Skip to content

Posts from the ‘şehir-kent’ Category

Şehir-Kent; Ev-Konut; Medeniyet-Uygarlık ayrımlarının teorisi üzerine

“Uygarlık Medeniyet değildir; Kent ve Şehir birbirinden farklıdır; Konut ve Ev de birbirinden ayrı düşünülmek zorundadır” fikrini  yazı hayatımda farklı dönemlerde üç teorik temele dayandırarak savundum: 1) 2008-2015 arasında kaleme aldığım makale ve kitaplarımda Fârâbî’nin Fazıl Toplum-Batıl Toplum ayrımından hareket ettim; 2) 2015-2020 arasındaki metinlerimde eski Türklerdeki “Yürüyen Şehir-Göçer Evli Toplum” tasavvurunu Kent (Konut) & Şehir (Ev) çelişkisini açıklayan bir model olarak ele aldım; 3) 2020’den sonra Mukaddime (İbn Haldun) okumalarımdan vardığım sonucu, şöyle açıkladım: Müellifin Bedevî-Hadârî kavram ikilisi Köy-Kent çelişkisine denk gelmektedir. İbn Haldun, “Köy ve Kent olmayan bir varlık olarak Şehir” oluşumunu gözleyememiştir.

Kent-Şehir ayrımına delil olarak sunduğum üç teorik yaklaşıma, düşünce dünyasında iki tavır geliştirilmiştir: a) Kent-Şehir ayrımını reddedenler: Bu zümre, Hz. Peygamber’in kurduğu “Medine”yi, antik kentler (Polis, Civitas) ile benzeştiren ekolü oluşturmaktadır; b) Kent-Şehir ayrımını benimseyenler: Bu zümre, kent-şehir ayrımını söylem düzeyinde dile getirmekte, ancak düşünsel olarak temellendirememektedir.

Entelektüel dünyamıza “kent-şehir birbirinden farklıdır” söylemi uzun süre reddedilmiştir. Son dönemde bu ayrımın kimi mimar ve yazarlarca dile getirildiği görülmektedir. Şehri “mimarlık” mesleğiyle ilişkili gören bu zümreler meseleyi ya “köye dönelim; köy evi inşa edelim” zihniyetiyle ele almakta veya “Türk Evi” kavramı altında mimarî projelerle şehir inşa etmeyi tahayyül etmektedir. Oysa Fârâbîci yaklaşımla şehir, mimarî bir oluşum, bir barınaklar iş sahaları kompleksi değil, “fazıl toplum” inşasıdır. Meseleyi bir mimarî nesne olarak ele alan zümrelerin geliştirdiği söylemler onları “şehir teorisyeni” kılmamaktadır.

Lefebvre, toplumların tarihini kırsal→endüstriyel→kentsel dönemler ekseninde değerlendirmekte, ilerlemeci bir tarih fikri geliştirmektedir. Lefebvre, geçmişteki örgütlü toplumsallıkları “şehir” olarak tanımlamakta, insanlığın gelecek tarihinde ise “kent toplumu” olarak yaşayacağını varsaymaktadır.

Lefebvre’in kent-şehir ayrımı, tarafımdan ileri sürülen şehir-kent ayrımına bir alan açmaktadır. Lefebvre, tarihsel geçmişteki şehir oluşumunun “fizikî olgu, nesne” olduğunu ifade ederken, geleceğin kentinin “süreç halinde toplum” olduğuna işaret eder. Lefebvre’in görüşüne benzer ama onun zıddı bir perspektif olarak tarafımdan ileri sürülen şehir, bir toplum varlığı iken; kent, fizikî-mekânsal bir pratiktir. Bu bakımdan 2008-2023 arası geliştirdiğim “şehir teorisi”nin dördüncü teorik kaynağının Lefebvre’in Kentsel Devrim kitabına eleştirel yaklaşımla kendine yol aradığı söylenebilecektir.

Lefebvre’in paradigmasından farklı olarak ele aldığım “Şehir”, bir cihan devleti teorisidir. Benzer noktaları olmakla beraber temellendirmeye çalıştığım “Şehir”, Lefebvre’in “kent toplumu” yaklaşımının bütün insanlığın kentsel devrimini olumlamak fikriyle çatışmaktadır.

Ömer Lekesiz’in “Bir Ev Yapmak” Başlıklı Yazısına Bir Şerh

Ömer Lekesiz, “Bir Ev Yapmak” başlıklı yazısında, Müslümanların “Hz. Âdem’in bina yapmada ilk el olduğuna inandığını, ilk insanların ilkellik’lerinin bize değil Batılılara mahsus bir romantik fantazma olduğunu, dolayısıyla yapı yapmanın, yani içinde yaşamak üzere bir bina yapma anlamındaki ev fikrinin Hz. Âdem ile başladığını” belirtir.

Lekesiz’e göre, “Batı’da ev, ilkellikten kurtulma yollarından biri olarak görülürken, Müslüman toplumlar için ev, bunun tam aksine insanlığın evvelinde de medeni oluşlarının bir nişanı hükmündedir.” (Lekesiz, 23.02.2023). Lekesiz’in vurguladığı bu görüş, 2013’ten itibaren yayınladığım kitaplarda ortaya konmuş, ancak entelektüel çevrede İbn Haldun’un “medenîliğin bidayeti göçebeliktir” düşüncesinin baskın olması nedeniyle eleştirilmişti. Sosyolojik görüş, insanlığın başlangıcının “ilkel toplum” karakteri taşıdığı yargısından hareket etmekte, Müslüman düşünürler de bu sosyolojik görüşe itibar etmektedir. Ömer Lekesiz, ilk şehrin Hz. Âdem tarafından inşa edildiği fikrini kabul ederek bir bakıma Fârâbîci görüşe intisap etmiş olmaktadır. Lekesiz, sonraki bölümde yazısını Hz. Peygamber’in ve sahabelerin “ev inşası” konusundaki görüşlerini ortaya koyan rivayetlere ayırır ve kısa bir değerlendirme yapar:

“Evlerin az ya da çok katlılıklarıyla ilgili olarak Peygamber Efendimizden nakledilen birçok haberden üçü şöyledir: 1) Evlerin yıkılması: “Abdullah b. Yezid-i Hatmi şöyle anlatıyor: Ben Peygamber’in hanımlarının evlerinin Velid b. Abdülmelik (h. 86-97)’in emriyle Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz tarafından yıktırılırken gördüm. Onlar toprak tuğlalardan yapılmış ve çamurla sıvanmıştı. Onların hepsini saydım; dokuz odaydı. (…) Ümmü Seleme’nin evini gördüm ve oğullarından birine sordum. Dedi ki: Peygamber, Dumetü’l-Cendel gazvesine hazırlandığı sıralarda, Ümmü Seleme odasını toprak tuğlalarla yaptı. Peygamber onu gördüğünde Ümmü Seleme’ye giderek: Ey Ümmü Seleme, Müslümanların servetini sarf ettiği en kötü yer inşaattır, dedi. (Tabakat, c: II). Ata Horasani oradaydı. Ata Horasani, Sa’id b. el-Müseyyeb’den şöyle duyduğunu nakletti: Allah için, dilerim bu kişiler odaları aynı vaziyette bırakırlar da Medine’den ve yabancı memleketten halk Peygamber ve ehlibeytinin ne ile kanaat ettiğini kendi gözleriyle görürler. Bu, insanları mal yığmaktan ve birbirlerine karşı övünmekten alıkoyabilecek bir şeydi.” (Siret Ansiklopedisi, Haz.: Afzalur Rahman); 2) Çok katlı binaya izin: “Hz. Peygamber, evinin darlığından şikâyet eden Halid b. Velid’e ‘Binayı göğe yükselt ve Allah’tan (fiili olarak) genişlik talep et.’ buyurdular.”; 3) Çok katlı erzak deposu: “Dükeyn b. Sa’id el-Mizeyni’den demiştir ki: Biz (dört kişi kadar bir topluluk) Hz. Peygamber’e (sav) varıp kendisinden yiyecek istedik. (Hz. Peygamber de Hz. Ömer b. Hattab’a.) ‘Ey Ömer! Git bunlara yemek ver! Buyurdu. Bunun üzerine Ömer bizi (alıp) yüksek bir kata çıkardı ve kemerinin altından bir anahtar alıp (onunla bize içi çeşitli erzak dolu bir odanın kapısını) açtı.” (Ebû Dâvud, Kitabü’l-Edeb). İlk hadis sade yaşayışa delil ve ibret vurgusu taşırken, diğer ikisi ev yapımında çok katlılığa ruhsat olarak alınabilmektedir.” (Lekesiz, 23.02.2023).

Görüldüğü gibi Ömer Lekesiz, rivayetleri aktarmakta, ancak değerlendirmesini tek cümlede ve çok katlı yapıya ruhsat verildiği görüşüne yakın durarak vermektedir.

Bu üç rivayet bizim paradigmamız bakımından şöyle yorumlanabilir: 1) Ümmü Seleme rivayeti: Dikkat edilirse bu rivayette Ümmü Seleme’nin dokuz eve sahip olduğu ve bu evlerin “mal yığmak” amacıyla inşa edildiği hususu esas alınarak bir yıkım gerçekleşmiştir. Diğer ifadeyle sosyal dayanışmanın yüksek olduğu İslâm toplumunda “ihtiyaçtan fazla mal yığmak” ve tekasürcülük tehlikesi, bu evlerin yıkılmasını gerektirmiştir. 2) Halid b. Velid rivayeti: Önceki örnekteki kriteri bu rivayetteki “çok katlı binaya izin” uygulmasına tatbik etmek mümkündür. Halid b. Velid’in aile nüfusunun çok büyük olduğu bilinmektedir. Hatta bir makalede “Suriye’deki veba salgınında ölmüş olan kırk kadar çocuğu olduğu” ifade edilmiştir. Dolayısıyla Halid b. Velid’e verilen “binasını yükseltme” izni, “çok katlı bina” inşa etme izni olmayıp, ihtiyaç nedeniyle beyt (hane) sistemini, menzil (odalar) sistemine dönüştürme iznidir. Bu sistemde toprağın “aile yurdu” olma hususiyeti kaybolmamakta, toprak üzerinde kimsenin bağımsız hak sahibi olamayacağı bir mülkiyet sistemine geçilmemektedir. Dolayısıyla Halid b. Velid’e yapılan “binayı göğe yükselt” tavsiyesi, “gökdelen kent” inşa etmeye yönelik bir tasavvura ait değildir. 3) Hz. Ömer rivayeti: Erzakların depolandığı çok katlı bina inşası kamu yapılanması gereğidir. Mesken olarak kullanılacak binalarla, kamu binalarının birbirinden tefriki gerekir. Nitekim Mısır’da Hz. Yusuf’un kıtlık zamanına hazırlık için buğdayları biriktirdiği ve bu tahıl ambarlarına Step (Basamak) Piramidi denildiği bilinmektedir. Dikkat edilirse bu bina da ihtiyaç kapsamında inşa edilmiştir. Nitekim İslâm kültüründe “ihtiyaçtan fazlasına sahip olmak” çirkin görülmüştür.

Öte yandan Ömer Lekesiz’in dikkate almadığı husus daha vardır: İslâm şehirlerinde nüfusun yoğunlaşması ve kırsal alanın boşalması gibi bir uygulama bulunmamaktadır. Kentsel nüfus artışının mekânı daraltması, mahalle sistemini bozması Osmanlı’da da yasaklanmış, iskân politikaları gereğince nüfus coğrafyaya yayılarak yerleştirilmiştir. İslâm ve Osmanlı şehirlerinde konut üzerinden kapitalist birikime izin verilmemiştir.

  • Lekesiz Ömer, Bir Ev Yapmak, Yeni Şafak Gazetesi, erişim link: https://www.yenisafak.com/yazarlar/omer-lekesiz/bir-ev-yapmak-4510133?fbclid=IwAR3KsUrE7vduyim3mAC5-qB7uXBvQ2MG8uHC17P9HorOPFJkBvrEo0A-HkY, erişim tarihi: 23.02.2023.

BİR PARADİGMA İKTİBASI ÖRNEĞİ


Yazı hayatıma 1995’te Dergâh ve Ülke dergilerinde Nurettin Topçu ile İsmet Özel’in anti-teknolojist görüşlerini geliştirme kaygısıyla başladım. Bu dergilerde kaleme aldığım metinler Azgelişmişlik Üstünlüktür başlığı ile 1996’da yayımlandı. Aynı dönemde Haluk Burhan müstearı ile kaleme aldığım ahlâk felsefesi eksenli metinler ise milletimizin kamusal alanda dindar kimliklerle dahi olsa kazanımlarının, “ahlâksız dindarlık”lara dönüşeceğini ve sekülerliğe yol açacağını ifade etmekte idi. Bu metinler de 1999’da Ahlâk Ayaklanması başlığı ile tab edildi. İki kitabın ortaya koyduğu paradigmanın hayata nasıl geçirileceği hususunda yaşadığım kriz nedeniyle 1999-2008 arasında makale yayımlamayı bırakarak kendimi okumaya ve notlar almaya vakfettim. 2008’den itibaren ise vardığım sonuçları entelektüel çevreyle paylaşma kararı alarak makaleler yayımlamaya başladım.

2013’te Kenti Durduran Şehir, 2014’de Kent-İslam ve Kapitalizm & Şehre Yürüyelim Batı Yıkılacak, 2015’te İnsanın Beşinci Zindanı başlıklı kitaplarımı yayımladım ve “şehir” meselesini kaynaklarını vererek yaptığım modelleme ile ortaya koydum. Bu metinlerdeki paradigmayı 22 Ağustos 2015’ten itibaren yazmaya başladığım Yeni Söz gazetesinde daha da geliştirmeyi amaçladım. Gazetedeki makalelerim, şehir meselesini anti-teknolojist, anti-kapitalist bir yaklaşımla işlemekte ve İstanbul’un nüfusunu 1 milyona düşürmeyi, betonarme bina sistemiyle yerleşme modelini terk etmeyi, Türklerin “ev” kültürünü Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin ısrarla vurguladığı “aile”ye dayandırdığını, Hz. Âdem’in insanlığın ilk şehrini kurduğunu, ilk toplumun hukuk (nikâh akdi) ile kurulduğunu, dolayısıyla şehri mimarların değil hukukçuların ve filozofların inşa ettiğini, Şehir Kanunu çıkarılması gerektiğini, Büyükşehir Yasası’nın lağvedilmesi gerektiğini, köylerin yeniden kurulmasının ihtiyaç olduğunu, konut sorununun bir milli güvenlik meselesi oluşturduğunu, bahçeli evler yapılmasının bizi betonarme kapitalizminden kurtaracağını, gökdelenlerin değer dünyamızı yıktığını, 1+1 konutlarla aile sisteminin kurulamayacağını vurgulamaktaydı. Yeni Söz gazetesindeki makalelerimi  Şehir Sünnettir, Milli Görüş ile Altı Ders, Umrandan Medeniyete başlıklı üç kitapta toplayarak 2016’da yayımladım.

Şehir Sünnettir (2016) başlıklı kitabımda Hz. Âdem’in yeryüzünün ilk şehrini kurduğunu, bunu Kâbe’nin inşası, Pazar’ın oluşturulması ve Muâhat-Musâhipleşme (Kardeşleştirme) ile gerçekleştirdiğini; nitekim, Kur’an’ın da Mekke’yi “şehirlerin anası=ummul Kur’a” olarak vasıfladığını belirttim. Hz. Âdem’in Kâbe’yi inşa ederken “düz duvar” bina ederek yeryüzünde ilk kez şakul-çekül (düz duvar inşa etmek için dikey terazi) kullandığını, dolayısıyla insanlık tarihinin ilk mimarı olduğunu ileri sürdüm. Yine Hz. Âdem’in Habil-Kabil arasındaki ihtilafı hükme bağladığı için insanlığın ilk mahkemesini kurduğunu, mesleğinin “hâkimlik” olduğunu ifade ettim. İnsanlık tarihinde şehir oluşumunun Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed ile devam ettiğini, dolayısıyla “şehir sünneti” denilebilecek bir geleneğin olduğunu Şehir Sünnettir başlıklı kitabımda bir tez olarak savundum. Türkiye’de şehir fikrinin bu paradigmaya dayanması gerektiğini, zikri geçen paradigmanın Fârâbî’nin “şehri peygamberler ve hikmet ehli kurar” görüşünden kaynaklandığına işaret ettim.

2016’da bir STK’nın Ahilik Sempozyumu’nda sunum yapmak üzere İstanbul’a davet edildim. Sunum sonrasında kürsüden indikten sonra mimar Serkan Akın kendisini tanıtarak baş başa konuşmak istediğini, beni yakından takip ettiğini ifade etti. Bu talebini kabul ettim; konuştuk. Serkan Akın, makalelerimde ifade ettiğim pek çok görüşü sanki ben anlatıyormuşum gibi ve içselleştirmiş olarak bana aktardı. Şaşırmıştım. Serkan Akın, 2016’da Yeni Söz gazetesinde yazmaya başladı. Bu süreçte Akın, Yeni Söz gezetesinde “Restorasyon proje süreci”, “Mimar ve sorumluluk”, “STK’lar nedir, ne değildir?”, “Mimar ne iş yapar?”, “Mimarlık Kanunu Çıkmalıdır”, “Cami tasarlamak ve inşa etmek”, “Cam cephe binalardan cam fanuslara”, “Köyde hayat var”, “İmar barışı böyle olmaz”, “Çamlıca Camii’ni okumak”, “Süleymaniye’yi okumak”, “Mühendisler Hangi Tarafta” gibi meslekî alanıyla ilgili makaleler kaleme aldı. Gazetenin whatsapp grubunda yazarlar arasında yazışmalar olmakta, ayrıca ikili diyaloglar da gerçekleşmekteydi. Serkan Akın ile bu süreçte gerek whatsapp grubunda, gerekse telefonla diyologlarımız oluştu. 14 Mart 2018’de gazeteden ayrıldım. Serkan Akın, bir süre daha Yeni Söz’de yazdıktan sonra aynı medya grubunun Milat gazetesinde yazılar yayımladı. Bu mecradaki 27.9.2019 tarihli Şehir ve Kentin Savaşı başlıklı yazısında Kenti Durduran Şehir; İnsanın Beşinci Zindanı; Kent-İslam ve Kapitalizm & Şehre Yürüyelim Batı Yıkılacak gibi kitaplarımdaki paradigmamın bir özeti yapılıyordu.

Bu yazıda Serkan Akın, görüşlerini Lütfi Bergen ve Abdullah Çiftçi’den alarak oluşturduğunu ifade etti.

Serkan Akın, düşüncelerinin asıl kaynağını şu cümlelerle ifade etti:

“Bu düşünce üretimleri konusunda kendilerini hocam olarak gördüğüm Lütfi Bergen’in ve Abdullah Çiftçi’nin geçmişi anlamlandırma ve geleceği anlama gayretimde ayrı bir yerleri olduğunu belirtir ve kendilerini hayırla anmayı bir borç bilirim.” (Serkan Akın, Milat Gazetesi, 27.08.2019).

Serkan Akın 2008’den itibaren yaptığım çok farklı okumalarla geliştirdiğim ve kaynaklarını vererek inşa ettiğim tezleri yazısında kullanmıştır. Yazıda kent-şehir ayrımı yapılarak “ideal şehir” örneklenmekte, “kent” olarak tanımlanan toplumsal yapı ise olumsuzluklarıyla gösterilmektedir. Serkan Akın’ın yazısında makalelerimden devşirilen mottolar şunlardı:

  1. Şehir: Cuma kılınan, Pazar kurulan yerdir.
  2. Atamız Âdem AS’ın yeryüzüne indirildikten sonra yaptığı ilk üç sünnet; nikâh (sözleşme), evin yani mabedin inşası, mesleki bilgi ile üretilen ürünlerin satışı için Pazarın kurulması ile olan yerleşme ve yaşam şekli, şehrin özünü oluşturur.
  3. Nuh tufanından sonra Hz. İbrahim, aynı sünneti aynı yerde Hacer anamızla birlikte gerçekleştirmiştir.
  4. Peygamber Efendimiz aynı sünneti Medine’de hayata geçirmiş, Mescid’i inşa etmiş ve Medine pazarını kurmuştur.
  5. Şehir; nikâhla kurulan ev ve evlilikler ile çoğalan insanların, selam ve kefalet ile kurdukları mahalleler sistemidir.
  6. Şehir; kimsenin evinin diğerinin evinin yolunu, güneşini ve manzarasını kesmediği evlerden oluşur.
  7. Şehrin merkezinde mescid (Cami) bulunur. Burada Cuma Namazı kılınır.
  8. Merkezdeki mescidin etrafında mesleki ve teknik üretim yapılan ve bu ürünlerin helal kazanç ile satıldığı çarşılar vardır.
  9. Çarşıların etrafında yan yana mahalleler vardır. Cami-Pazar-Mahalle’den oluşan yapı yürüme mesafesindedir.
  10. Şehrin büyüklüğü bellidir. Şehir nüfusu belli bir büyüklükten fazla olamaz.
  11. Şehrin çeperi koruluk ve bostanlar ile çevrilidir.
Serkan Akın, Milat Gazetesi, Şehir ve Kentin Savaşı, 27.08.2019.
link: https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/sehir-ve-kentin-savasi-215030/

Görüldüğü üzere Serkan Akın’ın makalesindeki bütün argümanlar tarafımdan kaleme alınan kitaplarımdaki ve Yeni Söz gazetesinde yayımlanan makalelerimdeki tezlerin bir kısmını içermektedir.

Serkan Akın, daha sonraki süreçte bu tezi fikrin sahibi olan Lütfi Bergen’in adını zikretmeden dile getirmekte ve bu paradigmayla konferanslar vermektedir.  Söz konusu yöntem, Serkan Akın’ın muhataplarının algılarında “paradigmanın kendisi tarafından üretildiği” zannına kapılmasına yol açmaktadır. Sanıyorum, hakkaniyete ve kul hakkına inanan Serkan Akın da böyle bir algının oluşmasından rahatsızlık duymaktadır.

Kimi zaman yeni muhatap olduğum veya beni yeni tanıyan kişiler, görüşlerimin Serkan Akın’ın görüşlerine benzediğini, ondan alıntılandığını ifade etmektedir. Yukarıda da ifade ettiğim üzere bu algı, hatalıdır.

Fikirlerin kaynağının kim olduğunu ortaya koymak, hakkaniyetli olanı ortaya çıkarmak ve tarihe bir kayıt düşmek bakımından bu açıklama metninin kaleme alınması şart olmuştur.

Fârâbî ile İbn Haldun Arasında Şehir Tasavvurumuz

Uygarlık modern insanın zamanını çalan bir teknolojik yapılanmadır. Trafik sıkışıklığı, okullarda geçen yıllar, iş düzeni hayatı bize verili ömrü kum saatindeki taneler gibi aşağıya dökmektedir. Güneşin doğuşuna nazar edememiş, kuş sesini duyamamış insan aslında fakirdir.

Parası olup da zamanı olmayan pek çok insan tanıdım. Onların halen de zamanlarını vererek para kazanmayı ideal gördüklerini biliyorum.

Oysa para kazanmanın amacı zamanı satın almaktır. Zamanını satın alamayan biri, para karşılığı zamanını satıyorsa, ömrünü kaybediyor demektir.

Paraya kul olan insanların imal ettiği kentleri “şehir” diye nitelemek bir gaflet, eğer bu gafletten değilse bir hile ve ayartma söylemi olmalıdır.

Eski şehir sistemlerinde kötülük şehrin dışında idi. Bu nedenle şehir bir ütopyanın hakikati idi. Günümüzde uygarlık meftunlarının bize sunduğu kentler ise kötülüğün teknolojisini de bize dayatmaktadır. Trafik kazaları, iş kazaları, kent içi seller, köpek saldırıları, salgınlar, kötülüğün kent merkezinden geldiğini göstermektedir.

Şehirleri değerli kılan husus o beldede yaşayan kıymetli insanlardır. Modern dünyada “marka kent” kavramıyla şehrin içinde yaşayan erdemli insanlara değil, kapitalizmin standartlarıyla belirlenmiş ulaşım, mimari, hizmet, eğlence, kültür gibi alanlardaki kaliteye bakılmaktadır. “Marka kent” kavramı piyasaya sunulmuş insanları ve toplum mekânını ifade eden anlam dünyasına sahiptir. Bir anlamıyla “metalaşmayı” işaret etmektedir. Bu yönüyle bir kentin metalaşması (markalaşması), o beldede yaşayan insanların erdemli olması değil, kendini bir alıcıya sunmasıdır. “Marka Kent” bir kentin ve o beldede yaşayan insanların market rafında müşteriye sunulması gibi metalaştırılmasıdır.

Eski şehri inşa eden düşünce, gerçekte bir ahlâk idealinin peşinden gitmiştir. Hacı Bayram’ın “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde.” mısrası, dünya ve ahiret yolculuğunun mekânı olarak bir şehrin yaratıldığını ifade eder. Modern zihin bu hususu atlamaktadır.

Hz. İsmail ve Hz. Hacer’in ıssızlığın ortasındaki Kâbe’nin yanında evsiz-barksız ikamet etmeleri Hz. Âdem’in şehri olan MEKKE’yi yeniden tarihe çıkarmıştır. Demek ki, şehirleri ortaya çıkaran erdemli şahsiyetlerdir. Bugün Müslümanlar kendisinden asırlar sonra ortaya çıkacak sonuçları gözeterek bir amel eylemekte midir?

Şehir tasavvurunda ana ilke “şehirde huzur ve güvenliğin temin edilmesi” olmalıdır. Bu ilke esas alınırsa, “şehrin sesi” ya da “şehrin tınısı”nda öfke, bağırtı, klakson, başkasına üstünlüğü dayatan naralar gibi huzursuzluk oluşturucu seslerin duyulmaması gerekir. “Eyt, var mı bana yan bakan” narası, topluma yönelmiş bir tehdit değil midir? “Şehir” denilen yer, kâmil belde ve emin belde olmalıdır.

Bugün ben yaşadığım kenti, “şehir” olarak kabul edemiyorum. Zira sokakta grup halinde dolaşan köpeklerden emin olamadığım gibi, kaldırımda yürürken bir otomobilin küstahça burnumun ucuna kadar gelip yürüyüş yoluma park etmesine de engel olamıyorum. Bu itirazı dile getirmeme rağmen kendi yazı serüvenim bakımından ŞEHİR ile KENT’i birbirinden ayırmam nedeniyle pek çok eleştiri aldım ve alıyorum. Bana kalırsa ŞEHİR’de olağanüstü saatlerin olmaması ve şehrin kâinattaki düzenlilikte olduğu gibi bir düzeni temsil etmesi gerekir. Şehir, bu perspektifle mutluluk yurdudur. Kozmos’un yerdeki izdüşümüdür.

İnsanların zamanını çalan bir uygarlığın mutluluğa meydan okuduğunu, ulaşım ve vakit kıtlığı üreterek kapitalistlere sermaye biriktirme fırsatı verdiğini düşünüyorum. Uygarlığın herkesi eşit kılma ütopyası, kimseye yaramamakta, insan ömrünü çalmakta, insanı pestile çevirmektedir. Metroda veya toplu ulaşım araçlarında insanların birbirlerinin kişisel alanlarına tecavüz edecek şekilde istiflenmesi, gerçekte kul haklarına saldırı sayılmalıdır.

İbn Haldun’un şehri “erdemlilerin şehri” olmadığı için ona uzlaşmazlık derecesinde muarız sayılırım. Benim “şehir” anlayışım, mülkü elde etmek için herkesin herkesle kavgalı olduğu bir uygarlık masalına (hadârîleşme sevdasına) boyun eğmemektedir.

Bu masala inandık veya inandırıldık. İbn Halduncu masal, arka bahçesinde kümesi olan, meyve ağaçları bulunan evleri yıkarak diktiğimiz binalarla imal ettiğimiz kentin sokaklarında köpeklerin “yayılması”nın uygarlık olduğunu ifade etmektedir. Horoz sesini verip köpek havlamasını almak aslında tüketim toplumunu ve korkuyu satın almaktır.

Pek çok kişinin reddedeceği bir düşünceyle söylemek isterim ki, horoz sesine uyanacağımız bir şehir modernizmi ve kapitalizmi alt edebilir. “Şehir hayvancılığı”nı reddeden modern kent sistemleri, “kedi-köpek çobanlığını” meşru görmekte ve halkın gıdaya doğrudan ulaşmasının yollarını tıkamaktadır.

İdeal toplumun şehrinde halkın bazı kalemlere kolaylıkla ulaşması gerekir: 1) Gıda, 2) Barınma ve mahremiyetin temin edildiği EV, 3) Ulaşım (hayvanla da yapılabilmeli), 4) Geçimi temin edecek Meslekler, 5) Su-Enerji. Bu beş konuda modernliğin “uygarlık” dayatmaları halkın kaynaklara doğrudan ulaşmasını engellemektedir.

Kur’an’da (Nahl 80’de) Fârâbî’nin tasavvurundaki gibi bir toplum yapısına işaret edilir: “Hayvanların derilerinden, yolculukta ve ikamet zamanlarınızda kolayca taşıyacağınız evler; yün, tüy ve kıllarından bir süre kullanacağınız giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir.” Bu ayetin “göçer-evli” topluma Kıyamet’e dek varlık alanı açtığını düşünüyorum.

Fârâbî’nin tasavvurunda EV, çadırdan, ahşaptan, taştan, topraktan olabilir. İbn Haldun’a göre bunlar EV olamaz. İbn Haldun binaların yükselmesini ve onların ihtişamlı olmasını hadârî umranın özelliği sayar.

Müslüman toplumlar Fârâbî ile İbn Haldun’un şehir-kent tasavvurları arasında gidip gelecek. İbn Haldun’un kentleri sermayenin, statükonun sahiplerinin dünya kurgusudur. Fârâbî’nin şehirleri ütopistlerin ve toplumcuların erdemli yabancılarının düşlerinde yaşayacak.

Türk Düşüncesinin Krizi

Bugün siyasal partilerin tümü 1920-1995 arasında ortaya çıkan fikir akımlarına ve fikir adamlarına referansla söylem üretiyor. Zikri geçen tarihsel zamanda ideolojilerin tartıştığı temel mesele “ulusallık-üniversallik” idi. Türkiye’de ideolojik akımlar “Bütün dünyanın işçileri birleşin”, “Bütün dünyanın Türkleri birleşin”, “Bütün dünyanın Müslümanları birleşin” yahut “Bütün dünyanın medeni-kalkınmış milletleri birleşin” ülkülerini retorikleştirdiler. Böylece tartışmalar “ulus-devlet” ile “üniversalizm” arasında yaşandı.

İlginç olan şu ki, üniversalizm “küreselleşme” kavramıyla kendini yeniledi ve pandemi sürecinde ülkeler arasındaki geçişleri de ülkelerin kendi içindeki ticari-sosyal hayatı da kitlemesiyle yeni bir boyut kazandı. Böylece üniversalizm, pandemi tedbirleri ile ülkelerin ekonomik-sosyal-kültürel dokusuna müdahale etmiş oldu. Sermayenin bu ölçekteki müdahalesi karşısında “yerel” kültürel/ekonomik/sosyal dinamikler dirençsiz kaldı. İdeolojiler 1920-1995 arasındaki fikir tartışmalarının sermaye tarafından içselleştirilerek ulus devletleri dolayısıyla kendilerini var eden sosyo-ekonomik-politik zemini imha edilebileceğini öngöremediler. Üniversalizm, ideolojik toparlanmanın ülküsü iken, onun sermaye tarafından “çalınarak” kapitalizmin yayılması için araçlaşacağı hesaplanamadı.

Fakat bu nokta eğer dikkatle tefekkür edilirse, ideolojilerin mesele edindiği konuların muhtevası nedeniyle kaçınılmazdı. 1960’larda kapitalist yayılma yerel kültürler tarafından görece de olsa durdurulabiliyordu. Çünkü “Para-Pazar-Meslekler-Yerleşme düzeni” halkın elindeydi. Bugün para da pazar da bankaların elindedir. Konutlar (yani yerleşme düzeni) de parayı elinde tutanların denetiminde inşa edilebiliyor. Meslekler ise üniversitelerin icazetine bağlanmıştır. Üniversiteler ise modern kapitalist sistemin epistemolojisini ve kozmogonisini (kainat-kozmos tasavvurunu) belirlemektedir.

Yine de eski düşünce ekolleri fikretmenin kanallarını kurmuş olması nedeniyle bir imkân idi. Bugün ise, ülkemizin ve milletimizin geleceğini belirlemeyi mesele edinen düşünce ekolleri oluşmuyor ve inşacı modeller teklif edilemiyor. Dolayısıyla bir düşünce krizinden bahsetmek gerekir.

Geçmiş aydınlar ister sosyalist kesimde ister muhafazakâr-milliyetçi-İslâmcı kesimde olsun özgün fikirler üreterek hareket etti. Günümüz aydınlarının “özgün düşünce” peşinde olmadığı, geçmişteki fikir müktesebatını ve fikir kavgalarını günümüze taşıdığı söylenebilir.1960-1995 arası Türk düşüncesi genel karakteri itibariyle anti-kapitalist idi. Milliyetçi aydınlar, İslâmcı aydınlar, Sosyalist aydınlar… bu karakteri korumakta idi. Günümüzde ise düşünce ikliminin böyle bir karakteri bulunmamaktadır.

Kentleşme süreci kapitalist yayılmanın mekânsal mevzii idi:

Fakat bütün anti-kapitalist dertlerine rağmen eski düşünce ekolleri kapitalizme yenildi. Bu yargıya nasıl varmaktayım? Kentleşme sorununa bakalım.

Türkiye’de “sol” kentleşme sürecini istedi. Zira geleneksel (onlara göre feodal ekonomik) ilişkilerin çözülmesi ve halkın işçileşmesi için “tarım toplumu”nun tasfiye edilmesi gerekirdi.

Aynı dert İslâmcılarda da vardı. Onlar da geleneksel inançları tasfiye etmek (hurafelere dayalı sosyal yapıyı kırmak) için kentleşmeyi savundu. Milliyetçi kesim de kentleşmeyi muasırlaşma (Gökalpçilik) aparatı olarak desteklemişti.

Temelde anti-kapitalist olan bu ekoller, kentleşme sürecinde kapitalizme boyun eğiyorlardı. Çünkü konut imalatı, parayı ve piyasayı bankalara teslim ediyordu. Türk düşüncesinde üç ana akım da (Milliyetçilik, Sosyalizm, İslâmcılık) anti-kapitalist söylemlerine rağmen kentleşme sürecini değişik nedenlerle desteklemiş oldu.

Sol, kentleşme sürecinde halkın işçileşmesini ve böylece olası bir işçi proleterya devrimi için insan kaynaklarını hazırlamayı umuyordu. İslâmcılar ise halkın dindarlık algısını dönüştürmek ve böylece “İslâm devrimi”ni hazırlamak istedi.

Bu yönelişler kentleşmeyi meşrulaştırırken kapitalizmi getirdi. Bugün kapitalizm, bütün yeryüzünde kentleşme üzerinden ekonomik ve kültürel hegemonyasını tesis etmektedir. Sermayenin emek istismarı kentleşme mekanizmasında yuvalanmıştır.

Diğer taraftan Türkiye’nin kalkınmasının sanayide güçlenme olmadığı anlaşıldı. Bugün “gelişmiş” olduğu ifade edilen ülkeler kendi topraklarında sanayileşme peşinde değildir. Gelişmiş ülkeler “devletin sanayileşmesi” meselesini “halkın sanayileştirilmesi” meselesiyle karıştırmamıştır. Bir ülke sanayileştiği için değil, askerî anlamda dünyada söz söyleme kudreti elde ettiği için ülkeler hiyerarşisinde üst sırada yer alıyor.

Oysa geçmişteki düşünce ekolleri halkın sanayileştirilmesini tartıştı. Anlaşılmaktadır ki, günümüzün kalkınmışlık sorunu enerji bölgelerinin hakimiyeti, ticaret yollarının denetimi sorunudur. Nitekim, tarih boyunca her daim savaşma kabiliyeti yüksek kavimler diğer kavimleri ekonomik olarak muhasara altına aldılar. Türkiye Akdeniz’deki haklarını “savaşma potansiyeli” ile koruyabilmektedir. Her ideoloji kuracağı statüyü “savaş teorisi” ile inşa etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, savaş ideolojisi ile varlık bulmuştur. KKTC, savaş ile varlık kazanmıştır. Bizim bütün şehirlerimiz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da ifade ettiği üzere şehitlerinin ve kendilerini Allah’a verenlerin “yaşadığı” toprakta şenlenmiştir. Şehitler ölmez. Şehirde yaşar.

Türkiye’de düşünce krizdedir. Ancak bu kriz düşüncenin kendini ispatlayamamasından, tartışmayı ve özeleştirisini yapamamasından kaynaklanmaktadır.