Milleti inşa eden 9 kriter bulunmaktadır:
1) Dil birliği,
2) Toprak birliği,
3) Soy birliği,
4) Tarih birliği,
5) Kültürel-sosyal birliktelik,
6) Ülkü birliği,
7) Birlikte yaşama isteği,
8) Ekonomi birliği,
9) Din birliği.
Bu dokuz kriterin hepsinin aynı anda
bulunması gerekmez. Bir kısmının varlığıyla Millet olunur. Buna göre örneğin
milleti tanımlamak için devlet birliği kriterinden bahsedemeyiz. Hanif Türk
tezinin yaklaşımında Türklerin “millet” kavramı şöyle verilebilir: a) Millet
ırkî esasa dayanmaz (farklı etnikler/soylar Türk adı altında toplanabilir); b)
Millet, coğrafî esasa dayanmaz (farklı coğrafyalarda Türk Milleti’nin parçası
bulunabilir); c) Millet, devlet esasına dayanmaz (Türk milleti aynı zamanda farklı
devletler kurabilir); d) Türk Milleti, Türkçe konuşan “töreli toplum”dur; e)
Türk milletinin halklarının çoğu İslâm’ı din olarak kabul etmekle birlikte aynı
dinden olmayanların Türklükten düşmesi söz konusu edilemez. Hanif Türk tezi,
Türk Milleti’ni “aynı töreye bağlı olan ve Türkçe konuşan Yafes halkları”
olarak tanımlamaktadır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere Hanif Türk tezi soycu
ise de bu, “töreli soyculuk” olup ırkçılık değildir.
Türk
düşüncesinde Milliyetçi düşüncede dört Milliyetçi ekol bulunmaktadır. Hanif
Türk tezi, bu dört ekolden beslenmekte, ancak onların çelişkilerini aşmaya
çalışmaktadır.
Ziya Gökalp
ile Nihal Atsız milliyetçi düşüncede iki ayrı ekolü oluşturur. Gökalp, Kültürel
Milliyetçilik; Atsız, Soy Milliyetçiliği önermiştir.
Bu iki
ideoloji dışında Kemalist Milliyetçilik (Sümer-Etrüsk-Hitit
uygarlıklarına bağlı Anadoluculuk) ve 1071 Milliyetçiliği (Yahya
Kemal-Nurettin Topçu Anadoluculuğu) Türkiye’de etkili düşünce ekolleri olarak
kabul edilebilecektir.
1071 tezini ve eski Anadolu uygarlıklarını esas
alan Kemalist Milliyetçilik tezini kenara bırakırsak, Türkiye’de
milliyetçilik temelde iki ekolün (Gökalp ile Atsız ekollerinin) arasında gidip
gelmektedir.
Gökalp, “Dili
dilime, dini dinime uyan” diyerek bir milliyetçilik tanımı yapmıştır. Gökalp’in
bu tarifi Türkçülüğün Esasları kitabında verilmiştir:
“Millet ne ırkî ne kavmî ne coğrafî
ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve
bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan
bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘dili dilime uyan, dini dinime uyan’
diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan
ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü,
insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddî meziyetlerimiz
ırkımızdan geliyorsa, manevî meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten
geliyor (…) Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun
mefkûresine çalışabilir. Çünkü, mefkûre bir vecd membaı içindir ki, aranır.
Halbuki, terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza
asla vecd veremez. Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi
ruhumuzu vecdlere gark ederek mesut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki,
insan, terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir
(…) Bu mütalâalardan çıkaracağımız amelî netice şudur: Memleketimizde vaktiyle
dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş millettaşlarımız vardır.
Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat edinmiş
görürsek sair millettaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız saadet
zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizden
hariç telâkki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük
fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl
olur da bu fedakâr insanlara ‘Siz Türk değilsiniz’ diyebiliriz. Filhakika,
atlarda şecere aramak lâzımdır, çünkü bütün meziyetleri sevki tabiîye müstenit
ve irsî olan hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise
ırkın içtimaî hasletlere hiçbir tesiri olmadığı için şecere aramak doğru
değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin
ve mücaridlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu hal, caiz
olmadığından ‘Türküm’ diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti
görülen varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.” (Gökalp, 1968: 20-21).
Gökalp’in
hedefi Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşum sürecinde “Türk Milleti” tarifine varmaya
yönelmektedir. Gökalp’in tezi, erken dönem “Türk-İslâm sentezi” karakteri
taşır.
Atsız ise soyculuğu
esas alarak (ırk kavramını da hararetle kullanır) “Türk” tanımı yapar ve “Turan”
perspektifli milliyetçiliğe varır.
Gökalp’e
göre Osmanlı bir Türk devleti olmayıp, bir Türk-Arap devletidir:
“Devletle millet arasında da bir dereceye kadar umum,
husus münasebeti mevcuttur. Mesela, Osmanlı devleti bir İslam devletidir, yani
Müslüman milletlere istinat eden bir devlettir. Osmanlılığa kemiyetiyle beraber
irfan ve harsıyla istinatgah teşkil eden iki büyük unsur Türk ve Arap
milletleridir. O halde Osmanlı devletine ‘Türk – Arap devletidir’ denilebilir.”
(Gökalp, 1976: 84-85).
Bu kapsamda
Türklerin Araplarla birlikte kurdukları devlet olarak tanımladığı Osmanlı’yı
ÜMMET DEVRİ’nin yansıması sayar ve Cumhuriyet ile Milletleşmeyi hedefler.
Gökalp’te Milletleşme, Kabile devrinden ve daha sonra gelen Ümmet devrinden
sonraki toplum aşamasıdır. Arapların ayrılmasıyla ortaya çıkan ANAVATAN’ın
sınırlarının belirginleşmesi nedeniyle Türklük tanımı, Gökalp’in zamanının
toplumsal yapısına uygun olarak gerçekleşmiştir. Kürtlerin Türklerle birlikte
hareket etmesi, Arapların bile isteye Türkiye devleti dışında kalması, bu
tarifi kolaylaştırmıştır. Müslümanlık ve Türkçe, Türk kimliğini belirleyen iki
unsur olarak görülmüştür. Bu yaklaşım Gökalp’in Türklüğü “kültür birliği”, “din
birliği” ve “dil birliği” olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim
Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde Lozan ile Türk etnik kökenli Ortodoks
Karamanlıların Yunanistan ile mübadele edilmesi, yeni Cumhuriyet devletinin “din
birliği” arayışının yansıması olmuştur. Gökalp, Müslümanlık tesiriyle farklı
etniklerin Türkçeyi konuşacağını ve farklı etniklerin bu yolla
Türkleşeceklerini ummuştur:
“Mesela bugün Pomaklar Bulgarca, Girit’teki Müslümanlar
Rumca konuştukları halde yarın Müslümanlığın tesiriyle Türkçeyi öğrenecekler ve
bugünkü lisanlarını terk edeceklerdir. O halde bir milletin fertleri, yalnız
lisanlarıyla değil, dinleriyle de taayyün ediyor.” (Gökalp, 1976: 84).
Ancak vakıa
Ziya Gökalp’in sosyolojik nazarında tahayyül ettiği gibi olmamıştır. Örneğin
Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılına 1 kala, topyekûn olarak Türkçe
konuşan bir toplum haline gelmemiştir. Bunun da üstüne Türkiye’ye giren yeni
göçmen dalgası ülkede Arapça havzası oluşturacak şekilde yerleşmekte ve milli
kimliğin Gökalp’in öngördüğü şekilde inşa edilemeyeceğini kanıtlamaktadır.
Bu durumda
Türklük için başka bir tanıma müracaat gerekmektedir. Bu başka tanım Atsız’ın
perspektiflerini daha dikkatli incelemeyi gerektirmektedir. Atsız, Türk
kimliğini soy, dil, kültür bağı ile tanımlamaktadır. Atsız yazı hayatının
başlarında soy-ırk meselesinde daha radikaldir:
“Afrika’nın ortasından kapkara bir zenciyi al; üç
yaşında Türkiye’ye getir, Türkçeyi mükemmelen öğrensin… Başka dil bilmesin ve
ben Türküm desin… Bu Türk müdür?” (Seperçioğlu, 2011: 304; Atsız, Çanakkale’ye
Yürüyüş kitabından aktarım).
diyen Atsız,
sonraki yazılarında bu yaklaşımını esnetir. “Türk Ülküsü” kitabında “Türkçülüğün
Önemli Meseleleri” (Orkun, sayı: 68, 18.01.1952) makalesinde soy vurgusu yapan
Atsız’ın daha sonraki yıllarda yayımladığı “Türkçülük ve Siyaset” başlıklı makalede
(Ötüken, sayı: 104, Şubat 1970) Türk soyundan gelmese dahi kendi
ırkını ileri sürmeyerek Türklüğe tabi olanlara Türk dediği görülmektedir:
“Türk milleti bir bütün olduğu için Türkçülük ancak ve
yalnız, bütün Türkleri içine alan bir milliyetçilik dâvasını ülkü edinir.
Türkler ise Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip
kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabana ırk düşüncesi bulunmayan
fertlerin topluluğudur.” (Atsız, Türk Ülküsü, www.atsizcilar.com, tarihsiz, s:
59).
Görüldüğü
gibi Atsız, bir zencinin Türkçe konuşmakla ve kendisine Türk’üm demekle Türk
olamayacağını ifade ederken, ikinci alıntıda başka bir etnikten gelip de
“Türkleşip” (yani Türkçe konuşup, Türk gibi yaşayıp) zihninde Türklükten başka
bir ırk düşüncesi barındırmayan kişileri artık “Türk” saymaktadır. Bu yaklaşım
Nihal Atsız’ın da Türklüğü zaman içinde kültürel bir aidiyete taşıyarak
tanımladığını gösterir.
Nitekim “Türk
Halkı Değiliz, Türk Milletiyiz” makalesinde (Ötüken, sayı: 61, Ocak 1969) Mehmet
Âkif hakkında şöyle yazmıştır:
“İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif’in babası Arnavut,
ülküsü de Türkçülüğe aykırı olan ümmetçilik olduğu halde hangi Türkçü Mehmet Âkif
için Türk değildir demiştir? Mesele (…) Mehmet Âkif kadar Türk
olabilmektedir. Bir millette milli ruh yükseklerde olduğu zaman onların arasına
karışan yabancıların hiçbir tesiri olmaz. Milli ruh, herhangi bir yabancılığı
eritir.” (Atsız, 2015: 115).
Atsız’ın
görüşlerindeki bu esneme onu Ziya Gökalp’e yaklaştırmışsa da son tahlilde
Atsız, soy temelli bir düşünce inşa ederek Türkçe dahi konuşsa, Türklük
bilinciyle de hareket etse, alıntıladığım pasajda Mehmet Âkif’e “yabancı”
demekte ve “Türklüğün onu erittiğini” ifade etmektedir.
Gökalp ile
Atsız arasında ortaya çıkan bu derin fark, milliyetçi camiada uzun senelerdir
çatışma üretmektedir. Ancak her iki ideolog da bir noktada buluşmaktadır.
Gökalp’in “dinde Türkçülük” görüşleri toplumda makes bulamamaktadır. Atsız’ın
İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’e (asv) “Arap peygamber” demesi ve üslubundaki
hürmete aykırı ton, sözlerini toplum nezdinde değersiz kılmaktadır.
Öte yandan Anadolu
Milliyetçiliği’nin (Yahya Kemal-Nurettin Topçu) tefekkürü de İslâm’a mensup
Oğuzları esas alarak bir tarih inşa etmekle beraber, Anadolu’da 1071 öncesi
yerleşik Türkleri izah edememektedir.
Anadolucuların
ve Ziya Gökalp’in “Türk, Türkçe konuşan Müslümandır” yaklaşımı, Türk tarihinde
Müslüman olmayan Türklerin durumunu problemli hâle getirmekte ve bu mesele
Türkiye aleyhine bir propaganda malzemesine dönüşmektedir. Örneğin Van Kıpçak
AKDAMAR KİLİSESİ, bir Türk Kilisesi’dir. Buna rağmen Türk tarihçiliği Hristiyan
Türkleri “Türklük dışı” saydığından ve 1071’i Türklerin Anadolu’ya girişi
bakımından milat saydığından M.S. 915-921’de inşa edilmiş bu kiliseyi düşünsel olarak
Ermenilere bırakmıştır. Bu kilisenin varlığı nedeniyle “Türkler 1071’den önce
Anadolu’da yerleşik olarak yaşamıştır.” denilebilecektir.
Anlaşılacağı
üzere, Türk kimliği nedir? sorunu, derin bir sorundur ve bu
soruna Ziya Gökalp’in Kültürel Milliyetçilik tezi de Anadolucuların
Türklük tezi de İslâmî referansları öne çıkarması nedeniyle cevap
üretememektedir.
Kemalist
Tarih Tezi ise, eski
çağdaki Hitit, Urartu, Etrüsk, Sümer uygarlıklarını “Türk” saymış, Batı
uygarlığına “uygarlığın temeli Anadolu’dur” demek istemiştir. Ancak bu
tanımlama, o dönemin idarecilerini bir gerçekle muhatap kılmıştır. İdareciler, İstiklâl
Savaşı vererek vatanı kurtaran Müslüman Türklerin dinî aidiyetlerini “çağdaş
toplum” vasfından uzak bir sosyo-kültürel yapı olarak karşılarında görmüştür.
Dolayısıyla hem toplumun “köylülüğü” hem de “dindarlığı”, çağdaşlaşmanın önünde
duran engel olarak kabul edilmiş ve aşılması gereken sosyal dinamik
sayılmıştır. Sosyal dinamik, toplumun bir aşamadan diğerine geçmesini, yani köy
toplumundan kent toplumuna veya cemaat toplumundan cemiyet toplumuna geçişi
imler. Yani sosyal dinamik, toplumdaki değişimi ifade eder. Cumhuriyet’in
milliyetçilik ideolojisi bu değişimin gerçekleşmesinde siyasî/idarî/hukukî
araçların katalizör rolü oynaması için topluma müdahale etmeyi meşru görmüştür.
Bu müdahale, toplumun geleneksel kurumlarına (tekke, cemaat, getto
toplumsallıklar, hemşehricilik, çok evlilik yoluyla akrabalaşma, vs gibi sosyal
yapılara) daha çok sahip çıkmasıyla neticelenmiştir.
Yukarıdan
beri saydığımız bu etkenler Türkiye’de genç kitlede Milliyetçilik ideolojisinin
entelektüel taban bulmasını engellemiş ve engellemektedir.
Hanif Türk
tezi ise yukarıdaki dört milliyetçilik tezinin hem eleştirisi ve
hem de daha üst bir paradigmada pürüzlerinin giderilerek inşasını
amaçlamaktadır. Milliyetçiliğin temel vurgusunun DİL ve TÖRE olarak
belirlenmesi gerekmektedir. Töre’nin ise Hz. Nuh’a, Hz. Zülkarneyn’e ve Hz.
İbrahim’e indirilen vahiyden türediği kabul edilmelidir.
- Atsız
Hüseyin Nihal, Türk Ülküsü, www.atsizcilar.com, pdf kitap, tarihsiz.
- Atsız
Hüseyin Nihal, Türk Ülküsü, Ötüken Neşriyat, 2015.
- Gökalp
Ziya, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, 1968.
- Gökalp
Ziya, Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak, Hazırlayan: İbrahim Kutluk, Kültür Bakanlığı-Devlet
Kitapları, 1976.
- Sepetçioğlu
Tuncay Ercan, Girit’ten Anadolu’ya Gelen Göçmen Bir Topluluğun Etnotarihsel
Analizi: Davutlar Örneği, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Halkbilim Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2011.