) Türk
kavimlerinin tarihini kapsamadığından “gerçek tarih” sayılamazlar.
Bir diğer husus da Türk
tarihçiliğinde Türklerin Müslüman olmasını öne çıkaran ekollerin Hz. Peygamber
öncesi İslâm’ına referans vermemesi hususudur. Bu şekilde kadim tarihlerinde
peygamberlerden kopan bir Türklük’e vurgu yapılmakta ve bunlardan yalnız
Oğuzların bazı boylarının Müslümanlaşarak devlet kurmaları “meşru” sayılmaktadır.
Hz. Peygamber’in Medine’de Yahudi ve Müşrikleri “tek ümmet” kabul ettiği hatırlanırsa,
İslâmcı Türklüğün Hristiyan (Gagavuz) veya Musevi (Hazar) Türkleri “Türklük
dışı” saymasında tutarsızlık olduğu görülecektir.
Buzul Çağı:
M.Ö. 70.000-20.000
yılları arasında bir Buzul Çağı olgusu yaşandı. İnsanlık bu buzul çağının
etkisiyle Mezopotamya, Anadolu, Ön Asya, Balkanlar, Kuzey Afrika bölgesinde yaşamakta
idi. Buzul Çağı’nın sona ermesi Hz. Nuh’un zamanında gerçekleşen “Tufan”
hadisesine neden olmuştur. Seküler tarihçiler dahi 15.000-20.000 yıl önce
yeryüzünün büyük kısmını sular altına alan bir “Buzul Erimesi” oluştuğunu ve
günümüzdeki kıta oluşumlarının o dönemde gerçekleştiğini kabul etmektedir.
Buzların erimesi ve kabaran suların 10.000 yıl önce çekilmesi ile bir nüfus
hareketliliği gerçekleşmiş olmalıdır. Yuval Noah Harari, “Hayvanlardan
Tanrılara Sapiens” kitabında buzul çağının sona ermesi sonucu yeryüzünde pek
çok canlının (hayvanın) yok olduğunu yazmaktadır:
“Yaklaşık 18 bin yıl önce son buzul çağı yerini
küresel ısınma dönemine bıraktı ve sıcaklık artarken yağmur azaldı. Yeni iklim,
Ortadoğu buğdayı ve diğer tahıllar için idealdi (…) Buğdayın çok bol bulunduğu
yerlerde av hayvanlarıyla diğer besin kaynakları da bol olduğundan, insanlar
kademeli olarak göçebe yaşam biçimini bırakıp mevsimsel hatta bazen kalıcı
kamplara yerleştiler.” (Harari, 2015: 96).
Nuh Tufanı Kutsal
Kitaplardan Önceki Yazılı Belgelerde Anlatılmaktadır:
Nuh Tufanı hadisesi
Tevrat-İncil-Kur’an’da anlatılmasına rağmen Gılgamış Destanı’nda, Aztek
mitolojisinde, Fin-İsveç mitolojilerinde, Hind Mitolojilerinde yer almaktadır. Gılgamış
Destanı’ndaki Nuh Tufanı, Tevrat kaynaklı olmayıp, 4.000 yıllık Babil tabletlerinde yer
almaktadır. Tufan anlatısının Sümer-Hind-İskandinav-Aztek
mitolojilerinde yer alması Tanrı’dan indirilmiş kitaplara dayanıyor olmaması
önemlidir. Nuh Tufanı anlatısını aktaran ilk yazılı metinlerin seküler olması,
bu anlatıların nübüvvet tarihi ile uyumluluğu, Türklerin şecerelerini
destanlarında Hz. Nuh’a bağlaması gibi olgular nedeniyle Türklere geçmiş
zamanda pek çok peygamberin gönderildiği fikrini güçlü kılmaktadır.
Türklere Gönderilmiş
Peygamberler Hakkında:
Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin kaleme aldığı
“Amasya Tarihi” adlı kitapta Türklere gönderilen peygamberlerin isimleri
zikredilmiştir. Amasya Tarihi’nde peygamber olarak adı geçen Harkîl Nebî, Oğuz Kağan
Destanı’nda adı geçen Irqıl Ata’dır. Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi Türklerin tarihte
tek Tanrı inancını bu peygamberler vasıtasıyla kabul ettiklerini ancak İran ve
Roma devletlerinin Turan ülkelerini istila ederek onları İslâm’dan (Hanif
dinden) ayrılıp Zerdüştlüğe ve Hristiyanlığa zorladıklarını belirtir.
Eski Türklerin Farklı Dinlerde Olmasına Dair:
Türklerin tarihini 15.000 yıllık bir zaman boyutunda
Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in oğlu Türk’ten getirmek bu kavmin Hz. Nuh, Hz. İbrahim,
Hz. Musa, Hz. İsa ile geçmiş tarihlerde muhatap olması anlamına gelir. Nitekim
Türk kavimleri Hz. Peygamber (asv) öncesi dönemde bu peygamberlerin tebliğleri
neticesi şekillenen dinleri kabul etmiştir. Fakat bu noktada Hz. Peygamber
(asv) öncesi nübüvvetlerle ortaya çıkan dinin hangi adla adlandırılacağı hususu
ortaya çıkar. Kural olarak Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in dini “Hanif” adıyla
anılmaktadır. Hanif kelimesi Kur’an’da İslâm olarak tanımlanmıştır. Kur’an’ın
beyanına göre, Hz. Musa’nın tebliğini kabul eden büyücülerin de Hz. İsa’nın
havarileri de kendilerine “Müslüman” adını vermiştir. Bu durumda “İslâm”, bütün
peygamberlerin getirdiği dinin adı olup, bu peygamberler din dışında bir de
“şeriat” getirmiştir. Bu şeriatlar nedeniyle Hz. Musa’ya (as) tabi olanlara
“Musevî”, Hz. İsa’ya (as) tabi olanlara ise “İsevî” demek mümkündür. Diğer
ifadeyle Hz. Peygamberden önce Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya veya Hz. İbrahim’e
inanan Türk toplumları “Hanif” sayılmalı ve İslâm dairesi içinde kabul
edilmelidir. Bu kavimlerden Allah’a şirk koşan veya puta tapan kavimler için
aynı hükmü vermeyeceğimiz ortadadır.
Aydınlar arasında “Türk kimdir?” sorusu sorulmakta
ve bu soruya çok eski tarihten itibaren şöyle cevap verilmektedir: “Türk,
Türkçe konuşan, Türk ırkına mensup, Müslüman-Sünni insandır.” Nitekim Ziya
Gökalp ile Ömer Seyfettin Türk’ü “dili dilime, dini dinime benzer olan”
şeklinde tanımlamıştır. Nurettin Topçu, Türk’ü “Asya’dan Anadolu’ya gelen ve
burada Hitit köylüsü ile yeniden harmanlanan Türkçe konuşan, Müslüman-Sünni”
olarak tanımlar. İsmet Özel’e göre Türk, “Kafirle cihad etmeyi göze alan,
Müslüman-Sünni”dir. Şaban Teoman Duralı’ya göre Türk, “kandaşlığı esas alan
kavimlilikten ziyade, halk/millet (demos) anlamına gelen ordu-millet olup,
Türkçe konuşan Müslüman-Sünni”dir. Teoman Duralı’ya göre Türk, İslâm’dan
önce Göktürk ve Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri camiasına mensupken
Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri camiasının üyesi olmuştur. Yahya Kemal’e
göre Türk, “Allah’ın ordusu olan Müslüman ve Sünnî kavimdir. Bu kavmin
hususiyeti Allah’ın ona İstanbul’u fethetme ve böylece medeniyet kurma şerefi
vermesi”dir. Mustafa Çalık’a göre Atsız’ın
“etnik Türklük” telâkisine dayanan milliyetçilik anlayışı, Türklerden çok
Türkiye ve Türklüğün felâketi için uğraşanların işine yarayacaktır. Irk
temelinde Türk tanımını kabul etmeyen Çalık’a göre “Türk”, Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı Müslüman-Sünni’dir. Nihal Atsız’a göre ise “Türk olmak için mutlaka
Müslüman olmaya lüzum yoktur. Bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin şaman,
birkaç yüz bin Hıristiyan ve birkaç yüz bin Musevî Türk (Karayımlar) vardır.
Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur” (Atsız,
2015: 85) der.
Görüldüğü
üzere “Türk” tanımı Nihal Atsız dışında İslâm ile tanımlanmış, ancak soyculuk
reddedilmiştir. “Hanif Türk” teorisi ise hem Yafes oğulları vurgusu ile “soycu”
bir düşünce getirmekte hem de Hz. Peygamber öncesi Türklerin Musevî, İsevî
olmasının İslâm olmaya engel olmadığını ifade etmektedir. Buna göre eski dönemde Musevî, Hristiyan veya
Tengrici olan Türkleri Türklük dışı sayan yaklaşımların meseleyi yeniden
değerlendirmesi gerekmektedir. Eğer “Din” Türk kimliğini inşa eden temel saik
ise Türkler tarihte pek çok dine geçmişlerdir. Hz. Peygamber’e iman etmeyen
Türkleri “Türklük dışı” saydığımız takdirde Türk dünyası ile tarihi bağlar
koparılacaktır.
Eski Türklerde Tek Tanrıcı Musevilik ve Tek
Tanrıcı İsevilik:
Hikmet Tanyu veya Ünver Günay-Harun Güngör gibi akademisyenlerin incelemelerine göre
eski Türklerde Hristiyanlık veya Yahudilik gibi dinleri kabul etmiş boyların
esas dini Haniflik idi. Örneğin Hikmet Tanyu Gagavuzlar hakkında şu tespitleri yapmıştır: Gagavuzların bazı âdetleri
İslâm’a uygundur. Gagavuzlar, Hristiyanlıkta kurban kesmek olmadığı halde
kurban keser, etlerini fakirlere dağıtırlar. Oynadıkları milli oyunda domuzdan
nefretlerini belirtir.” (Tanyu, 1978: 98).
İbrahim Kafesoğlu Hazar hâkanının 862 yılında Bizans’tan gelen St. Kyrill ile görüşürken,
Hıristiyanlarca tanrının “üçlü kişiliği”ne (Trinity) inanıldığı hâlde,
kendilerinin tek Tanrı’ya iman ettiklerini bildirdiğini aktarır. (Kafesoğlu,
1980: 59).
Bu yazarların iddiasına göre Türklerin tarihte bazı
dinleri seçmesi Gök Tanrı-Tevhid inancını terk etmeleri şeklinde olmamış,
stratejik sebeplerle, kavimlerini Roma veya Çin veya Pers baskısından korumak
amacı taşımaktadır.
Türk Tarihini Oğuzcu Perspektifle Okumak:
Türk
tarihinin Oğuzcu perspektifle okunması da hatalıdır. Türk tarihini Oğuzcu
perspektifle okuma yaklaşımı İsmail Hami Danişmend, Osman Turan, Nihal Atsız,
Erol Güngör, Nurettin Topçu gibi müelliflerde görülmektedir. Danişmend, “hakiki
Türklerin Oğuzlar olması” konusunu “Batı ilminin tespiti” olarak alkışlar.
Ayrıca Oğuz Kağan’ın da Mete Han olduğunu ifade eder. Böylece Türk tarihini 2.200-2.500
yıllık bir zamana indirger:
“Hakiki
Türkler Oğuz Türkleridir. Bu nokta bugünkü Batı ilminin Türkoloji sahasında
tespit ettiği bir hakikattir. Bundan dokuz yüz yıl önce miladın on birinci
yüzyılında Anadolu’yu fethedip bugünkü Türkiye Devleti’ni kuranlar da işte bu
Oğuz Türkleri’dir. İsmi bir şeref unvanı
olarak ırkımıza âlem olan muazzam Hakan Oğuzhan’dan Çin kaynaklarında Mo-Tun,
Mao-Tun ve Mete gibi isimlerle bahsedilir. Milattan önce üçüncü yüzyılın
sonlarında yaşamış olan bu muhteşem cihangirin ülkesi Kore ile Japon denizinden
Volga nehrine kadar uzanıyor ve yirmi altı krallık arazisinden mürekkep
bulunuyordu.” (Danişmend, 1979a: 146).
Türk
tarihinin Oğuzcu paradigmayla okunamayacağı hususu, Macar Türklüğü (Orta
Avrupa), Yakut-Saha Türklüğü (Sibirya), İskandinav Türklüğü (Kuzey Batı
Avrupa), Keltler (Britanya ve İrlanda), Mısır Türklüğü (Kıpçaklar), Uzak Doğu
Türklüğü (Japon Nippon’lar) vesilesiyle söylenebilecektir.
Gerçekte
“Oğuz” kelimesi bir “boy” adı olmayıp boylar
konfederasyonunun adıdır. Saadettin Gömeç, “Oguz Kagan’ın Kimliği, Tarihte
Oguzlar ve Oguz Kagan Destanları” başlıklı makalesinde şöyle
der:
“Köl Tigin ve Bilge Kagan
yazıtlarında Türk bodundan sayılan Oguzların, etnik yapısı ile kelimenin
etimolojisi meselesine dair bugüne kadar pekçok çalışma yapılmıştır. Genellikle
kabul edilen görüş; Oguz’un ‘okların birliği’ manasına geldiği yolundadır (…)
Bazı alimlerin, yine Bilge ve Köl Tigin yazıtlarından yola çıkarak, Kök Türk
kaganlarının da Oguzlardan geldiği yolunda görüşleri varsa da bize göre
şimdilik bunu tereddütle karşılamak gerekir. Yani Börülüler
(A-shih-na/Aşina/Çona/Çina) soyunun Oguz olduğuna dair henüz elimizde yeterince
belge yoktur. Kitabelerde geçen ‘Tokuz Oguz bodun kentü bodunım erti’ cümlesi,
Kök Türk kaganlarının da Oguz halkından olduğunu göstermeye yetmemekle beraber,
bu cümleden ‘Oguzlar da bana tabi idi’ gibi bir mana çıkarmak da mümkündür.
Meseleye tersinden baktığımızda bütün Oguzlar Türk’tür ve bu büyük camianın
içindeki kabile birliklerine Oguz siyasi adları verilebilmektedir. Ayrıca,
Oguzların 630’dan sonra, bu adla tarih sahnesinde kendini göstermiş Tölös
boylarından olduğu söylenmiştir18. Gerçekten Oguzlar da Kök Türkçe yazılı
kaynaklarda rastladığımız Altı Bag Bodun gibi, Türk devletinin kargaşaya
sürüklendiği bir sırada (belki Hunlar ya da Kök Türkler zamanında), başlarını
kurtarmak için bir araya gelmiş kabileler birliği olabilir! Kök Türk ve Uygur
dönemi yazıtlarında dikkatimizi bir husus çekmektedir. Bu durum, kitabelere
baktığımızda; Oguz adının tek başına kullanıldığı gibi, çeşitli rakamlarla
ifade edilen birlikler altında da yaşadığı şeklindedir. Dolayısıyla Kök Türkçe
yazılı kitabelerde onlar Tokuz Oguz, Üç Oguz, Altı Oguz ve Sekiz Oguz
isimleriyle de anılır ki, burada Oguz kelimesinin kavmi değil, birliği de ifade
edebileceğini gözden ırak tutmamak gerekir.” (Gömeç, 2014: 116-117).
Oğuzlar bir boy birliği
ise, Oğuz boyları içinde sayılan Peçeneklerin de gerçekte evvelden Oğuz içinde
olmayıp bu boy birliğine sonradan dahil olan başka bir “birlik” olduğu hususu
ortaya çıkar. Nitekim bu hususu Peçenek boyu üzerinden ele almak mümkündür. Faruk Sümer’in verdiği bilgilerden tarihte
iki Peçenek boyu olduğu ortaya çıkmaktadır. Faruk Sümer’e göre
başlangıçta Peçenekler Mâverâünnehir’de, Aşağı Seyhun boylarında yaşıyorlardı.
Oğuzlar bu bölgeye Halife Mehdî-Billâh zamanında (775-785) geldiler ve onları
buradan çıkarıp Yayık (Ural) ırmağının ötesine kadar sürdüler. Oğuzlar, daha sonra
Yayık ve İdil (Volga) arasında yurt tutmuş olan Peçenekler’i burada da rahat
bırakmamışlar, Hazarlar’la anlaşıp onları buradan da çıkarmışlardır (898-902).
Peçenekler bunun üzerine İdil’i geçip Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara gidip
yerleşmişlerdir. Bizans İmparatoru VII. Konstantinos Porphyrogenitus’un verdiği
bilgilere göre bir grup Peçenek kendi istekleriyle yurtlarında kalıp Oğuzlar’la
birleşmiştir. Oğuz-Peçenek boyu bu birleşme sonucunda meydana gelmiştir.
(Sümer, 2007: 326-327).
Faruk Sümer başka bir
makalesinde Peçenekler hakkında şu bilgiyi verir:
“X. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinde
ve Tuna boylarında yerleşmiş olan Peçenekler’in dışında aynı adı taşıyan bir
başka topluluk Oğuz boyları içinde yer almaktadır. Kâşgarlı Mahmud da (XI.
yüzyıl) biri yurtları Bizans (Rum) yakınında olan bir Türk kavmi, diğeri
Oğuzlar’dan bir boy olmak üzere aynı adı taşıyan iki teşekkülden söz
etmektedir. X. yüzyılda mensup olduğu Oğuz eliyle birlikte Anadolu’ya gelip bu
ülkedeki Türk yerleşmesine katılan Peçenek-Oğuz boyu Kâşgarlı’nın listesinde
18. sırada zikredilir (…) Oğuz Peçenek boyu ile Türk Peçenek elinin adlarının
aynı olması, Oğuz Peçenek boyunun aslında Türk Peçenek elinin bir parçası
olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Kesin olarak bilindiğine göre Oğuzlar,
Peçenekler’i aşağı Seyhun boylarından çıkararak Yayık (Ural), İdil (Volga)
ırmakları arasına ve hatta daha batısındaki yerlere gitmeye mecbur
bırakmışlardır. Bununla beraber Peçenekler’den bir topluluk Oğuzlar’a tâbi olup
eski yurtlarında kalmış, muhtemelen Oğuz Peçenek boyunu da bunlar veya
bunlardan bir kısmı oluşturmuştur. Hazar ötesi Türkmenler’i arasında Peçenek
adlı bir teşekküle rastlanmamakla birlikte Anadolu’da XVI. yüzyılda bu adı
taşıyan köyler olduğu gibi bazı oymaklar da vardır.” (Sümer, 2007: 34).
Nitekim
Oğuzlar Alp Arslan ile Bizans karşısına çıktığında Bizans ordusunda Peçenek ve
Kıpçak askerlerin olduğu görülmüştür. Yahya Kemal de Oğuzların Balkanları kısa
zamanda fethetmesinin sebebi olarak bu bölgede yerleşik Peçenek ve Kıpçak boylarının
bulunmasını göstermektedir. Peçenek ve Kıpçak boyları Hristiyan Türklerden
oluşmaktadır.
Türk
Tarihini Anadolu Merkezli Okumak:
Türk tarihini Anadolu merkezli okumak, bir bakıma Anadolu’da ortaya çıkan uygarlık kalıntılarının zarurî neticesidir. Uygarlığın M.Ö. 4.000’lerde başladığı ileri sürülürken Göbeklitepe, Körtik Tepe kazıları ile uygarlık tarihi M.Ö. 10.000’lere kadar geriye gitmiştir. Diyarbakır’ın Bismil ilçesi sınırlarında Pınarbaşı mezrası yakınlarında, Batman Çayı ile Dicle Nehri’nin birleştiği noktada yer alan Körtik Tepe’nin tarihlendirmesi 12.500 yıl olarak yapılmaktadır. Göbekli Tepe ise, Şanlıurfa’nın yaklaşık 15 km kuzeydoğusunda, Örencik köyü yakınlarında 11.500 yıl olarak tarihlenen tapınak yapılarından oluşmaktadır. Göbekli Tepe kalıntılarında OZ, UC, AT ve KÜN-AY tamgaları bulunmuş olup bu tamgalara Türklerin tarih boyunca yerleştiği coğrafyalarda rastlanmıştır.
Uygarlığın Anadolu’da başladığına dair başka kalıntılar da bulunmuştur. Göbekli Tepe ve Körtik Tepe haricinde Şanlıurfa ilinin Hilvan ilçesine bağlı Nevali Çori, Siirt’in Eruh ilçesinde Gusir Höyük ve bunların dışında Karahan Tepe, Sefer Tepe, Hamzan Tepe ve Taşlı Tepe ile Harbetsuvan Tepesi’nde Neolitik Döneme ait bulgulara rastlanmaktadır.
Uygarlık
tarihinin Anadolu’ya çekilmesi günümüze kadar Türk tarihinde gerçekleşen
tartışmaların yeniden ele alınmasını gerektirir. Buna göre Türkiye’de genel
hattıyla dört tarih perspektifi vardı:
- Malazgirt 1071 tezi: Anadolu Selçuklu-Osmanlı devletlerinin siyasal düzeni altında inşa edilmiş Türk-İslâm uygarlık tarihi. (Yahya Kemal, Nurettin Topçu, İsmet Özel).
- Dandanakan 1040 tezi: Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla Osmanlı’yı da içine alan Turancı tarih tezi. (Nihal Atsız).
- Türklerin Anadolu’da ve Mezopotamya’da uygarlıklar kurduğu, Batı uygarlığının kökeninde Türklerin kurduğu bu uygarlıkların yer aldığı görüşünü ileri süren tarih tezi: Buna göre Pelasglar, Truvalılar, Etrüskler, Traklar, Urartular, Hurriler, Hititler, Kimmerler, Keltler ve Sümerler gibi devlet ve uygarlıklar Türk’tür. (Kemalist Tarih Tezi, Mavi Anadoluculuk bu akımda yer almaktadır. Diğer yandan Mahmut Esat Bozkurt, Afif Erzen, Adile Ayda, Ekrem Akurgal, Agop Dilaçar gibi yazarlar tarafından da farklı vecheleriyle bu tez savunulmuştur. Kimi yazarların “ırk” vurgusu ile ele aldığı bu görüş, 1931-1940 arasında liselerde okutulan tarih kitaplarında anlatılmış, ancak II. Dünya Savaşı sonrası terk edilmiştir.
- Hz. Nuh’a Bağlanan Tarih Tezi: Bizzat Mustafa Kemal Atatürk 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı ve TBMM Zabıt Ceridesi’nde yayımlanan konuşmada Türklerin kökenini Hz. Nuh’a bağlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk bu konuşmasında Türk tarihini Hz. Nuh’tan başlatmakta ise de Türk’ün tarih perpektifini sistematize etmemiştir. Atatürk, insanlık tarihini iki devire ayırmakta, ilk devri sebavet (sabilik, çocukluk) dönemi kabul etmekte; ikinci dönemi ise rüşd ve kemâl dönemi saymaktadır. Birinci dönemde sınırsız nebi ve resul gönderilirken, insanlığın rüşd döneminde Hz. Peygamber gönderilmiş ve nübüvvet hitama erdirilmiştir. Atatürk bu tarih perspektifinde Hz. Peygamber sonrası dönemde saltanat ve hilafetin birbirinden ayrıştığını, hilafetin sultanlar tarafından âtıl kılındığını ifade eder. Saltanatın milleti istismar ettiğine işaretle onun yetkilerinin TBMM’ne aktarıldığını ve böylece zamanın gerçekliğine uygun bir devlet inşası sağlandığını belirtir. Atatürk “Türk milleti” tasavvurunda ise Cengiz’den, Hülâgû’dan bahsederken, Kıpçak Türkleri’nin kurduğu Memlûk Devleti’ni (ed-Devletü’t Türkiye) “Türk” saymamış ve onu “Mısır Hükümeti” olarak adlandırmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün sonraki yıllarda geliştirmeye çalıştığı “Türk Tarih Tezi” ise Sümer ve Hitit uygarlığının Türk menşeli olduğu görüşüne dönerek nübüvvet eksenli tarih perspektifinden uzaklaşmıştır.
Hanif Türk tezinin temel
yaklaşımı yukarıdaki dört tarih ekolünün geliştirdiği tarih görüşünü
buluşturmayı ve aşmayı amaçlamaktadır.
Türk Tarihinin Din
Temelinde Parçalanması:
Türk tarihinin din temelli parçalanması [İslâm’dan önceki Türklük ve İslâm’dan sonraki Türklük] Türkiye’de bütün ekollerin kabul ettiği bir yaklaşım olmuştur. Hanif Türk tezi bu yaklaşıma itiraz geliştirmektedir. Din temelli perspektifte göre örneğin Osman Turan “Şamanî Türk-Müslüman Türk” ayrımıyla bir tarih okuması yaparak Türk tarihini 2.500 yıllık zaman boyutunda ele aldı. Osman Turan’a göre Türkler tarihte ikisi İslâm’dan önce ve ikisi de İslâm’dan sonra olmak üzere dört devlet kurdu: 1) Hun İmparatorluğu, 2) Göktürk İmparatorluğu, 3) Selçuklu Devleti, 4) Osmanlı Devleti. Böylece Osman Turan’ın aynı zamanda Oğuzcu bir tarih okuması gerçekleştirdiği söylenebilir.
Sonuç:
Hanif Türk tezinin nübüvvet
tarihi ekseninde geliştirdiği tarih perspektifi en başta Türklerin tarihini
2.500 yıllık süreçte ve Oğuzcu yaklaşımla ele alınamayacağını ortaya koymak
amacını gütmektedir. Çünkü bu iki yaklaşım (2.500 yıllık tarih ve Oğuzculuk)
Türklerin Anadolu dışındaki varlıklarını ve kurdukları devletleri “tarih dışı”
bırakmaktadır. Bizzat Osman Turan’ın “Türkler tarihte dört büyük devlet kurdular”
ifadesi Türk devletlerini şöyle saymakta idi: Avrupa Hunları, Ak-Hunlar, Hazar
Devleti, Uygur Hanlığı, Bulgar Krallıkları, Oğuz ve Karluk yabgulukları, Müslüman
İtil Bulgarları ve Karahanlılar, Gazneliler, Harezmşahlar, Mısır-Suriye Memlûk
ve Hindistan sultanlıkları, Türkistan, Orta-şark ve Altun-ordu hanlıkları,
Timürlü, Babürlü ve Safevi imparatorlukları (Turan, 2003: 27).
Dikkat edilirse bu tarih
perspektifi Etrüskleri, Trakları, Sakaları (İskitleri), Sümerleri ve Anadolu’da
yerleşik olan Urartular ile Hurrileri, Kimmerleri “Türklük” içinde
değerlendirmemektedir. Böylece Türklerin Asya’dan Anadolu-Balkanlar-Avrupa’ya
yayıldığı tezi akademik dünyada ve düşünce ortamında egemen olmaktadır.
Türklerin tarihini Hun İmparatorluğu’ndan başlatan görüşün Alp Er Tunga’nın Selçukluların 13. atası olduğu bilgisine yer vermesine rağmen Saka-İskit İmparatorluğu’na Türk devlet silsilesinde yeterli önemi vermemiş olması önemli bir çelişkidir. Diğer ifadeyle “Türklerin tarihi Hunlardan başlar” şeklinde ifade edilen görüşün Saka-İskit İmparatorluğu’nu neden Türk devleti saymadığı hususu önemli bir sorundur. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş kitabında “Türk destanlarında ‘Tunga Alp Er’, İran destanlarında ‘Afrasyab’ı, büyük Saka devletinin en şevketli devrini yaşatan büyük kahramanı olarak kabul ediyoruz. Bu destanın Türk rivayetlerinde Tunga Alp adı ile, Türk hükümdar sülâlelerinin büyük atası, onun akraba ve evlâdı, onun kültü anlatılmaktadır.” demektedir. (Togan, 1981: 36). Pek çok yazarın Türk devlet tarihi silsilesinde İskitler-Sakalar yer almakta değildir.
Bu yaklaşım Türk millet varlığını ve millet tarihini nübüvvet sonrası insanlık tarihiyle bütünleştirememekte, Türk devletlerinden bazılarını da başka milletlerin devlet teşekkülü olarak anlamlandırmaktadır. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk dünyasını da İslâm dünyasını da birleştiren “ortak tarih” anlatısıyla geleceği inşa etme potansiyeli vardır.
Kaynaklar:
- Atsız Nihal, Türk Tarihinde Meseleler,
Ötüken Yayınları, 2015.
- Danişmend İsmail Hami, Tarihî Hakikatler,
Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları, c: 1, 1979a.
- Gömeç Saadettin Yağmur, Oguz Kagan’ın Kimliği,
Tarihte Oguzlar ve Oguz Kagan Destanları, Cıépo Interim Symposium-The
Central Asiatic Roots of Ottoman Culture, Editörler: İlhan Şahin-Baktıbek
İsakov-Cengiz Buyar, İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği (İstesob),
2014.
- Harari Yuval Noah, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens – İnsan Türünün
Kısa Bir Tarihi, Kolektif Kitap, 2015.
- Kafesoğlu İbrahim, Eski Türk Dini,
Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980.
- Sümer Faruk, Oğuzlar, TDV İslâm
Ansiklopedisi, c: 33, 2007.
- Sümer Faruk, Peçenek, TDV İslâm
Ansiklopedisi, c: 34, 2007.
- Tanyu
Hikmet, Türklerin Dini Tarihçesi, Türk Kültür Yayını, 1978.
- Togan
Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş-En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar,
Enderun Yayınları, c: I, 1981.
- Turan
Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Neşriyat, 2003.