“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının metinleri 2020 yılında yayımının 25. yılına erişmiş durumda. Kitap “inanıyorsanız üstünsünüzdür” (3 Al-i İmrân 139) ayetini başlığa çeken bir paradigmadan hareketle dünyayı anlamlandırmaya çalışıyor, 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması arkasından gelen Gülhane Hatt-ı Hümayünu’nun önünü açtığı aydınların aşağılık kompleksini aşmayı deniyordu.
Buna
göre kitap Türkiye’de 150 yıldır sürdürülen “sanayileşme”, “kalkınma”
politikalarını ve varılan “teknoloji toplumu” ile “kentsel toplumu” eleştirmeyi
mesele edinerek kaleme alındı. Kitabın makalelerinin yayım tarihi 1995 (Dergâh)
ve 1996’dır (Ülke). Bu tarihlerin ve yayımlandığı mecraların bir önemi var. O
yıllarda muhafazakârlar bir iktidara hazırlanıyor. Kitaptaki yazıların kaleme
alınma süreci yerel seçimlerde muhafazakâr-dindar kesimlerin iktidara yürüyüşü sürecine
denk düşüyor. Kişisel olarak ise, İslâmcılık düşüncesinden koparak Nurettin
Topçu ile İsmet Özel’in anti-teknolojist düşüncelerinin terkibine talip olarak yazmaya
başladığım yıllara denk geliyor.
27
Mart 1994’te düzenlenen yerel seçimde Refah Partisi (%19,13) 28 ilde, Anavatan Partisi (%21,08) 14 ilde, Doğru Yol Partisi (%21,40) 11 ilde, Sosyaldemokrat Halkçı Parti (%13,52)
10 ilde, Milliyetçi Hareket Partisi (%7,95)
8 ilde, Cumhuriyet Halk Partisi (%4,60)
5 ilde seçimleri kazanıyor. Refah
Partisi’nin büyükşehir statülü illerden İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Konya,
Erzurum, Kayseri’de seçim kazanması muhafazakârların iktidarı için büyük bir
fırsat olarak görülüyor. Nitekim 54. Hükümet bunu sağlar ve 28 Haziran 1996-30
Haziran 1997 tarihleri arasında Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyon
kurar. Muhafazakârların iktidarının toplumsal bir dönüşümü de sağlayacağı
öngörüsüyle sanayileşme, refah devleti, kalkınma ideolojisi ve teknoloji
toplumu eleştirisi olarak “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının yazılarını
kaleme almaya başladım.
Bu
yazıları Nurettin Topçu’nun talebelerinin çıkardığı, İsmet Özel’in de
yazılarını yayımladığı Dergâh Yayınları bünyesinde çıkarılan dergilerde
yayımlamak da bilinçli bir seçimdir. Sanayileşme ve kentleşme yanlısı bir
muhafazakârlığın karşısına anti-teknolojist ve kent karşıtı bir teorik ekolden
beslenerek söz söylemeyi kendime dert edinmekteyim. Yazı hayatımın bu ilk
döneminde çıktığım yolculuk “tek başınalığı” ifade ediyor. Zira “Azgelişmişlik
Üstünlüktür” kitabını okuyanlar bilmektedir ki yazdıklarım ne Nurettin
Topçu’nun ne de İsmet Özel’in fikrinin izleğidir. Bu bir terkip denemesidir ve
ilerde başka okumalar yapmak üzere yolunu kazacaktır. Nurettin Topçu’nun
“köycü” anti-teknolojist fikriyatı ile İsmet Özel’in kent karşıtı anti-teknolojist
uygarlık karşıtlığı bana bir yol açmayacaktır.
Kitabın
azgelişmişliği yüceltmesi ilkel topluma dönüş fikri ifade etmiyor. Burada sorun
dört temelde ele alınıyor: 1) Müslümanlar Batı’nın bilimini olduğu gibi
alabilir mi? Batı’nın bilim ve teknolojisi fıkıhla çatışmakta mıdır?; 2) Batı
teknolojisinin özünde kötülük var mıdır? Yani bu teknoloji doğa ile çatışmakta
mıdır?; 3) Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu Resullerin Sünneti ile
bağdaşmakta mıdır? 4) Batı teknolojisine karşı Toynbee’nin gösterdiği gibi
Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap
verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?
- “Azgelişmiş
Üstünlüktür” kitabının sorduğu sorulardan ilki Batı’nın bilimini olduğu gibi
alıp alamayacağımız hususu idi:
Müslümanlar Osmanlı
Devleti yıkılmasaydı ve bilim adamlarını cezbeden sosyal/siyasî/ekonomik
düzenini sürdürerek Avrupa’nın Afrika ve Amerika kıtasındaki sömürgeciliğini
önleyebilseydi, modern bilimin günümüzdeki icatlarını ve bu bilim adamlarının
çalışmalarını destekleyecek miydi? Diğer değişle Osmanlı yıkılmasaydı Müslüman
bilim adamları “İslâm atom bombası” icat edip kullanacak mıydı? Bu soruya
kitapta verilen cevap, bunun kesinlikle gerçekleşmeyeceği yolunda olmuştur.
“Azgelişmişlik
Üstünlüktür” kitabımın bu sorusu günümüzde yeniden sorulabilir ve sorulmalıdır.
Müslüman bilim-teknoloji
tasavvuru, “Batı bilimi”-“İslâm bilimi” ayrımına gitmeyecekse biyo-teknolojik
çalışmalarla cyborg varlıklar imal edecek midir? Örneğin insana üçüncü-dördüncü
kol/ayak/göz takacak mıdır? “Batı’nın bilimini alalım, İslâm ahlâkında duralım”
söylemini geliştiren Müslüman mütefekkirler teknolojinin geleceği noktanın en
sonunda insan bedenine fıtratını bozacak şekilde müdahale etme kapısını
açacağını görmemektedir. Tarihte mankurt-insanlar vardı. Teknoloji işte bu
varoluşunu kaybetmiş insana yeniden taliptir. 150 yıllık süreçte Müslüman
entelektüeller teknolojinin insan bedenine yapmayı niyet ettiği müdahaleleri
önleyecek bir düşünce mecrası inşa edememiştir.
“Azgelişmişlik
Üstünlüktür” kitabı İslâm’ın savaş fıkhının kitle imha silahlarının sivillere
karşı kullanıldığı modern savaş tasavvuruna izin vermediğini ileri sürmektedir.
Zira “Size ne oluyor ki; ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir veli (koruyucu) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’
diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?”
(4 Nisa 75) ayetinin kitle imha silahlarının özüyle bağdaşmadığını, dolayısıyla
Batı bilim ve teknolojisinin “nötr” olmadığı üzerinde durmaktadır.
Görüleceği üzere İslâm’ın
savaş fıkhı ile teknolojinin pratiği arasında bir çelişki bulunmaktadır. Ancak meseleyi
bu şekliyle ele almayan aydınlar vardı. Örneğin Sezai Karakoç “Atom bombasını
ve hatta hidrojen bombasını Müslümanlar icat etmeliydi” demekteydi.
Benzeri şekilde bütün
dünyada trafik kazalarına bağlı can kaybı 1,2 milyon, yaralanma ise 3,5 milyon
düzeyindedir. Batı’nın teknolojisini aldığımızda Batı’nın sosyal sorunlarını da
ülkemize aktarıyoruz tezi kitapta sorgulanmaktadır.
Dolayısıyla kitabın ilk tezi, modern teknolojinin İslâm fıkhıyla bağdaşmazlığı eleştirisi üzerinedir.
2. Kitabın hareket noktası olarak ele aldığı ikinci konu teknolojinin doğasının “şiddet” ve “kötülük” olduğu meselesidir:
Teknolojinin özünün hem “kötülük”
hem “şiddet” içerdiğinin farkına varılamamıştır.
Teknolojinin arkaplanında
“doğanın ve insanlığın bilim uğruna alabildiğince boyun eğdirilmesi”ne cevaz
veren ideolojik/felsefîleştirilmiş cahili değerler bulunduğu söylenebilecektir.
Müslümanlar Batı’nın “teknoloji” olarak geliştirdiği şeyin aslında belli bir
zümrenin otoriterliklerini perçinlemek ve kapitalist birikimi katlamak amacına
hizmet ettiğini görmemiştir. Diğer değişle Batı’da teknolojinin gelişmesi,
aslında yine Batı’nın dünyanın dört bir yanından çalarak topladığı malları
yüksek katma değerli emtialara çevirmek için araçlaşmasından ibarettir. Bu
kapsamda Doğu’da teknolojinin gelişmesi ve Batı’yı zenginlik anlamında
yakalaması söz konusu edilemeyecektir. Batı’da sanayileşme ve teknolojinin
gelişme süreçleri sömürgecilik döneminin ardında belirmiştir. Batı ile Doğu 1492’ye
kadar bildiğimiz tarım toplumu dinamiklerinde yaşamaktaydı. 1492’de Batı’da iki
yönlü bir değişim baş göstermiştir. Bunlardan biri Batı’nın İspanya’dan Müslümanları
çıkarmasıdır. İkincisi ise Batı’nın Amerika, Uzak Doğu ve Afrika kıtasında
sömürgeciliğe başlamasıdır.
Teknoloji gelişmek için
Doğu’nun bilgisini, hammaddesini ve insan kaynaklarını kullanmıştır.
Joseph Needham, Doğunun Bilgisi Batının Bilimi
kitabında, “Avrupa’nın sahip olduğu bilim ve bilgi, bundan çok önceden Çin’de
bulunuyordu” görüşünü savunur. Avrupa bilimi ve teknolojisi Avrupa dışı büyük
uygarlıklarda, özellikle Çin ve Hindistan’da bulunmaktaydı. Doğu’da bilim
Avrupa’dan çok önce gerçekleştirilmiş buluşlar yapmıştı. Needham, Batı
biliminin Batı’da bile “zihinsel ben-merkezci bir bilinçlilik türü” olmakla
suçlandığını ifade eder. Beşerî teknoloji ve insan doğa üzerindeki egemenliği
arttıkça yönetici elitler için bireysel insan davranışlarının kontrolünün
de arttığından bahseder. Needham, Çinlilerin barut, kâğıt, pusulayı Batı’dan
çok çok evvel keşfettiğini belirtir. Barutu bayramlarda şenlik amacıyla kullanan
Çin’e karşın, Batı bunu silah olarak kullanmıştır.
Teknik
ve teknolojinin farklılaşması:
Doğanın
teknolojinin nesnesine dönüşmesi: Bu anlamda kitapta
teknik ile teknoloji arasında da ayrım yapılmıştır. Teknik, geleneğin
bilgisidir ve peygamberler vesilesiyle insanlığa öğretilmektedir. Teknoloji ise
tabiata egemen olma güdüsüyle hareket eden bir imalat metodudur. Teknik ile
teknoloji arasındaki fark, su değirmeni ile HES (hidro elektrik santralı)
arasındaki farkı idrak etmekle anlaşılabilecektir. Su değirmeni akarsuyun
debisine bağlı olarak enerji üretmektedir. Dolayısıyla teknik, doğaya boyun
eğmiştir, ona bağlı ve bağımlıdır. Diğer taraftan HES ise bir teknolojidir. Bu
sistemde akarsu artık kendi kendine akan bir canlı değildir. HES teknolojisi
nehri bir bütün olarak kendi içinden geçirmekte, onu yükseklere çıkararak aşağı
bırakmakta ve enerji elde etme faaliyetinde nehrin “tabiat için varlık” halini
bozarak “üretim için varlık”a dönüştürmektedir. Hes teknolojisi ile akarsuyun
içindeki tüm canlılar da ekonomik değer taşımadığı için heba edilmektedir.
Böylece akarsu, artık canlılığı olan ve çevresine canlılık veren bir hayat
kaynağı olmaktan çıkarak “enerji üreten su”ya dönüşmektedir. Batı teknolojisi,
tabiatı “hayy-hayat sahibi varlık” olarak almamakta, onu nesneleştirmektedir.
Hastalığın
ve ölümün doktor ve hastane tarafından yönetilerek hastanın tüketiciye
dönüştürülmesi: Batı teknolojisinin hemen bütün çözümleri
benzer şekilde varlığı metalaştırıcı zihniyetle yüklüdür. Örneğin modern
teknoloji toplumunda fert, artık evde, kendisini seven ailesinin yanında
ölememekte, “yaşam hakkı” fetişizmi nedeniyle hastanelerin ve ilaç
şirketlerinin tekelci otoritesine boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Tıp,
sağlıklı bedenin standartlarını ve hastalığı tarif etmektedir. Standartlara
giremeyen insanın ‘hastalığı’ kurumsal müdahaleye maruz kalmaktadır. Kurumsal
tıbbî bakım, bilimin bireylere vermekle yükümlü olduğu bir hizmet kabul edilmektedir.
Böylece doktorlar kişinin kendi kendine bakabilme/kendini iyileştirme eylemini
onun elinden almıştır. Yine doktorlar, ölümü yönetmeye başlamış, “ölümü
engelleme” ameliyesi, “tüketici”lerin (hastaların) ölmeyi becerememeleriyle
neticelenmiştir. Kendi kendine bakamayan hastalar hastanede ölümü arayacak
tüketici haline getirilmiştir. Hastalanan kişiyle ailesi arasında manevi bağ,
hastane kurumunun araya girmesiyle kesilmektedir. Hasta ölüme/şifaya giden
yolları ancak tıbbın belirlediği ilaçlarla veya usullerle aşmakla
yükümlenmektedir. Tıp-hastane insan bedenini ele geçirmiştir.
Kişilerin
evlerini inşa edememesi: Teknolojinin bir diğer yönelişi ise
insanın en temel ihtiyacı olan barınmanın mimar/mühendisler/belediye
yetkilileri/bankalar ve inşaat malzemeleri üreten şirketler tarafından ele
geçirilmesinde görülür. Geleneksel toplumda ev yapmak yerel ustaların yerel
malzemelerle gerçekleştirdiği şahsın ailesine mahsus biricikliği korunmuş bir
faaliyet iken, teknoloji toplumunda ev yapmak artık ailelerin insiyatifinden
tamamen çıkarılmıştır. Modern mimari, şahısların kaç kişilik aile kuracağından
evde hangi eşyayı nereye yerleştireceğine kadar her ayrıntıyı adeta “tanrı gibi”
tayin etmektedir. Bu anlamda teknoloji evi ve aileyi de ele geçirmiştir.
Teknoloji, kendisinin ortaya çıkardığı ölüm ve kaosu “kader” olarak fatura etmektedir: Teknolojinin modern toplumlarda ortaya çıkardığı sorunları dikkatle örttüğü söylenebilecektir. Yukarıda da ifade ettiğim üzere savaş teknolojisi ile ulaşım teknolojisi “ölüm” imal etmekte, ancak teknolojinin günah hesabına yazılmamaktadır. Ulaşım sistemi tam anlamıyla otomobilin tekelleşmesini ifade etmektedir. Modernleşme süreci, Allah’ın “binek olarak yarattığı” hayvanları diskalifiye etmiştir. Bu haliyle modern ulaşım bireyleri kentleşmeyle birbirinden uzaklaştırmakta, sıla-i rahim veya maişet nedeniyle ulaşıma muhtaç kalan kişilere sattığı otomobillerle onları borçlandırmakta, nihai olarak da trafiğe katılanların can-mal emniyetini sağlayacak tedbirleri almakta kusurlu davrandığı halde, ölüm ve yaralanmaların müsebbibi olarak “sürücüleri” işaret etmektedir. Modern teknoloji, hız fetişizmi ile otomobil üretirken trafik sıkışıklığına sebebiyet vermektedir. Bu anlamıyla otomobil bir ulaşım çözümü değil, kapitalist üretimin bant teknolojisidir. Otoyollar imal edişin seri bantları olup, süratin ve insanların bu süratle senkronize edilmesine dair sürecin yavaşlatılmaması esas görülmektedir. Dolayısıyla ulaşım sisteminde ekonomik, fiziksel, psikolojik şiddetlerin tamamı ortaya çıkmaktadır. Modern teknolojinin insan geçimini ve hayatını felce uğratması ise bu şiddetin artık özsel bir kötülük olarak anlaşılmasını zarurî kılmaktadır. Modern teknoloji, hız ideolojisine karşı duran her etkeni doğa/hayvan/insan demeden kurguladığı sosyo-ekonomik sistemden atmaktadır.
3. Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu Resullerin Sünneti ile bağdaşmakta mıdır?
Osmanlı’nın yıkılışı “geri
kalmışlık” hastalığına yakalandığından gerçekleşmemiştir. Tam aksine Osmanlı
idarecileri ve toplumu, Batı teknolojisinin özündeki kötülüğü yapmaya razı bir
inanç/kültüre sahip olamadığı için sistem yıkılmıştır. Bir Müslüman bilim adamı,
bedeninde hem rahim hem penis olan insanlardan oluşan toplum tasavvuru
geliştirebilir mi? Batı, bu “varlığa” razı olacağı şekilde teknolojiyi
kullanıyor. Batılı bilim perspektifi tabiata tamamen bu zihniyetle egemen
olmuştur. Müslümanlar transhumanist çalışmaların “imal ettiği” yeni toplum
perspektifini kabul edemeyecek “fıtrat” düşüncesine sahip olduklarından “Batı
bilimi”-“İslâm bilimi” ayrışması kaçınılmazdır. Osmanlı’da “tüfenk icat oldu,
mertlik bozuldu” diyenler nasıl elendi ise, bilim de nesnesi insan olmaya
yöneldikçe Müslümanları eleyecektir. Batı’ya karşı onun silahları ile mücadele
edilemeyecektir. Bunun en büyük kanıtı covid-19’dur. İslâm, biyo-teknolojik
savaş araçlarıyla insanlığı kitlesel imhaya yönelerek galip gelmenin yollarını
meşrulaştırmamaktadır. Bu gerçeğe rağmen Türkiye’de “Atom bombasını Müslümanlar
icat etmeliydi; hatta o bile az, hidrojen bombasını biz icat etmeliydik” diyen
aydınlar Batı teknolojisinin ithalinin meşru olduğuna işaret etmiştir. Bugün
Batı teknolojisinin geldiği nokta “biyolojik silah” olduğuna göre buna talip
miyiz? Müslümanlar geçmişte Batı teknolojisinin araçsallığını İslâm davası için
kullanabileceklerini düşünmekle büyük yanılgıya düşmüştür. Geldiğimiz nokta
nedir? Hem penisi hem rahimi olan varlıklara sahip bir toplum inşası Batı’da
yerleşmektedir. Batı teknolojisinin malzemesi (nesnesi) yani hammaddesi “insan”
olmuştur. Müslüman bilim adamları “Batı’nın teknolojisini alalım” derken bu
gelinen noktaya geçecek midir? Geçilemeyecektir. İnanç devam ettikçe, geçmek
mümkün olmayacaktır. Teknoloji Cyborg-insan ve Yapay Zekâ robot imal etmeye
çalışmaktadır. 7/24 uyumayan, acıkmayan bu insanlardan (robotlardan) oluşan
topluma ulaşmak isteyen Batı bilimi, böylece askerî anlamda dünyanın efendisi
olabileceği bir siyasal düzeni hedeflemektedir. Müslüman toplumlar teknolojiyle
bu cinsiyetsizliğin, fıtratı değişmişliğin, robotlaşmanın dönüşümüne razı mıdır?
Kitapta
Resullerin de teknolojilerinin bulunduğu, ancak bu teknolojilerin insanlığa/tabiata
saldırıya yönelmediği ispatlanmaktadır. Nitekim Süleyman’ın ordularının
karıncalara basmaması, Hz. Yusuf’un kıtlık zamanında bütün insanlığa buğday
dağıtması bu kapsamda örneklenmiştir.
Bilim ve teknolojinin insanmerkezci özünün, yeryüzünde bir grup elit/kapitalist/materyalist insan adına, hareket ederek bir kast sistemi kurduğunu ve bu kastın seçkinleri lehine insanlığı durdurak bilmez, sonu kestirilemez yaşama biçimlerine yönelttiğini söyleyebiliriz. Teknolojinin bu derece saldırgan bir doğa karşıtlığı ile varlık bulması karşısında Müslüman dünyanın düşünsel bir direnç geliştirmediği de kitapta ifade edilmiştir. Descartes’çı ruh/beden ikiliği ile ortaya çıkan düşünce hayvanları “otomatlar” olarak değerlendirerek doğaya karşı olan bilincini ortaya koyarken teknoloji/bilimi “alet”leştiriyordu. Bu nedenle teknolojik icatlar ve uygulayımlar “kötülük”ten beslenen bir “öz” taşımaktadır. 21. asırda transhumanist teknolojiler insanın teknik kullanarak dışsallaştırdığı bu özü daha da radikal bir insanmerkezciliğe taşımış, doğaya daha da sömürgeci davranmanın meşruiyetini sağlamaya yönelmiştir. Buradaki sorun, bizim bu teknolojileri kullanırken “kul olarak” kalıp kalamayacağımız hususudur. 21. asırda ortaya çıkan sorun, bilim adamlarının yeni teknolojileri kullanarak beşerin biyolojik varlığını aşmayı sağlayacak, yani organik ve mekanik olanı aynı bedende birleştiren ‘siborg’ları varlığa çıkaracak çalışmaların “imal ettiği” makine-canlıları “insan” olarak kabul edip etmeyeceğimizle ilişkilidir. Bu konu, hem mevcut insanın hukukî vasfını etkileyen hem de “imal edilmiş yarı makine yarı organik canlı”nın hukuk huzurunda “kişiliği”nin kabul edilip edilmemesi ile ilgilidir. Bilim ve teknolojinin yürüyüşüne Müslümanlar “evet” dedikçe, Allah’ın “ahsenu takvim” üzere yarattığı “insan”dan uzaklaşılacaktır. Burada bir grup insanın “el Hâlîk” haline gelişi, kendini “Tanrı” yerine ikame edişi de söz konusu olmaktadır. Türkiye’de teknoloji eleştirisi geleneği olmadığı için, modern bilimin en son durağı olan transhumanist yönelişin YZ (Yapay Zekâ) ve BT (Biyo Teknoloji) çalışmaları değerlendirilememektedir. Geçmiş yüzyıllarda Batı’nın küresel ölçekte bilimsel sömürgeciliğini “beş emniyet” (zarurât-ı hamse) makasıd-i diniye ile dengeleyen bir “İslâm Devleti” olgusu bulunmaktaydı. Ancak transhumanist dönemde hem böyle bir devletin hayat bulamamış olması hem de İslâm dünyasındaki müelliflerin Batılı hukuk, bilim paradigmalarını kabul etmeleri nedeniyle Müslümanların direnç alanı kalmamıştır.
4. Batı teknolojisine karşı Toynbee’nin gösterdiği gibi Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?
Toynbee,
modernlikle karşılaşmanın ertesinde iki tepkisel davranışın tezahür ettiğinden
söz eder. İlkini; Zealot tavır, bilinmeyenden kaçan ve geleneksel savaş
tekniğini (bu sözü geniş anlamda mücadele ve mücahede terimleriyle karşılamak
gerekir) titizce uygulayan ölmüş bir medeniyetin yol geçmez yerlerdeki
fosilleri olarak tanımlar. İkincisi; Herodianları ise iki zaafla anar: 1)
Herodianlık yaratıcı değil taklitçidir, 2) Mussolini’nin “İşçi sınıfları olduğu
gibi işçi milletleri de vardır.” sözünden hareketle Herodianların Batı tehlikesine
karşı tepkilerinin kaderini bu toplumların proleter deryasına katılacağı
yargısına bağlar. Buna göre Herodian-insanlar ülkelerini Batı’nın ulusal
devletlerinden biri haline getirip, Batılı kardeşleriyle aynı derecede özgür ve
eşit siyasal sistemler kursalar bile taklit ettikleri ülkelerin hizmetine
koşulacak işçi sınıfının artmasına neden olurlar.
“Azgelişmişlik
Üstünlüktür” paradigması Toynbee’nin bu iki tipik tavrından başka bir tavrın geliştirilebileceğini
ifade etmektedir. Kitapta “Narodnizm” başlıklı bir yazı da bulunmakta ve
uygarlık eleştirimin “köycülüğe”, “halka” veya ilkelciliğe dönüş olmadığını da vurgulamakta.
Diğer
ifadeyle “Azgelişmişlik Üstünlüktür” İslâm toplumunun hicretle inşa
edilebileceği ve toplumun iktisadî/sosyal/teknik yapılanmasının fıkıhla kurulabileceği
fikrinden hareket etmektedir.
“Azgelişmişlik
Üstünlüktür” Paradigması Yıllar Sonra “Devletin Teknolojisi-Halkın Tekniği”
Kavramlaştırmasıyla Tamamlanmıştır:
“Azgelişmişlik
Üstünlüktür” kitabındaki tezler 1) Tekniğin özünün kötü olduğu, şiddet üretiği;
2) Tekniğin fıkhı tasfiye ettiği, 3) Resullerin tekniği ile Batı teknolojisinin
birbiriyle uyuşmadığı, 4) Tarihte galip devletlerle karşılaşan Müslüman kavimlerin
Toynbee’nin analizindeki herodian/zealot tavırlar dışında tavırlar gösterdiği
gibi iddialar içermekte ise de teknoloji/teknik çatışmasını aşabilecek bir
çıkış yolu gösterememiştir.
Bu eksiklik yıllar sonra “Devletin Teknolojisi-Halkın Tekniği” kavramlaştırmasıyla aşılmıştır.
Buna göre devlet bir güç mekanizmasıdır, milletin alet çantasıdır. Devletin “güç” ve “şiddet” içermesi ve bu içeriğin “meşru olması” kaçınılmazdır. Nitekim Seba melikesi Hz. Süleyman savaş tehdidinde bulunduğunda meşveret meclisi toplayarak şöyle demiştir: “Dedi ki: Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar” (27 Neml 34).
Buna göre devletin güçlü
ve teknolojik olması sorun değildir. Asıl sorun devletin makâsıd-ı hamse olarak isimlendirilen “dini, hayatı, aklı, nesli ve
malı korumak” görevini yerine getirip getirmemesinden doğmaktadır. “Azgelişmişlik
Üstünlüktür” kitabının ismini duyup içeriğine vakıf olmayanlar “teknolojiye
karşı olduğu halde yazılarını bilgisayarda yazıyor, internette yayımlıyor”
eleştirisi yapmaktadır. Bu eleştiri haklı değildir. Zira Hz. Peygamber içi put
dolu olduğu halde Kâbe’yi tavaf ediyor, onu kıble ediniyordu.
Tekniğin getirdiği
neticeler insanlığı tehdit etmektedir. Birinci
olarak: insanlığın ilerlediği fikri yanlıştır. İlerleme, Amerika kıtasında
100 milyon Kızılderili’nin soykırıma uğraması, II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon
Avrupalı insanın ölümü, sömürgecilik döneminde 60 milyon Afrikalı insanın
Amerika kıtasına sürülmesi, Maya-Aztek-İnka, Japon, Afrika uygarlıklarının ve
son olarak Osmanlı-İslâm medeniyetinin yok edilmesiyle neticelenmiştir. Modern
Batı uygarlığının yok ettiği uygarlıklardan daha üstün niteliklere sahip olduğu
ileri sürülememektedir. İkinci olarak:
Batı tekniği dört temel konuda insanı kıstırmıştır: 1) Ulaşım, 2) Sağlık, 3) Barınma,
4) Çevre-Tabiat. Dört temel konu insanlığın içeceği sudan, yiyeceği yemeğe,
barınacağı evden, temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapacağı yolculuğa kadar
en temel ihtiyaçların “teknolojik iktidar” tarafından kontrol edilmesini ifade
etmektedir. Köleci toplumda kölelerin yiyecekleri, barınakları, sağlıkları,
tabiatın korunması “efendi”lerin bir yükümlülüğü idi. Modern teknoloji köleleri
azad ederken büyük bir işsiz/evsiz/hasta/tabiatı yok edilmiş insan kitlesinin zuhuruna
sebebiyet vermektedir. Diğer ifadeyle batı teknolojisinin feodal ya da köleci
toplumun “geri” koşullarını aştığı söylenemez, tam aksine bu koşullardan bile
mahrumiyet içinde bir dünya nüfusuna sebebiyet vermiştir. Üçüncü olarak: Teknoloji kendisini deterministik bir yapı olarak
dünya nüfusuna ve devlet düzenlerine dayatmaktadır. Diğer ifadeyle devletler
teknoloji geliştiren devletler karşısında kendi varoluşlarını sürdürmek için
teknolojikleşmekte, vatandaşlarını da teknolojik tasarımın tebaası kılmaktadır.
Teknolojinin insanlara seçim hakkı vermemesinin en basit örneği otomobildir. Bu
teknoloji, ulaşımı lastik tekerlekli bir modele özgülerken, binek hayvanlarını
insanın yaşadığı tabiattan çıkarmıştır. Teknoloji tabiatı “insanın
doğası-insanın dahil olmadığı doğa” şeklinde ikiye bölmüştür. Dördüncü olarak: Teknoloji erdemsizliği
örtmektedir. Teknolojik faaliyet makinaların faaliyetidir. Makinalar onu ilk
imal eden, tasarımlayan, kurgulayan ratio’nun emrindedir. Makinaların kurgu/tasarım/programları
gayeli olup, bu gaye kullanıcıların değiştirmesine fırsat vermeyecek şekilde belirlenmiştir.
Bu anlamda her teknolojik faaliyet, mesajı yüklenmiş şekilde yürütülebilmekte,
kullanıcıyı kendi amacına doğru araçlaştırmaktadır. Örneğin HES inşa eden bir
mühendis, bu teknolojinin aletidir, bu nedenle erdemle hareket edememekte,
tabiata saldırmayı “vazife” edinmektedir. Teknoloji, sömürgecilik zihniyetinin
ürünü olarak doğduğu tarihten beri bir zümreyi “kutsal”laştırmaktadır. Teknoloji
hayata egemen oldukça sorun çıkarmakta, bu sorunların çözümü için yine kendini ve
“kutsal sınıfı” devreye sokmaktadır. Örneğin trafik sıkışıklığının çözümü için
yol genişletmesi yapılmakta, alt-üst geçitler, viyadükler inşa edilmekte; yollar
inşa edildikçe nüfus cezbedilmekte, kent nüfusu yoğunlaşmaya başlayınca trafik
sıkışıklığı ortaya çıkmaktadır. Teknolojinin kısır-döngü oluşturması ekonomik
dengeleri bozmaktadır. Kentlerin su ihtiyacını karşılayan barajların ekonomik
ömürlerinin 50 ile 75 yıla düşmesi de benzeri bir teknolojik açmazdır. Böylece
teknolojik çözümler bir nesilin ihtiyacını ancak karşılamakta, ikinci nesilin
aynı yatırımları yapmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Söz konusu süreç geleneksel
hayatı yok ettiği gibi borçluluk üretmektedir. “Azgelişmişlik Üstünlüktür”,
sorumluluk etiği ile davranan bir insan-toplum tasavvuru geliştirilmesini
teklif ederken ahlâkın kaynağının beşer aklı olamayacağına da işaret
etmektedir.
Osmanlı’nın yıkılışı “geri
kalmışlık” hastalığına yakalandığından gerçekleşmemiştir. Tam aksine Batı
teknolojisinin özündeki kötülüğü yapmaya razı bir inanç/kültüre sahip olamadığı
için yıkılmıştır. Osmanlı’nın Bizans karşısındaki zaferi de teknolojik bir
zafer değildir. Tam aksine Osmanlı yöneticilerinin “zarurât-ı hamse” ilkelerini
Müslim ve gayr-ı Müslim herkese tatbikatı, Anadolu ve Balkanlarda “Latin
(kardinal) külahı görmektense Osmanlı sarığını görmek isteriz” diyen Bizans tebaasını
Türklerle kader birliği yapmaya itmiştir.