Skip to content

Posts from the ‘Tarih’ Category

Anadolu Mayası Paradigmasına İtirazlar 1

Sadık Yalsızuçanlar’ın “Anadolu Mayası” paradigmasında bir paradoks bulunmaktadır. Bu perspektif Yalçın Koç’un 1000 yıllık Türk Tarih Tezi’ne bağlanmakta, 8/9/10. yüzyıllarda Anadolu’yu Horasan Erenleri’nin Türkçe kelâmla mayaladığı fikrini savunmaktadır.

Mesele “Türkçe kelâm” ile bağdaştırıldığı için öncelikle şu söylenmelidir. Türkçe, Türklerin 8/9/10. asırlarda Müslüman olma süreçlerinde doğmuş ve tekâmül etmiş bir dil değildir. Türkçenin vahiy temelli bir dil olduğu doğru ise de bu dilin varlığa çıkışının tarihi Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e ve Hz. Zülkarneyn’e kadar geriye gitmelidir. Hz. Nuh’un gemisinden inen Yafes’in kendi nesebinden gelen topluluklarla konuşma dili Türkçenin ortaya çıkışını temin etmiştir. Buna göre Hz. Nuh’a indirilen vahye şahit olan Yafes, böylece Yalçın Koç’un kavramlaştırdığı anlamdaki KELÂM’ı söylemiş, ancak bu kelâmı sufî bir arınmanın (hikemî-irfanî irşadın) neticesinde elde etmemiştir. Arap tarihçisi Cahız’a göre, Hz. İbrahim, üçüncü eşi Kantura’dan doğan altı evladından dördünü Horasan’a göndererek Türklere HANİF dinini tebliğ etmiştir. Cahız’ın verdiği bu bilgi kabul edildiği takdirde Türkçenin Vahiy Dili olmasında bir diğer etkenin de Hz. İbrahim olduğu ifade edilebilecektir. Anlaşılacağı üzere Türklerin Müslüman olmasının tarihi 8/9/10. Asırlardan daha eski olup, M.Ö. 2500’lere kadar geri çekilebilecektir. (Hanif Türk tezine göre Türkler Hz. Nuh’un gemisinden indikleri tarihten beri, yani asgari 15.000-20.000 yıldır Hanif ve Müslümandır).

Yalsızuçanlar da tıpkı Yalçın Koç gibi Türklerin Müslüman olma tarihini 1.000 yıllık bir süreçle izah etmektedir. Her iki müellif de “Maya” kavramını, “içine katıldığı şeyin (Yalsızuçanlar, “mesela yoğurt mayası süte katılır”der) doğasını tamamen değiştiren ve dönüştüren bir öz” olarak ele almaktadır.

Yalsızuçanlar’ın bu “öz”ü kültür ile ilişkilendirmediği, ortadadır. Müellife göre “kültür”, “ekin” ve “Hars” ile ilişkilidir. [Sanırım Yalsızuçanlar burada Ziya Gökalp’e atıf yapmaktadır.] Müellife göre “maya” kelimesi, “medeniyet”in tecessümünü sağlayan bir “esas” olarak ele alınmalıdır. Yalsızuçanlar, “civilisation” kelimesini “uygarlık” ve “medeniyet” kelimesini ise “yerleşmek/şehirleşmek” ile karşılar ve birbirinden ayırır. Ancak bir paradoks olarak Hz. Peygamber’in “Medine”sini, Yunancadaki “Site”nin Arapça karşılığı olarak kabul ederek yeniden Batı’nın Uygarlık tasavvuruna ve kavram ağına (semantiğine) döner. Zira Batılı bir kavram olan Civilisation, aslında CİVİTAS kavramından gelmekte olup, “Kent”, “Polis”, “Kent Devleti” demektir. İslâm tarihinde ortaya çıkan Medine, bir sınıflı toplum ve patriyark yapılanma (pater familias) olmadığı halde, Yalsızuçanlar’ın Yunan Polis’ini İslâm Şehri ile ilişkilendirmesi paradokstur.

İkinci olarak Yalsızuçanlar “Medine” kavramını “şehirleşme” ve “temeddün” kavramıyla ele alarak bunu da “mistik”leştirir. Zira müellife göre “temeddün” ve “şehirleşme”, ruhun imkanlarının hayatın bütün alanlarına açılması demektir. Bu hususu da müellif, “medeniyet, şehirleşme sürecinin, geleneklerin daha komplike hale gelmesi, daha zenginleşmesi, daha KOZMOPOLİT BİR YAPI halinde kendini inşa etmesi, KÜLTÜRLERİ BÜNYESİNDE BARINDIRMASI” ile izah eder. Bu noktada Yalsızuçanlar’ın Hz. Peygamber’in “Medine Şehri” uygulamasını yeniden hatırlaması gerekmektedir. Kur’an, Mümtehine suresinin 10. ayetinde Medine’ye hicret eden kadınların imtihan edilmesini emretmiş, niyeti gerçek anlamda hicret olmayan kadınların şehre kabul edilmemesini emretmiştir. Bu ayet dolayısıyla İslâm Şehri, Kozmopolit değildir.

Yalsızuçanlar’ın “Kültür” kavramını galat bir zihniyet sorunu olarak görmesine rağmen dönüp dolaşıp “Medeniyet, kültürleri bünyesinde bulunduran Kozmopolit bir yapı”dır noktasına gelmesi de çelişkilidir. Müellif KÜLTÜR kavramını şöyle eleştirir (özetleyerek aktarılmıştır):

Kültür kelimesi bizim dilimizde çok fazla kullanılan yaygın bir galattır; özünde zihniyet sorunu vardır. Örneğin ‘İslâm kültürü’ tabiri, yanlıştır. Çünkü İslâm, kültür ve kültürel yapılar/unsurlar üretmekle beraber asıl yaptığı şey mayalamak, aşılamak, dönüştürmektir. Bu ise kalb etmektir. Yani inkılabtır. Kalb ile inkılab kelimeleri aynı kökten gelir. Değişen, halden hale giren demektir. Yani, öz, kendini farklı formlarla, biçimlerle dışlaştırır, inşa eder, açılır. İnkılab, açılmadır, yani tecellidir. Kültür, yani ekin, Yalçın Koç’un da ifade ettiği gibi dönüştürücü değildir. Kültür, toprağa ıspanak tohumu atmak gibidir. Bu, o tohumdan ıspanağın yeşermesini beklemeyi ve ardından bir bitki olarak ıspanağın devşirilmesini temin eder. Oysa maya, değer yüklüdür. Bilinçaltımızda yüzyıllardır yaşadığı için bu coğrafyada duçar olduğumuz modernleşmeyle ortaya çıkan bozulma, kokuşma ve çürüme hallerinden kurtuluşumuzu sağlayacak bir dönüştürmeyi mümkün kılabilecek perspektiftir.” (Yalsızuçanlar-Mut, 2015: 299).

Yalsızuçanlar “Maya” kavramını irfanî-hikemî olanla ilişkilendirerek felsefî olandan da ayırır. [Bu tefrik, Fârâbî’nin tasfiye edilmesi olarak kabul edilebilir mi? Kanaatimce evet!] Böylece “maya”, sufî silsile içinde muhafaza edilen bir “öz” olarak kategorize edilir. Ancak yine bir sorun vardır: Türkler (aslında Oğuzlar), Anadolu’ya sadece sufî teşkilatlanmayla gelmemiştir. Hatta sufî teşkilatlar dahi günümüzde anlaşılan tekkeler olmayıp, “Abdalan-ı Rûm” olarak adlandırılan zümrelerdir. Bunlar Vefaî-Babaî yapılanmalardır.

“Horasan’dan Anadolu’ya gelen Türklerin irfani-hikemî Kelâmla bu toprakları mayalaması” fikrinin eksik kaldığı nokta, gelen zümrelerin içinde Bacıyân, Ahîyân, Gaziyân zümreler olduğu gibi bir de Fakîyân/Fakihân topluluğunun mevcudiyetidir. Bilindiği üzere Fakîyân/Fakihân zümre, fethedilen topraklarda Kadı olarak görev yapan müderris, ilim adamı, hâkim, aksakallı şahsiyetlerden oluşmaktadır. Yani bunlar sufî değildir.

Bir diğer husus da şudur: Yahya Kemal’in tarih tezi de hatırlanırsa Anadolu’da Türkler kozmopolit bir toplumla karşılaşmamıştır. Yahya Kemal, Anadolu’da Oğuz Türkleri öncesinde pek çok Türk boyunun yaşadığını, bunların Alanlar, Peçenekler, Kıpçaklar, Uzlar gibi Türk boyları olduğunu ve Oğuzların bu coğrafyada fetihlerinin başarılı olmasının da bu eski Türk boyları olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Sadık Yalsızuçanlar gibi yine bir kozmopolitizm öneren Yahya Kemal’in perspektifine göre bir ülke askerî güçle değil milletle fethedilir.

Yahya Kemal’in çelişkileri (çünkü o da 1000 yıllık tarih yaklaşımına sahiptir) bir yana bırakılırsa, Türkler Anadolu’ya sadece sufî olarak gelmemiş, serdengeçti akıncılarla yerleşik akıncıların buluşmasından ortaya çıkan güçle Anadolu’yu yeniden Türk Vatanı kılmıştır. “Yeniden” diyorum; çünkü, Anadolu, Nuh’un gemisi bu topraklarda karaya oturduğunda Hz. Yafes’in yerleştiği ilk coğrafyadır, ilk vatandır.

Anlaşılacağı üzere Anadoluculuk fikri bakımından (1000 yıllık tarih tezi bakımından) iki yöneliş vardır: sufî temelli mayacı (terkipçi) perspektif (Yalçın Koç-Sadık Yalsızuçanlar, Nurettin Topçu) ile akıncı temelli melamî meşrep yöneliş (Yahya Kemal). Yahya Kemal, Anadolu’da Oğuz öncesi serdengeçti-melâmîmeşrep Türklüğü kabul ettiği için Yalsızuçanlar’ın “mayacı-sufî” yaklaşımına göre (kanaatimce) daha tutarlıdır.

İşin aslı “Maya” kelimesi [içine karıştığı şeyi dönüştüren ve kendi kalamayan TÜRK] anlamına da gelmektedir. Buna göre Mayacı perspektif Türklere şunu demiş olmaktadır: “Siz bu ülkede verilmesi gereken mücadeleyi veriniz ve ülkeyi yeniden mayalayınız. Bu maya, içine karıştığı şeyi dönüştürdüğü gibi kendisi de dönüşecek ve Kozmopolit bir yapının yani Medeniyet’in yeniden doğmasını temin edecek.”

Oysa Türklük ebedidir.

Kaynak:

  • Yalsızuçanlar Sadık-Mut Mukaddes, Anadolu’yu Mayalayanlar, H Yayınları, 2015.

Zülkarneyn Kıssasını Türklerin Sosyolojisi Bağlamında Okuma Denemesi

Giriş:

Bu makalede Kur’an’da beyan edilen Zülkarneyn kıssası sosyolojik nazarla ele alınacak ve eski Türk toplumunun içtimaî hayatı üzerinden anlaşılmaya çalışılacaktır. Kur’an’da zikri geçen peygamberler Hz. İbrahim’den itibaren Hz. Nuh’un oğlu Sâm’ın nesebinden gelmektedir. Bu durum gerek İsrailoğullarının gerekse Arapların dini kavmiyetlerine mahsus kılmalarına ve diğer “kavimlere peygamber gönderilmediği” şeklinde söylem geliştirmelerine yol açmaktadır. Nitekim Arap-Eş’arî aklına bağlı olarak Sâmî kavimlerin yerleşme bölgelerini yedi iklim içinde en ideal coğrafya sayan ve bu bölgeleri (Endülüs, Akdeniz çevresi, Arabistan, Mezopotamya) “medeniyetin beşiği” gören İbn Haldun, “İslâm dininin Araplara geldiği” iddiasında bulunmakta ve peygamberlerin sıcak iklimlerle (1 ve 2. iklimler) soğuk iklimlere (6 ve 7. iklimler) gönderilmediğini iddia etmektedir.

İbn Haldun, “İslâm’ın Arap dini olduğu” iddiasını şöyle ifade etmiştir:

“Din, (menşe ve zuhur itibariyle) Arap dinidir. Bu dinin ve şeriatın sahibi (Muhammed) de Arap’tır.” (İbn Haldun, 2009: 994).

İbn Haldun, peygamberlerin ılıman iklimlere gönderildiğini ifade ederek coğrafya kavmiyetçiliği yapmakta ve bunu şöyle dile getirmektedir:

Dördüncü iklim yer yuvarlağının en mâmur yeri olmuştur. Bu dördüncü iklimin iki tarafında olan üçüncü ve beşinci iklimler mutedil bölgelere en yakın, bunların iki yanındaki ikinci ve altıncı iklimler itidal dairesinden uzak, birinci ve yedinci iklimler ise, itidal dairesinden en uzak iklimlerdir. Bundan dolayı, hüner ve sanatlar, güzel yapılar ve giyimler, yiyecek maddeleri ve meyvalarla hayvanlar, yer yuvarlağının ortasındaki bu üç iklimde (3,4,5) yetişen bütün diğer şeylerden mutedillik ve üstünlük hususiyetlerini kendilerinde toplamışlar ve bu iklimde yaşayan kişiler, tenleri, renk, çehre, ahlâk ve dinleri gibi cihetlerden olan yüksek özelikleri ile başka iklimlerin ahalisinden ayrılmışlardır. Peygamberlerin ancak bu iklimlerin kişileri arasından seçilerek gönderilmesi ile de [bu iklimler] diğer iklimlerden ayrılmışlardır (…) Peygamberler ancak yaratılışları ve ahlâkları yönünden en mükemmel olan insanlar arasından seçilir. Tanrı bu iklimlerde yaşayanlar hakkında: ‘Siz insanlar için örnek olan hayırlı bir kavim oldunuz’ buyurur. Bu iklimlerin ahalisinin böyle yüksek ve üstün özelliklerle yaratılmasının sebebi Tanrı tarafından kendilerine gönderilen peygamberlerin dine çağrışım kabul edebilmeleri içindir. İklimleri mutedil olduğu için bu iklimlerin kişileri en mükemmel insanlardır.” (İbn Haldun, 1997: 193-194).

Ancak İbn Haldun’un bu görüşü, Kur’an’da bütün kavimlere peygamber gönderildiğine dair beyan nedeniyle hakikate yaslanmayan batıl bir görüştür. Dolayısıyla İbn Haldun’un iklim teorisi üzerine bina ettiği din sosyolojisi ve tarih felsefesi muteber sayılmamalıdır. Bununla beraber müfessirlerin bir kısmının “Peygamberlerin Sâm’ın neslinden, kralların ise Yafes’in neslinden geldiği” hususunda bir hadise dayandığı görülmektedir:

“Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde, “Sâm Araplar’ın, Yâfes Rum’un, Hâm da Habeşliler’in atasıdır” meâlinde bir hadis nakledilmektedir. Gemide uyuyamayan Nûh, (güvertede-LB) Sâm’ın göğsüne yaslanarak uyur. Rüzgâr onun örtüsünü uçurur ve Nûh çıplak kalır. Bunun üzerine Sâm ile Yâfes babalarını örterler, Hâm ise yüksek sesle güler ve babasını uyandırır. Nûh uyanınca şöyle der: ‘Sâm’ın neslinden peygamberler, Yâfes’in neslinden krallar ve kahramanlar, Hâm’ın neslinden de siyah köleler çıkacaktır.’ İslâmî kaynaklara göre Hz. Nûh tûfan sonrası yeryüzünü oğulları arasında paylaştırınca Türkler’in atası olan Yâfes’e Doğu ülkelerini ve Rum diyarını vermiştir” (Harman, 2013: 175).

Bu rivayet ekseninde düşünüldüğünde gerek İsrailoğullarının gerekse Arapların insanlık tarihinde etkili devlet (imparatorluk) kurmaktaki zafiyetleri anlamlı olmakta ve karşılık olarak Türklerin tarihe niçin “devlet kurucu” olarak çıktıkları da izaha kavuşmaktadır. Nitekim Kur’an’da bir ayette İsrailoğulları’nın Allah’tan bir kral göndermesini istedikleri beyan edilmektedir:

“Musa’dan sonra İsrailoğulları’nın ileri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden birine ‘Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım’ dediklerinde o, ‘Üzerinize savaş farz kılındığında savaşmayacağınızdan korkarım’ cevabını verdi.” (2 Bakara 246).

Türkler ise savaştan korkmayan bir kavim olarak Sâmî kavimlerinden ayrılmaktadır. Savaşmayı bir düğün, bir bayram gibi kabul eden bu kavme, canlarını korkusuzca vermeleri nedeniyle Allah’tan bir bağış olarak “devlet” nimeti verilmiştir.

Meseleye sosyolojik olarak bakıldığında insanlığın üç içtimaî tip üzerinden ele alınabileceği ortaya çıkmaktadır: 1) Ruhban toplumları, 2) Hakan toplumları, 3) İşçi toplumlar. Bu üç kategori, toplumların seciyesini (karakterini) belirlemekte ve içtimaî-siyasî yapının da şekillenmesini temin etmektedir. Buna göre bir toplumda ruhbanlığın yükselmesi, sermaye birikimi ile birlikte gerçekleşmekte ve toplumsal hiyerarşide asketik münzevi tiplerin (servet yığan rahipler, cimriliği paganlaştırmış kapitalistler) siyasal sistemi ele geçirmesini mümkün kılmaktadır. Avrupa’da ortaya çıkmış ruhban iktidarının (Kilise feodal kapitalizminin) bu kapsamda değerlendirilmesi mümkündür. Diğer yandan bir toplumda alp-civanmert-passioner şahısların çokluğu ise toplumsal hiyerarşinin “hakan” modeli temelinde belirlenmesini mümkün kılmaktadır. Toplumların içindeki ruhban/hakan/işçi karakterli tiplerin etkinliği veya yoğunluğu, içtimaî yapıyı da belirlemektedir. Örneğin Mehmet Âkif’in eleştirisine muhatap olan son dönem Osmanlı toplumu ruhban karakterin etkisi altına girerek Osmanlı’nın kurucu (Gaza Devleti) ideolojisini kaybetmişti:

“Sofuluk satıyorsun elinde boy boy teşbih/Çevrende dalkavuklar; tapınır gibi lâ-teşbih/Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar riya/Şekil yönünden sanki; Ömer’in devri güya/Herkes namaz oruçta; hepsi sözünü dinler/Zikir Kur’an sesinden yerler ve gökler inler/ Ha bu din iman takva; inan ki hepsi yalan/Sen onları kendine taptırırsın vesselam/Derdin davan sadece hep nefsi saltanatın/Şimdilik putu sensin tapılan menfaatin/Hey kukla kafalı adam dinle sözümü tut/Bunların dilinde Hak; ama kalbi dolu put!” (Mehmet Âkif).  

Zülkarneyn kıssası “Hakan toplumu” tasavvuruna uygun bir içtimaî sisteme işaret etmektedir. Aşağıda bu yargı temellendirilecektir.

Zülkarneyn ve Hakan Toplumlarının Sosyolojisi:

İmam Mâtürîdî, Zülkarneyn hakkında şu bilgileri verir (özetleyerek aktardım):

“Zülkarneyn hakkında ihtilaf edilmiştir. Hasan-ı Basrî ‘Zülkarneyn peygamberdi’ demiştir. Hz. Ali, ‘Zülkarneyn ne peygamberdi ne de hükümdardı’ demiştir. Bunlardan başkaları ise Zülkarneyn’in hükümdar olduğunu ifade etmiştir. En ağır basan ihtimal, Zülkarneyn’in bir hükümdar olduğudur. Kur’an’daki ‘Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar sahibi kıldık’ (18 Kehf 84) beyanına bakılınca onun hükümdar olduğu anlaşılır. Ancak hükümdarlar belli bir coğrafyada iktidarlarını tesis etmekte iken Zülkarneyn’in durumu farklılaşır. İşaret ettiğimiz (18 Kehf 84) ayeti, ‘Biz onu bütün yeryüzüne hükümdar yaptık’ anlamına gelir. Bu beyanda, dilediğini yapmak üzere yeryüzünün tamamının emrine verildiğinden ve herhangi bir köşesinin istisna edilmeyip yeryüzünün tümüne hükümdar olduğundan söz edilmektedir.” (İmam Mâtürîdî, 2020: 131-132).

Kur’an’da “yerleşik olmayan hükümdarlık” tipi olarak Zülkarneyn kıssası gösterilebilir. Zülkarneyn yeryüzünü dolaşan hükümdar tipidir. Bu hususu Kur’an şöyle beyan ediyor:

“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar sahibi kıldık, ona her şey için bir yol öğrettik. O da bir yol tutup gitti. Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar (gibi) buldu. Orada bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz, ‘Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya haklarında iyi davranma yolunu seçeceksin’ dedik.” (18 Kehf 84-86).

İmam Mâtürîdî, bu ayetleri şöyle izah ediyor:

“Allah ona iktidarı ve hükümranlığı düzgün kılacak olan sebebi vermiş ancak bunun ne olduğunu bize beyan etmemiştir. Yeryüzünde dolaşırken bir kavme rastladı. Bazıları şu açıklamayı yapmışlardır: [Bu kavmin bir kısmı kâfir, bir kısmı da mümindi. Allah Teâlâ kâfirler hakkında onları cezalandırma ve müminler hakkında da onlara iyi davranma yolunu seç’ buyurmuştur. Bazıları da şöyle demiştir: Bu kavmin tamamı kâfirdi. Bu durumda ayetin yorumu, ‘senin davetine icabet etmezlerse onları cezalandır veya davetine icabet edip Allah’a iman ederlerse haklarında iyi davranma yolunu seç’ şeklinde olur.] Bunun üzerine Zülkarneyn, Allah Teâlâ’nın kâfirler hakkındaki âdetinin katl ve helâk etme, müminler hakkında da helâk etmeyip ihsanda bulunma olduğuna dair bilgisine dayanarak böyle davranmıştır.” (İmam Mâtürîdî, 2020: 134-136).

Görüldüğü üzere Zülkarneyn davet edilmekle görevli olduğu toplumlara kendi içinden çıkarılmış bir tebliğci değildir. O, zalim kavimlerle yeryüzünü dolaşırken karşılaşmakta ve onların durumuna göre tavır almaktadır. Oysa Kur’an’da diğer peygamberler yerleşik siyasal sistemlerle birlikte zikredilmektedir. Örneğin Hz. Süleyman’ın pagan kavimden haber alması Hüdhüd kuşu vesilesiyle gerçekleşmiştir. Oysa Kur’an’da Hz. Süleyman’a rüzgârla hareket eden vasıtalar verildiği, cin ve şeytanların kendisine boyun eğdirildiği, yanındaki bazı kişilerin eşya nakletme ilmine sahip bulunduğu beyan edilmektedir. Peygamberler arasındaki bu fark, toplumların yapısının farklılığını ve karakterlerin birbirine benzemezliğini de ortaya koymaktadır.

Zülkarneyn’in yeryüzünü dolaşarak toplumları tevhid dinine çağıran bir “hakan” olduğu Kur’an’ın beyanından ortaya çıkmaktadır. Bunun iki sonucu bulunmaktadır: 1) Cihan Devleti Tasavvuru: Zülkarneyn’in İmam Mâtürîdî’nin görüşüne göre “bütün yeryüzünde yetkili kılınması”, onun “cihan hâkimiyeti” tasavvuru ile hareket eden bir devlet teorisine sahip bulunduğunu gösterir. Zülkarneyn’in “devlet” inşası (18: 84-86) ayetlerindeki kavramlardan dolayı söylenebilecektir. Bir cihan devleti, üç unsur üzerinde somutlaşmaktadır: a) Askerî ve siyasî hâkimiyet, b) Adaletin temin edilmesi, c) Nüfus. Cihan devleti karakteri taşımayan devletlerde ise bu üç unsura “toprak-ülke” de eklenebilecektir. Zülkarneyn’e “Biz, ‘Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya haklarında iyi davranma yolunu seçeceksin’ dedik.” (18: 86) buyurulduğuna göre onun karşılaştığı kavimleri hükmü altına alıp, onlara belli bir “vahyî töre (kanun)” ile hükmettiği ortadadır; 2) Tanrı’nın Yeryüzündeki Hükümdarı Misyonu: Mevdudi, Tefhimu’l Kuran adlı tefsirinde Zülkarneyn’in Kisra olduğunu iddia etmektedir. O, bu kıssayı şöyle anlamlandırır (özetleyerek aktardım):

“Zülkarneyn’in kim olduğu tartışmalı bir konudur. Müfessirlerin çoğu onun Büyük İskender olduğu görüşündedir. Biz onun büyük ihtimalle Kisra Haris (Hüsrev) olduğu görüşünü kabul ediyoruz (…) Zülkarneyn ‘iki boynuzlu’ anlamına gelmektedir. Zülkarneyn’in fetihleri doğudan batıya, daha sonra üçüncü bir yöne (kuzeye veya güneye) yayılmıştır. Bu şahıs krallığını korumak için sağlam bir duvar yapmıştır. Ayrıca bu kral Allah’a ibdet eden ve adil bir yönetici olmalıdır. Bu özellikler Kisra’ya uymaktadır. Çünkü Kitab-ı Mukaddes’e göre Daniel Peygamber, rüyasında Medya ve Fas krallıklarını Yunanlıların yükselişinden önce iki boynuzlu bir koç şeklinde görmüştür. Kisra’nın fetihleri batıda Anadolu ve Suriye’ye, doğuda Belh’e kadar uzanmıştır. Kisra’nın krallığı kuzeyde Kafkasya’ya kadar genişlemiştir. Yecüc-Mecüc ise eski zamanlardan beri yerleşik imparatorluk ve devletlere saldırı düzenleyen Tatar, Moğol, Hun, İskit kabileleridir.Kafkasya’nın kuzeyinde Asya kabilelerinin gelişini önlemek için sağlam siper ve duvarların Kisra tarafından yaptırıldığı da bilinmektedir. Kitab-ı Mukaddes’te Kisra’nın İsrailoğullarını ibadet etmeleri konusunda serbest bıraktığı, Süleyman Tapınağı’nın yeniden inşa edilmesini emrettiği, adil ve Allah’tan korkan ve ibadet eden bir kral olduğuna dair bilgi verildiği ifade edilmektedir. Bu özellikleri taşıyan bilinen başka bir hükümdar bulunmaması nedeniyle M.Ö. 549’da tahta geçen Pers Kralı Kisra’nın Zülkarneyn olduğu söylenebilecektir.”  (Mevdudi, 2005: 192).     

Mevdudi’nin Zülkarneyn’in Pers Kralı Hüsrev olduğu tezini ispatlayamadığı, sadece zan ederek böyle bir sonuca vardığı açıktır.  

Zülkarneyn’in diğer başka yorumlarda kimi âlimler onun İskender, kimisi de Oğuz Kağan olduğu yolunda görüş belirtmektedir. Ancak Kur’an’da onunla ilgili verilen bilgiler bu ihtimalleri bertaraf etmektedir. Öncelikle bu şahıs kendi kavmine gönderilmemiştir. İkinci olarak Kur’an’da adı verilmeyen bir kavmi Yecüc-Mecüc’den korumak için “iki dağ arasında” dış tehditlere kapalı bir beldeye yerleştirmiştir. Üçüncü olarak da bu şahıs ayetlerde Allah’ın tevhid dinini (Hanifliği) toplumlara tebliğ eden bir kahraman olarak zikredilmiştir. İskender’in tevhid dinini tebliğ ettiğine dair bir bilgi bulunmadığından onun Zülkarneyn sayılması zandan öteye geçmez. Oğuz Kağan’ın babasıyla tevhid dini için harb ettiği ve değişik kavimleri hâkimiyeti altına almak için doğuya ve batıya sefer eylediği bilinmekte ise de bu şahsiyetin Zülkarneyn olma ihtimali yine zayıftır. Zira Oğuz Kağan kendi kavmi içinde “hakanlık” faaliyeti yürütmüştür. Oysa Zülkarneyn’in hakanlık faaliyeti yabancı kavimlere yönelmiş görünmektedir. Ayrıca ayetlerin ruhundan onun bir kavmi dağlar arasına yerleştirdikten sonra o kavimle yaşamadığı çıkarılabilecektir. Büyük ihtimalle o, iki dağ arasına set çektikten sonra yoluna devam ederek tebliğ faaliyetine devam etmiş, dağlar arasında kalan kavim ise orada uzun yıllar kalarak nüfus bakımından güçlendikten sonra Ergenekon’dan çıkmıştır.

Zülkarneyn’in bir kavimle birlikte kalmadığı hususu, onun Kur’an’da “yol tutup gitti”ği hakkında farklı ayetler nedeniyle söylenebilecektir: “O da bir yol tutup gitti.” (18: 85), “Nihayet güneşin battığı yere varınca” (18: 86); “Sonra yine bir yol tutup gitti” (18: 89); “Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca” (18: 90); “Sonra yine bir yol tuttu” (18: 92); “Nihayet iki dağ arasına ulaştığında” (18: 93).

Zülkarneyn, iki dağ arasındaki kavme gittiğinde dillerini kimsenin anlamadığı bir kavimle karşılaştı. Bazı müfessirler “iki dağın ötesinde hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.” (18: 93) ayetini “Onlar hidayeti sapkınlıktan, hayrı şerden ayıramayan vahşi bir kavimdi” şeklinde yorumlamıştır. Fakat bu yorum ayetin arkasından gelen ayetle çelişmektedir:

“Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Yecüc ve Mecüc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir bedel ödesek kabul eder misin?” (18 Kehf 94).

Görüldüğü üzere bu kavim hem Yecüc-Mecüc gibi iki zorba kavimden kurtulmak için Zülkarneyn’den yardım istemekte hem de bu iş için bir bedel ödemeye hazır olduklarını belirtmektedir. Böyle olunca zikri geçen kavmin elinde bedel ödemeyi mümkün kılan bir değer (para, altın, gümüş, ticarî meta) bulunmalıdır.  Bu gerekçeyle “iki dağın ötesinde hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.” (18: 93) ayetinin manası, İmam Mâtürîdî’nin yorumladığı gibi olmalıdır:

“(…) ‘İki dağın ötesinde nerede ise hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.’ ayeti hakkında bazıları şöyle demiştir: ‘Onlar kendi dillerinden ve sözlerinden başka hiçbir dili ve sözü anlamıyorlardı. Zülkarneyn ise bütün dilleri biliyordu.’ Bu kavim Zülkarneyn’in ne dediğini, Zülkarneyn de onların söylediklerini anladı.” (İmam Mâtürîdî, 2020: 139).

İsmail Hami Danişmend, Zülkarneyn kıssasının Türklerle ilgili olduğunu ifade ederek şu izahı yapmaktadır:

“(Ayette) ‘Onlar dediler ki’ şeklinde bahsedilenler, iki dağ arasındaki geçidin önünde ‘Yecüc ve Mecüc’ taifelerinden şikâyet edip akınlarına mâni olacak bir sed yapılmasını isteyen insanlardır. Kur’an’da bunların kendi dillerinden başka hiçbir dil bilmediklerine işaret edilir. (İmam Khazin), eshaptan (İbni Abbas)’a isnad olunan bir rivayete istinaden bu kavmin Türk olduğundan, kendi dilinden başka ‘hiçbir dil bilmediğinden ve onların dilini de hiç kimsenin anlamadığından’ bahsediyor ve İslâm tefsirine ‘Türk’ bahsi ilk defa olarak işte bu münasebetle girmiş oluyor (…) Tefsirin ‘Türk’ saydığı millet Yecüc ve Mecüc taifesi değil, bilakis o taifenin mazarratından şikayetçi olan ve dağlar arasındaki geçidin önünde, yani dışında bulunan millettir. Bu izaha nazaran, Türk ırkıyla Yecüc ve Mecüc taifesi arasında hiçbir münasebet yok demektir.” (Danişmend, 1959: 114-115).

İsmail Hami Danişmend, Osmanlı müfessirlerinden Vânî Efendi’nin bu konudaki görüşünü de nakleder:

“Vânî Mehmed Efendi’nin Yecüc ve Mecüc bahsinde (…) Arais ül-Kur’an tefsirinin ikinci cildinin 250’nci yaprağında (Oğuz-Han) dan bahsederken şöyle bir fıkrasına tesadüf edilir: Türkler, Kur’anda bahsi geçen (Zülkarneyn)’den maksat onun Oğuz-Han olduğunu söylerler ki, bu hususta tereddüdü mucib olacak hiçbir nokta yoktur.’ Arap müfessirlerinin Yecüc ve Mecüc’u Türkleştirmelerine mukabil, (Vânî Efendi) işte bu ifadesiyle aksini iltizam ederek Yecüc ve Mecüc’a karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn’i Türkleştiriyor.” (Danişmend, 1959: 133).

Dikkat edilirse bu makalede ileri sürülen tez, Zülkarneyn’in etnik kökeninin belirsizliğidir. Onun İskender, Kisra Haris (Hüsrev), Afrasiyab, Oğuz Kağan, Mete gibi tarihi şahsiyetler olduğu yorumu da hata verecektir.

Sonuç-Zülkarneyn Kıssasının Türk Sosyolojisi Bağlamında Yorumu:

Sosyolojik nazarla Zülkarneyn kıssası şöyle yorumlanabilir: Türkler yerleşik iken Yecüc-Mecüc baskısına uğradılar ve onlara bir “göçebe rehber” gönderildi: Zülkarneyn. Allah’tan indirilmiş bilgiyle hareket eden bu rehber Türklerin diğer kavimlerden ayrı bir kültür sahibi olmayı talep etmesi üzerine onlara dağlar arasında ulaşılmaz bir belde hazırladı. Ancak bu işi sağlamak için insan gücü gerekli olduğundan Türklere “Siz bana kuvvetinizle destek olun da sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.” (18: 95) dedi. Türk kavmi yerleşik bir kavim iken “demirci” bir kavim olmayı bu safhada öğrendi. Ayet, bu kavmin demir işlemeyi nasıl öğrendiğini şöyle beyan eder: “Dedi ki: ‘Bana, demir kütleleri getirin. Nihayet (vadiyi demirle doldurup) iki dağın arasını aynı seviyeye getirince, ‘Ateşi körükleyin!’ dedi. Artık onu kor haline getirdiği vakit, ‘Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim’ dedi.” (18: 96). Anlaşılacağı üzere tarımcı bir toplum olan Türkler, kendilerine “emin belde” inşa etmek amacıyla Zülkarneyn’den yardım isteyince bütün iktisadî faaliyetlerini değiştirdi ve iki dağın arasını demirle kapatacak hammaddeyi tedarik etti. Hammadde tedarik edilince Zülkarneyn onlara demir ile bakırı karıştırarak daha sert bir metal elde etmenin bütün sırlarını öğretmiş oldu. Türklerin kendilerini dağlar arasında kapatması, İsrailoğulları’nın çölde 40 yıl kalmaları gibi bir olaydı. Ancak bir fark vardır: İsrailoğulları çöle peygamberlerine isyan etmeleri neticesi savrulmuştu. Oysa Türkler Yecüc-Mecüc ile savaşmayı öğrenmeyi mümkün kılacak bir zamanı kazanmak için bu kapanmayı (gönüllü sürgünü) kendileri talep etmişti. Zülkarneyn’in rehberliği ile Türkler “tarımcı” yaşam biçiminden koparak dağların ardına çekildi ve doğal olarak geçim modelleri değişti. Dağ yaşamı onları hayvan yetiştiriciliğine sevk etti. Büyük ihtimal ki, bir tevhid önderi olarak Zülkarneyn, Türklerde “kutsal dağ” düşüncesini yerleştirdi. “Dağda kurban” ritüelinin kökeni de Zülkarneyn olmalıdır. Türkler dağların kapattığı bölgede at, geyik gibi hayvanları da evcilleştirdi. Bu hadise bir tür hicret eylemi idi. Türkler kendilerine gönderilmiş Zülkarneyn’in tevhid hizmetinde yaşam biçimini örnek alarak demirci-çoban olarak insanlık tarihine hazırlandı. Diğer ifadeyle Türklere “göçer-evli” hayat biçimini temin eden bilgi Zülkarneyn tarafından öğretildi. Bu hayat biçimi insanlık tarihinde görülmeyen bir “uygarlık” modeli geliştirdi: Bozkır uygarlığı. İnsanlık tarihinde sadece Zülkarneyn’in “göçer evli-demirci peygamber” olarak Kur’an’da anıldığı söylenebilecektir. Diğer peygamberler arasında “demirci” olanlar, yerleşik uygarlıkları inşa etti. Örneğin Davud (as), bu perspektifle ele alınabilecektir. Dolayısıyla Türklerin Zülkarneyn’den aldıkları bilgiyle yerleşik hayat yerine “çoban-demirci, göçer-evli” hayatı seçmesinde bir tür ilahî sevk vardır. Türklerin Yecüc-Mecüc’e karşı içlerinde yaşadıkları korku, dağ yaşamının koşullarında bertaraf edildi. Ayrıca artık ellerinde kimsenin bilmediği bir zanaat vardı: Demircilik. Demir bir savaş teknolojisi vasıtası idi. Bu kıssa, Türklerin niçin tarih boyunca “Allah için sürekli harb” kültürüyle yaşadıklarını ve törelerinin niçin çağlar boyunca devlet kuran aileler teşkilatlanması olduğuna da izah getirmektedir. Türkler bu geçen süreçte boylar halinde örgütlendi, ahlâk değerlerini toplumsallaştırdı ve Fârâbî’nin “toplumun kuruluşunun fazilet temelinde olması” ilkesine mutabık bir sosyal siyaset geliştirdi. Böylece İbn Haldun’un “toplumlar asabiyetle kurulur, asabiyetler mülk için birbiriyle çatışır, devlet kurulunca hükümdar kendisini saltanata taşıyan kan asabiyetini tasfiye ederek bağlılık asabiyetine (yabancı kavimlerden maaşlı yönetici ve asker kadrosuna) ağırlık verir” şeklinde ifade ettiği tarih felsefesi, Zülkarneyn’in yapılandırdığı Türk toplumu bakımından yanlış bir sosyolojik izah oldu. Türklerin dağlar arasındaki yaşamı 400 yıl sürdü. İki dağ arasında nüfus bakımından güçlenen ve demircilikte maharet kazanan Türkler, kendi aralarında norm düzenini de tesis ederek seciyelerini diğer kavimlerden üstün kıldı. İşte o zaman vakit geldi. Tanrı tarafından tam bu safhada o topluma Gökbörü gönderildi. Büyük bir ateş yakan Türkler, demir dağı eritti, Ergenekon’dan dışarı çıkarak “Allah’ın ordusu” oldu.

  • Danişmend İsmail Hami, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur? Okat Yayınları, 1959.
  • Harman Ömer Faruk, Yâfes, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt: 43, 2013.
  • İbn Haldun, Mukaddime, Mütercim: Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınevi, c: I, 1997.
  • İbn Haldun, Mukaddime, c: II, Tercüme: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 2009.
  • İmam Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an Tercümesi, Ensar Neşriyat, c: 9, 2020.
  • Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, İnsan Yayınları, c: 3, 2005.

Nübüvvet Tarihi Ekseninde Türk Tarih Tezi

Hanif Türk-Gök Millet kitabımı yayımladıktan sonra o kitabın tezlerini izah etmek maksadıyla kaleme aldığım yazıları ve sunumları ihtiva eden bu metin, Hanif Türk 2 başlığı ile de yayımlanabilirdi. Fakat kitabın Nübüvvet Tarihi Ekseninde Türk Tarih Tezi başlığı ile yayımlanmasının maksadımı anlatmak bakımından pek çok imkân sağladığını düşünüyorum. Amacım Türk tarihini nübüvvet tarihi ekseninde okumayı mümkün kılan paradigmayı yahut metodolojiyi belirlemek ya da inşa etmektir.

Arapların-Yahudilerin kendi atalarını Sam’a bağlayarak insanlık tarihini Samicilik ile izah ettikleri görülmektedir. Böyle bir anlayış, Arap-Yahudi-Ermeni-Rum kavmiyetçiliğini beslemekte, bu yaklaşımla Türkler nübüvvet bilmeyen, pagan, atasız bir kavme dönüşmekte, bütün insanlık için anti-Türk ya da Türksüz bir tarih inşa edilmektedir.

Tarihte Haniflerin sadece Arap Yarımadası’nda bulunduğu fikriyle hareket eden Samici yaklaşımlara karşı Hanif Türk paradigması, Hanifliğin Türk kavimleri arasında 15.000 yıllık bir süreçte benimsenmiş bir din olduğu tezini savunmaktadır. Türkler tarih boyunca insanlığın gördüğü peygamberleri izlemişler ve inançlarını onların tebliğlerine göre yeniden gözden geçirmişlerdir.

Hanif Türk paradigması herkesin Türk addedilmesi gibi bir ülkünün peşinde değildir. “Töreli toplum” seciyesini esas almaktadır. Türk olmanın şirk koşmadan Allah’a iman etmekle ilişkisi Orhun Yazıtları’nda da görüldüğü üzere “tek Tanrı=Hanif” inancının insanlığa ilan edilmesine dair ikrarda görülmektedir. Tarihten Türk milleti çıkarılamaz. Türk, geri dönecektir.

Nübüvvet Tarihi Ekseninde Türk Tarih Tezi

Yusuf Akçura Türkiye’nin üç ideolojinin (Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük) ekseninde yeniden yapılanabileceğini ifade etmiş ve bu ideolojilerden Türkçülüğün en elverişli fikir olduğu kanaatine vardığını belirtmişti.  Yüz yıl sonra aynı üç ideolojinin (Osmanlıcılığın yerini başka bir ideoloji olan Batıcılık, evrensel hukuk idealine bağlılık almış olabilir) kendi arasında mücadelesi Türkiye’nin geleceğini belirlemeye çalışıyor. Bu üç ideolojinin birbirinden kopuk gelecek vizyonu, günümüzde beliren yeni jeo-stratejik ve jeo-ekonomik dinamikler nedeniyle bir buluşmanın eşiğindedir. Türkiye bir yandan Türk Devletleri Teşkilatı’nın kuruluşu nedeniyle Turan coğrafyasında “ortak tarih” anlatısıyla ve “Türk milleti” vurgusuyla hareket etmeye mecbur görünüyor. Diğer yandan Türkiye’nin İslâm dünyasına Osmanlı’nın mirasçısı sıfatıyla öncülük yapma potansiyeli bulunuyor. Son olarak Türkiye’nin Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerle Balkan hattında yeni bir bölge gücü olması mümkün görünüyor. Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması, Osmanlı’nın Katolisizme karşı himaye ettiği Ortodokslara yönelik bir mesaj olabilir ve Türkiye günümüz Ortadoksluğunu yeniden arkasına almak suretiyle Filistin, Kıbrıs, Kırım, Kafkasya gibi bölgelerde varlığını ortaya koyarak yıllardır Batı ülkelerinin paylaşım hesapları nedeniyle kangren olan sorunlara barış getirebilir.

Ancak bunu başarmak için öncelikle Türkiye’nin ideolojilere bölünmüş kültürel havzasını meseleleri münazara edebilen ve doğruyu esas alan aydınlara bırakması gerekiyor. Fikr-i sabitle hareket eden, slogancılıktan kendini alamayan yazarların özeleştiri yaparak düşüncenin hakkını vermesi böyle bir süreci başlatabilir.

Türk düşüncesi tarihi “parçacı” yaklaşımla ele alarak “millet” mefhumunu ideolojileri haklı çıkarmak üzere hareket eden aydınların metinlerinden oluşuyor. Bu anlamda “bin yıllık tarih” fikri gerçek tarih olmayıp, ideolojik tarihtir. Benzer şekilde Türk millet tarihini 1040’dan veya M.Ö. 220’den başlatıp Oğuz boyuna özgüleyerek yürüten anlatılar da ideolojik ve gerçekliği tartışılabilir zaman algılamalarıdır. Zira bu anlatılar Kıpçakların, Peçeneklerin ve daha eski dönemdeki (M.Ö. 4.000’lerden sonra) Türk kavimlerinin tarihini kapsamadığından “gerçek tarih” sayılamazlar.

Bir diğer husus da Türk tarihçiliğinde Türklerin Müslüman olmasını öne çıkaran ekollerin Hz. Peygamber öncesi İslâm’ına referans vermemesi hususudur. Bu şekilde kadim tarihlerinde peygamberlerden kopan bir Türklük’e vurgu yapılmakta ve bunlardan yalnız Oğuzların bazı boylarının Müslümanlaşarak devlet kurmaları “meşru” sayılmaktadır. Hz. Peygamber’in Medine’de Yahudi ve Müşrikleri “tek ümmet” kabul ettiği hatırlanırsa, İslâmcı Türklüğün Hristiyan (Gagavuz) veya Musevi (Hazar) Türkleri “Türklük dışı” saymasında tutarsızlık olduğu görülecektir.

Buzul Çağı:

M.Ö. 70.000-20.000 yılları arasında bir Buzul Çağı olgusu yaşandı. İnsanlık bu buzul çağının etkisiyle Mezopotamya, Anadolu, Ön Asya, Balkanlar, Kuzey Afrika bölgesinde yaşamakta idi. Buzul Çağı’nın sona ermesi Hz. Nuh’un zamanında gerçekleşen “Tufan” hadisesine neden olmuştur. Seküler tarihçiler dahi 15.000-20.000 yıl önce yeryüzünün büyük kısmını sular altına alan bir “Buzul Erimesi” oluştuğunu ve günümüzdeki kıta oluşumlarının o dönemde gerçekleştiğini kabul etmektedir. Buzların erimesi ve kabaran suların 10.000 yıl önce çekilmesi ile bir nüfus hareketliliği gerçekleşmiş olmalıdır.  Yuval Noah Harari, “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” kitabında buzul çağının sona ermesi sonucu yeryüzünde pek çok canlının (hayvanın) yok olduğunu yazmaktadır:

“Yaklaşık 18 bin yıl önce son buzul çağı yerini küresel ısınma dönemine bıraktı ve sıcaklık artarken yağmur azaldı. Yeni iklim, Ortadoğu buğdayı ve diğer tahıllar için idealdi (…) Buğdayın çok bol bulunduğu yerlerde av hayvanlarıyla diğer besin kaynakları da bol olduğundan, insanlar kademeli olarak göçebe yaşam biçimini bırakıp mevsimsel hatta bazen kalıcı kamplara yerleştiler.” (Harari, 2015: 96).

Nuh Tufanı Kutsal Kitaplardan Önceki Yazılı Belgelerde Anlatılmaktadır:

Nuh Tufanı hadisesi Tevrat-İncil-Kur’an’da anlatılmasına rağmen Gılgamış Destanı’nda, Aztek mitolojisinde, Fin-İsveç mitolojilerinde, Hind Mitolojilerinde yer almaktadır. Gılgamış Destanı’ndaki Nuh Tufanı, Tevrat kaynaklı olmayıp, 4.000 yıllık Babil tabletlerinde yer almaktadır. Tufan anlatısının Sümer-Hind-İskandinav-Aztek mitolojilerinde yer alması Tanrı’dan indirilmiş kitaplara dayanıyor olmaması önemlidir. Nuh Tufanı anlatısını aktaran ilk yazılı metinlerin seküler olması, bu anlatıların nübüvvet tarihi ile uyumluluğu, Türklerin şecerelerini destanlarında Hz. Nuh’a bağlaması gibi olgular nedeniyle Türklere geçmiş zamanda pek çok peygamberin gönderildiği fikrini güçlü kılmaktadır.

Türklere Gönderilmiş Peygamberler Hakkında:

Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin kaleme aldığı “Amasya Tarihi” adlı kitapta Türklere gönderilen peygamberlerin isimleri zikredilmiştir. Amasya Tarihi’nde peygamber olarak adı geçen Harkîl Nebî, Oğuz Kağan Destanı’nda adı geçen Irqıl Ata’dır. Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi Türklerin tarihte tek Tanrı inancını bu peygamberler vasıtasıyla kabul ettiklerini ancak İran ve Roma devletlerinin Turan ülkelerini istila ederek onları İslâm’dan (Hanif dinden) ayrılıp Zerdüştlüğe ve Hristiyanlığa zorladıklarını belirtir.

Eski Türklerin Farklı Dinlerde Olmasına Dair:

Türklerin tarihini 15.000 yıllık bir zaman boyutunda Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in oğlu Türk’ten getirmek bu kavmin Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ile geçmiş tarihlerde muhatap olması anlamına gelir. Nitekim Türk kavimleri Hz. Peygamber (asv) öncesi dönemde bu peygamberlerin tebliğleri neticesi şekillenen dinleri kabul etmiştir. Fakat bu noktada Hz. Peygamber (asv) öncesi nübüvvetlerle ortaya çıkan dinin hangi adla adlandırılacağı hususu ortaya çıkar. Kural olarak Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in dini “Hanif” adıyla anılmaktadır. Hanif kelimesi Kur’an’da İslâm olarak tanımlanmıştır. Kur’an’ın beyanına göre, Hz. Musa’nın tebliğini kabul eden büyücülerin de Hz. İsa’nın havarileri de kendilerine “Müslüman” adını vermiştir. Bu durumda “İslâm”, bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı olup, bu peygamberler din dışında bir de “şeriat” getirmiştir. Bu şeriatlar nedeniyle Hz. Musa’ya (as) tabi olanlara “Musevî”, Hz. İsa’ya (as) tabi olanlara ise “İsevî” demek mümkündür. Diğer ifadeyle Hz. Peygamberden önce Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya veya Hz. İbrahim’e inanan Türk toplumları “Hanif” sayılmalı ve İslâm dairesi içinde kabul edilmelidir. Bu kavimlerden Allah’a şirk koşan veya puta tapan kavimler için aynı hükmü vermeyeceğimiz ortadadır.

Aydınlar arasında “Türk kimdir?” sorusu sorulmakta ve bu soruya çok eski tarihten itibaren şöyle cevap verilmektedir: “Türk, Türkçe konuşan, Türk ırkına mensup, Müslüman-Sünni insandır.” Nitekim Ziya Gökalp ile Ömer Seyfettin Türk’ü “dili dilime, dini dinime benzer olan” şeklinde tanımlamıştır. Nurettin Topçu, Türk’ü “Asya’dan Anadolu’ya gelen ve burada Hitit köylüsü ile yeniden harmanlanan Türkçe konuşan, Müslüman-Sünni” olarak tanımlar. İsmet Özel’e göre Türk, “Kafirle cihad etmeyi göze alan, Müslüman-Sünni”dir. Şaban Teoman Duralı’ya göre Türk, “kandaşlığı esas alan kavimlilikten ziyade, halk/millet (demos) anlamına gelen ordu-millet olup, Türkçe konuşan Müslüman-Sünni”dir. Teoman Duralı’ya göre Türk, İslâm’dan önce Göktürk ve Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri camiasına mensupken Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri camiasının üyesi olmuştur. Yahya Kemal’e göre Türk, “Allah’ın ordusu olan Müslüman ve Sünnî kavimdir. Bu kavmin hususiyeti Allah’ın ona İstanbul’u fethetme ve böylece medeniyet kurma şerefi vermesi”dir. Mustafa Çalık’a göre Atsız’ın “etnik Türklük” telâkisine dayanan milliyetçilik anlayışı, Türklerden çok Türkiye ve Türklüğün felâketi için uğraşanların işine yarayacaktır. Irk temelinde Türk tanımını kabul etmeyen Çalık’a göre “Türk”, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Müslüman-Sünni’dir. Nihal Atsız’a göre ise “Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin şaman, birkaç yüz bin Hıristiyan ve birkaç yüz bin Musevî Türk (Karayımlar) vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur” (Atsız, 2015: 85) der.

Görüldüğü üzere “Türk” tanımı Nihal Atsız dışında İslâm ile tanımlanmış, ancak soyculuk reddedilmiştir. “Hanif Türk” teorisi ise hem Yafes oğulları vurgusu ile “soycu” bir düşünce getirmekte hem de Hz. Peygamber öncesi Türklerin Musevî, İsevî olmasının İslâm olmaya engel olmadığını ifade etmektedir. Buna göre eski dönemde Musevî, Hristiyan veya Tengrici olan Türkleri Türklük dışı sayan yaklaşımların meseleyi yeniden değerlendirmesi gerekmektedir. Eğer “Din” Türk kimliğini inşa eden temel saik ise Türkler tarihte pek çok dine geçmişlerdir. Hz. Peygamber’e iman etmeyen Türkleri “Türklük dışı” saydığımız takdirde Türk dünyası ile tarihi bağlar koparılacaktır.

Eski Türklerde Tek Tanrıcı Musevilik ve Tek Tanrıcı İsevilik:

Hikmet Tanyu veya Ünver Günay-Harun Güngör gibi akademisyenlerin incelemelerine göre eski Türklerde Hristiyanlık veya Yahudilik gibi dinleri kabul etmiş boyların esas dini Haniflik idi. Örneğin Hikmet Tanyu Gagavuzlar hakkında şu tespitleri yapmıştır: Gagavuzların bazı âdetleri İslâm’a uygundur. Gagavuzlar, Hristiyanlıkta kurban kesmek olmadığı halde kurban keser, etlerini fakirlere dağıtırlar. Oynadıkları milli oyunda domuzdan nefretlerini belirtir.” (Tanyu, 1978: 98).

İbrahim Kafesoğlu Hazar hâkanının 862 yılında Bizans’tan gelen St. Kyrill ile görüşürken, Hıristiyanlarca tanrının “üçlü kişiliği”ne (Trinity) inanıldığı hâlde, kendilerinin tek Tanrı’ya iman ettiklerini bildirdiğini aktarır. (Kafesoğlu, 1980: 59).

Bu yazarların iddiasına göre Türklerin tarihte bazı dinleri seçmesi Gök Tanrı-Tevhid inancını terk etmeleri şeklinde olmamış, stratejik sebeplerle, kavimlerini Roma veya Çin veya Pers baskısından korumak amacı taşımaktadır.

Türk Tarihini Oğuzcu Perspektifle Okumak:

Türk tarihinin Oğuzcu perspektifle okunması da hatalıdır. Türk tarihini Oğuzcu perspektifle okuma yaklaşımı İsmail Hami Danişmend, Osman Turan, Nihal Atsız, Erol Güngör, Nurettin Topçu gibi müelliflerde görülmektedir. Danişmend, “hakiki Türklerin Oğuzlar olması” konusunu “Batı ilminin tespiti” olarak alkışlar. Ayrıca Oğuz Kağan’ın da Mete Han olduğunu ifade eder. Böylece Türk tarihini 2.200-2.500 yıllık bir zamana indirger:

“Hakiki Türkler Oğuz Türkleridir. Bu nokta bugünkü Batı ilminin Türkoloji sahasında tespit ettiği bir hakikattir. Bundan dokuz yüz yıl önce miladın on birinci yüzyılında Anadolu’yu fethedip bugünkü Türkiye Devleti’ni kuranlar da işte bu Oğuz Türkleri’dir.  İsmi bir şeref unvanı olarak ırkımıza âlem olan muazzam Hakan Oğuzhan’dan Çin kaynaklarında Mo-Tun, Mao-Tun ve Mete gibi isimlerle bahsedilir. Milattan önce üçüncü yüzyılın sonlarında yaşamış olan bu muhteşem cihangirin ülkesi Kore ile Japon denizinden Volga nehrine kadar uzanıyor ve yirmi altı krallık arazisinden mürekkep bulunuyordu.” (Danişmend, 1979a: 146).

Türk tarihinin Oğuzcu paradigmayla okunamayacağı hususu, Macar Türklüğü (Orta Avrupa), Yakut-Saha Türklüğü (Sibirya), İskandinav Türklüğü (Kuzey Batı Avrupa), Keltler (Britanya ve İrlanda), Mısır Türklüğü (Kıpçaklar), Uzak Doğu Türklüğü (Japon Nippon’lar) vesilesiyle söylenebilecektir.

Gerçekte “Oğuz” kelimesi bir “boy” adı olmayıp boylar konfederasyonunun adıdır. Saadettin Gömeç, “Oguz Kagan’ın Kimliği, Tarihte Oguzlar ve Oguz Kagan Destanları” başlıklı makalesinde şöyle der:

“Köl Tigin ve Bilge Kagan yazıtlarında Türk bodundan sayılan Oguzların, etnik yapısı ile kelimenin etimolojisi meselesine dair bugüne kadar pekçok çalışma yapılmıştır. Genellikle kabul edilen görüş; Oguz’un ‘okların birliği’ manasına geldiği yolundadır (…) Bazı alimlerin, yine Bilge ve Köl Tigin yazıtlarından yola çıkarak, Kök Türk kaganlarının da Oguzlardan geldiği yolunda görüşleri varsa da bize göre şimdilik bunu tereddütle karşılamak gerekir. Yani Börülüler (A-shih-na/Aşina/Çona/Çina) soyunun Oguz olduğuna dair henüz elimizde yeterince belge yoktur. Kitabelerde geçen ‘Tokuz Oguz bodun kentü bodunım erti’ cümlesi, Kök Türk kaganlarının da Oguz halkından olduğunu göstermeye yetmemekle beraber, bu cümleden ‘Oguzlar da bana tabi idi’ gibi bir mana çıkarmak da mümkündür. Meseleye tersinden baktığımızda bütün Oguzlar Türk’tür ve bu büyük camianın içindeki kabile birliklerine Oguz siyasi adları verilebilmektedir. Ayrıca, Oguzların 630’dan sonra, bu adla tarih sahnesinde kendini göstermiş Tölös boylarından olduğu söylenmiştir18. Gerçekten Oguzlar da Kök Türkçe yazılı kaynaklarda rastladığımız Altı Bag Bodun gibi, Türk devletinin kargaşaya sürüklendiği bir sırada (belki Hunlar ya da Kök Türkler zamanında), başlarını kurtarmak için bir araya gelmiş kabileler birliği olabilir! Kök Türk ve Uygur dönemi yazıtlarında dikkatimizi bir husus çekmektedir. Bu durum, kitabelere baktığımızda; Oguz adının tek başına kullanıldığı gibi, çeşitli rakamlarla ifade edilen birlikler altında da yaşadığı şeklindedir. Dolayısıyla Kök Türkçe yazılı kitabelerde onlar Tokuz Oguz, Üç Oguz, Altı Oguz ve Sekiz Oguz isimleriyle de anılır ki, burada Oguz kelimesinin kavmi değil, birliği de ifade edebileceğini gözden ırak tutmamak gerekir.” (Gömeç, 2014: 116-117).

Oğuzlar bir boy birliği ise, Oğuz boyları içinde sayılan Peçeneklerin de gerçekte evvelden Oğuz içinde olmayıp bu boy birliğine sonradan dahil olan başka bir “birlik” olduğu hususu ortaya çıkar. Nitekim bu hususu Peçenek boyu üzerinden ele almak mümkündür. Faruk Sümer’in verdiği bilgilerden tarihte iki Peçenek boyu olduğu ortaya çıkmaktadır. Faruk Sümer’e göre başlangıçta Peçenekler Mâverâünnehir’de, Aşağı Seyhun boylarında yaşıyorlardı. Oğuzlar bu bölgeye Halife Mehdî-Billâh zamanında (775-785) geldiler ve onları buradan çıkarıp Yayık (Ural) ırmağının ötesine kadar sürdüler. Oğuzlar, daha sonra Yayık ve İdil (Volga) arasında yurt tutmuş olan Peçenekler’i burada da rahat bırakmamışlar, Hazarlar’la anlaşıp onları buradan da çıkarmışlardır (898-902). Peçenekler bunun üzerine İdil’i geçip Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara gidip yerleşmişlerdir. Bizans İmparatoru VII. Konstantinos Porphyrogenitus’un verdiği bilgilere göre bir grup Peçenek kendi istekleriyle yurtlarında kalıp Oğuzlar’la birleşmiştir. Oğuz-Peçenek boyu bu birleşme sonucunda meydana gelmiştir. (Sümer, 2007: 326-327).

Faruk Sümer başka bir makalesinde Peçenekler hakkında şu bilgiyi verir:

“X. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinde ve Tuna boylarında yerleşmiş olan Peçenekler’in dışında aynı adı taşıyan bir başka topluluk Oğuz boyları içinde yer almaktadır. Kâşgarlı Mahmud da (XI. yüzyıl) biri yurtları Bizans (Rum) yakınında olan bir Türk kavmi, diğeri Oğuzlar’dan bir boy olmak üzere aynı adı taşıyan iki teşekkülden söz etmektedir. X. yüzyılda mensup olduğu Oğuz eliyle birlikte Anadolu’ya gelip bu ülkedeki Türk yerleşmesine katılan Peçenek-Oğuz boyu Kâşgarlı’nın listesinde 18. sırada zikredilir (…) Oğuz Peçenek boyu ile Türk Peçenek elinin adlarının aynı olması, Oğuz Peçenek boyunun aslında Türk Peçenek elinin bir parçası olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Kesin olarak bilindiğine göre Oğuzlar, Peçenekler’i aşağı Seyhun boylarından çıkararak Yayık (Ural), İdil (Volga) ırmakları arasına ve hatta daha batısındaki yerlere gitmeye mecbur bırakmışlardır. Bununla beraber Peçenekler’den bir topluluk Oğuzlar’a tâbi olup eski yurtlarında kalmış, muhtemelen Oğuz Peçenek boyunu da bunlar veya bunlardan bir kısmı oluşturmuştur. Hazar ötesi Türkmenler’i arasında Peçenek adlı bir teşekküle rastlanmamakla birlikte Anadolu’da XVI. yüzyılda bu adı taşıyan köyler olduğu gibi bazı oymaklar da vardır.” (Sümer, 2007: 34).

Nitekim Oğuzlar Alp Arslan ile Bizans karşısına çıktığında Bizans ordusunda Peçenek ve Kıpçak askerlerin olduğu görülmüştür. Yahya Kemal de Oğuzların Balkanları kısa zamanda fethetmesinin sebebi olarak bu bölgede yerleşik Peçenek ve Kıpçak boylarının bulunmasını göstermektedir. Peçenek ve Kıpçak boyları Hristiyan Türklerden oluşmaktadır.

Türk Tarihini Anadolu Merkezli Okumak:

Türk tarihini Anadolu merkezli okumak, bir bakıma Anadolu’da ortaya çıkan uygarlık kalıntılarının zarurî neticesidir. Uygarlığın M.Ö. 4.000’lerde başladığı ileri sürülürken Göbeklitepe, Körtik Tepe kazıları ile uygarlık tarihi M.Ö. 10.000’lere kadar geriye gitmiştir. Diyarbakır’ın Bismil ilçesi sınırlarında Pınarbaşı mezrası yakınlarında, Batman Çayı ile Dicle Nehri’nin birleştiği noktada yer alan Körtik Tepe’nin tarihlendirmesi 12.500 yıl olarak yapılmaktadır. Göbekli Tepe ise, Şanlıurfa’nın yaklaşık 15 km kuzeydoğusunda, Örencik köyü yakınlarında 11.500 yıl olarak tarihlenen tapınak yapılarından oluşmaktadır. Göbekli Tepe kalıntılarında OZ, UC, AT ve KÜN-AY tamgaları bulunmuş olup bu tamgalara Türklerin tarih boyunca yerleştiği coğrafyalarda rastlanmıştır.

Uygarlığın Anadolu’da başladığına dair başka kalıntılar da bulunmuştur. Göbekli Tepe ve Körtik Tepe haricinde Şanlıurfa ilinin Hilvan ilçesine bağlı Nevali Çori, Siirt’in Eruh ilçesinde Gusir Höyük ve bunların dışında Karahan Tepe, Sefer Tepe, Hamzan Tepe ve Taşlı Tepe ile Harbetsuvan Tepesi’nde Neolitik Döneme ait bulgulara rastlanmaktadır.

Uygarlık tarihinin Anadolu’ya çekilmesi günümüze kadar Türk tarihinde gerçekleşen tartışmaların yeniden ele alınmasını gerektirir. Buna göre Türkiye’de genel hattıyla dört tarih perspektifi vardı:

  1. Malazgirt 1071 tezi: Anadolu Selçuklu-Osmanlı devletlerinin siyasal düzeni altında inşa edilmiş Türk-İslâm uygarlık tarihi. (Yahya Kemal, Nurettin Topçu, İsmet Özel).
  2. Dandanakan 1040 tezi: Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla Osmanlı’yı da içine alan Turancı tarih tezi. (Nihal Atsız).
  3. Türklerin Anadolu’da ve Mezopotamya’da uygarlıklar kurduğu, Batı uygarlığının kökeninde Türklerin kurduğu bu uygarlıkların yer aldığı görüşünü ileri süren tarih tezi: Buna göre Pelasglar, Truvalılar, Etrüskler, Traklar, Urartular, Hurriler, Hititler, Kimmerler, Keltler ve Sümerler gibi devlet ve uygarlıklar Türk’tür. (Kemalist Tarih Tezi, Mavi Anadoluculuk bu akımda yer almaktadır. Diğer yandan Mahmut Esat Bozkurt, Afif Erzen, Adile Ayda, Ekrem Akurgal, Agop Dilaçar gibi yazarlar tarafından da farklı vecheleriyle bu tez savunulmuştur. Kimi yazarların “ırk” vurgusu ile ele aldığı bu görüş, 1931-1940 arasında liselerde okutulan tarih kitaplarında anlatılmış, ancak II. Dünya Savaşı sonrası terk edilmiştir.
  4. Hz. Nuh’a Bağlanan Tarih Tezi: Bizzat Mustafa Kemal Atatürk 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı ve TBMM Zabıt Ceridesi’nde yayımlanan konuşmada Türklerin kökenini Hz. Nuh’a bağlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk bu konuşmasında Türk tarihini Hz. Nuh’tan başlatmakta ise de Türk’ün tarih perpektifini sistematize etmemiştir. Atatürk, insanlık tarihini iki devire ayırmakta, ilk devri sebavet (sabilik, çocukluk) dönemi kabul etmekte; ikinci dönemi ise rüşd ve kemâl dönemi saymaktadır. Birinci dönemde sınırsız nebi ve resul gönderilirken, insanlığın rüşd döneminde Hz. Peygamber gönderilmiş ve nübüvvet hitama erdirilmiştir. Atatürk bu tarih perspektifinde Hz. Peygamber sonrası dönemde saltanat ve hilafetin birbirinden ayrıştığını, hilafetin sultanlar tarafından âtıl kılındığını ifade eder. Saltanatın milleti istismar ettiğine işaretle onun yetkilerinin TBMM’ne aktarıldığını ve böylece zamanın gerçekliğine uygun bir devlet inşası sağlandığını belirtir. Atatürk “Türk milleti” tasavvurunda ise Cengiz’den, Hülâgû’dan bahsederken, Kıpçak Türkleri’nin kurduğu Memlûk Devleti’ni (ed-Devletü’t Türkiye) “Türk” saymamış ve onu “Mısır Hükümeti” olarak adlandırmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün sonraki yıllarda geliştirmeye çalıştığı “Türk Tarih Tezi” ise Sümer ve Hitit uygarlığının Türk menşeli olduğu görüşüne dönerek nübüvvet eksenli tarih perspektifinden uzaklaşmıştır.

Hanif Türk tezinin temel yaklaşımı yukarıdaki dört tarih ekolünün geliştirdiği tarih görüşünü buluşturmayı ve aşmayı amaçlamaktadır.

Türk Tarihinin Din Temelinde Parçalanması:

Türk tarihinin din temelli parçalanması [İslâm’dan önceki Türklük ve İslâm’dan sonraki Türklük] Türkiye’de bütün ekollerin kabul ettiği bir yaklaşım olmuştur. Hanif Türk tezi bu yaklaşıma itiraz geliştirmektedir. Din temelli perspektifte göre örneğin Osman Turan “Şamanî Türk-Müslüman Türk” ayrımıyla bir tarih okuması yaparak Türk tarihini 2.500 yıllık zaman boyutunda ele aldı. Osman Turan’a göre Türkler tarihte ikisi İslâm’dan önce ve ikisi de İslâm’dan sonra olmak üzere dört devlet kurdu: 1) Hun İmparatorluğu, 2) Göktürk İmparatorluğu, 3) Selçuklu Devleti, 4) Osmanlı Devleti. Böylece Osman Turan’ın aynı zamanda Oğuzcu bir tarih okuması gerçekleştirdiği söylenebilir.

Sonuç:

Hanif Türk tezinin nübüvvet tarihi ekseninde geliştirdiği tarih perspektifi en başta Türklerin tarihini 2.500 yıllık süreçte ve Oğuzcu yaklaşımla ele alınamayacağını ortaya koymak amacını gütmektedir. Çünkü bu iki yaklaşım (2.500 yıllık tarih ve Oğuzculuk) Türklerin Anadolu dışındaki varlıklarını ve kurdukları devletleri “tarih dışı” bırakmaktadır. Bizzat Osman Turan’ın “Türkler tarihte dört büyük devlet kurdular” ifadesi Türk devletlerini şöyle saymakta idi: Avrupa Hunları, Ak-Hunlar, Hazar Devleti, Uygur Hanlığı, Bulgar Krallıkları, Oğuz ve Karluk yabgulukları, Müslüman İtil Bulgarları ve Karahanlılar, Gazneliler, Harezmşahlar, Mısır-Suriye Memlûk ve Hindistan sultanlıkları, Türkistan, Orta-şark ve Altun-ordu hanlıkları, Timürlü, Babürlü ve Safevi imparatorlukları (Turan, 2003: 27).

Dikkat edilirse bu tarih perspektifi Etrüskleri, Trakları, Sakaları (İskitleri), Sümerleri ve Anadolu’da yerleşik olan Urartular ile Hurrileri, Kimmerleri “Türklük” içinde değerlendirmemektedir. Böylece Türklerin Asya’dan Anadolu-Balkanlar-Avrupa’ya yayıldığı tezi akademik dünyada ve düşünce ortamında egemen olmaktadır.

Türklerin tarihini Hun İmparatorluğu’ndan başlatan görüşün Alp Er Tunga’nın Selçukluların 13. atası olduğu bilgisine yer vermesine rağmen Saka-İskit İmparatorluğu’na Türk devlet silsilesinde yeterli önemi vermemiş olması önemli bir çelişkidir. Diğer ifadeyle “Türklerin tarihi Hunlardan başlar” şeklinde ifade edilen görüşün Saka-İskit İmparatorluğu’nu neden Türk devleti saymadığı hususu önemli bir sorundur. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş kitabında “Türk destanlarında ‘Tunga Alp Er’, İran destanlarında ‘Afrasyab’ı, büyük Saka devletinin en şevketli devrini yaşatan büyük kahramanı olarak kabul ediyoruz. Bu destanın Türk rivayetlerinde Tunga Alp adı ile, Türk hükümdar sülâlelerinin büyük atası, onun akraba ve evlâdı, onun kültü anlatılmaktadır.” demektedir. (Togan, 1981: 36). Pek çok yazarın Türk devlet tarihi silsilesinde İskitler-Sakalar yer almakta değildir.

Bu yaklaşım Türk millet varlığını ve millet tarihini nübüvvet sonrası insanlık tarihiyle bütünleştirememekte, Türk devletlerinden bazılarını da başka milletlerin devlet teşekkülü olarak anlamlandırmaktadır. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk dünyasını da İslâm dünyasını da birleştiren “ortak tarih” anlatısıyla geleceği inşa etme potansiyeli vardır.

Kaynaklar:

  • Atsız Nihal, Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Yayınları, 2015.
  • Danişmend İsmail Hami, Tarihî Hakikatler, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları, c: 1, 1979a.
  • Gömeç Saadettin Yağmur, Oguz Kagan’ın Kimliği, Tarihte Oguzlar ve Oguz Kagan Destanları, Cıépo Interim Symposium-The Central Asiatic Roots of Ottoman Culture, Editörler: İlhan Şahin-Baktıbek İsakov-Cengiz Buyar, İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği (İstesob), 2014.
  • Harari Yuval Noah, Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens – İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Kolektif Kitap, 2015.
  • Kafesoğlu İbrahim, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980.
  • Sümer Faruk, Oğuzlar, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 33, 2007.
  • Sümer Faruk, Peçenek, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 34, 2007.
  • Tanyu Hikmet, Türklerin Dini Tarihçesi, Türk Kültür Yayını, 1978.
  • Togan Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş-En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar, Enderun Yayınları, c: I, 1981.
  • Turan Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Neşriyat, 2003.