Skip to content

Posts from the ‘Uncategorized’ Category

Ömer Lekesiz’in “Bir Ev Yapmak” Başlıklı Yazısına Bir Şerh

Ömer Lekesiz, “Bir Ev Yapmak” başlıklı yazısında, Müslümanların “Hz. Âdem’in bina yapmada ilk el olduğuna inandığını, ilk insanların ilkellik’lerinin bize değil Batılılara mahsus bir romantik fantazma olduğunu, dolayısıyla yapı yapmanın, yani içinde yaşamak üzere bir bina yapma anlamındaki ev fikrinin Hz. Âdem ile başladığını” belirtir.

Lekesiz’e göre, “Batı’da ev, ilkellikten kurtulma yollarından biri olarak görülürken, Müslüman toplumlar için ev, bunun tam aksine insanlığın evvelinde de medeni oluşlarının bir nişanı hükmündedir.” (Lekesiz, 23.02.2023). Lekesiz’in vurguladığı bu görüş, 2013’ten itibaren yayınladığım kitaplarda ortaya konmuş, ancak entelektüel çevrede İbn Haldun’un “medenîliğin bidayeti göçebeliktir” düşüncesinin baskın olması nedeniyle eleştirilmişti. Sosyolojik görüş, insanlığın başlangıcının “ilkel toplum” karakteri taşıdığı yargısından hareket etmekte, Müslüman düşünürler de bu sosyolojik görüşe itibar etmektedir. Ömer Lekesiz, ilk şehrin Hz. Âdem tarafından inşa edildiği fikrini kabul ederek bir bakıma Fârâbîci görüşe intisap etmiş olmaktadır. Lekesiz, sonraki bölümde yazısını Hz. Peygamber’in ve sahabelerin “ev inşası” konusundaki görüşlerini ortaya koyan rivayetlere ayırır ve kısa bir değerlendirme yapar:

“Evlerin az ya da çok katlılıklarıyla ilgili olarak Peygamber Efendimizden nakledilen birçok haberden üçü şöyledir: 1) Evlerin yıkılması: “Abdullah b. Yezid-i Hatmi şöyle anlatıyor: Ben Peygamber’in hanımlarının evlerinin Velid b. Abdülmelik (h. 86-97)’in emriyle Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz tarafından yıktırılırken gördüm. Onlar toprak tuğlalardan yapılmış ve çamurla sıvanmıştı. Onların hepsini saydım; dokuz odaydı. (…) Ümmü Seleme’nin evini gördüm ve oğullarından birine sordum. Dedi ki: Peygamber, Dumetü’l-Cendel gazvesine hazırlandığı sıralarda, Ümmü Seleme odasını toprak tuğlalarla yaptı. Peygamber onu gördüğünde Ümmü Seleme’ye giderek: Ey Ümmü Seleme, Müslümanların servetini sarf ettiği en kötü yer inşaattır, dedi. (Tabakat, c: II). Ata Horasani oradaydı. Ata Horasani, Sa’id b. el-Müseyyeb’den şöyle duyduğunu nakletti: Allah için, dilerim bu kişiler odaları aynı vaziyette bırakırlar da Medine’den ve yabancı memleketten halk Peygamber ve ehlibeytinin ne ile kanaat ettiğini kendi gözleriyle görürler. Bu, insanları mal yığmaktan ve birbirlerine karşı övünmekten alıkoyabilecek bir şeydi.” (Siret Ansiklopedisi, Haz.: Afzalur Rahman); 2) Çok katlı binaya izin: “Hz. Peygamber, evinin darlığından şikâyet eden Halid b. Velid’e ‘Binayı göğe yükselt ve Allah’tan (fiili olarak) genişlik talep et.’ buyurdular.”; 3) Çok katlı erzak deposu: “Dükeyn b. Sa’id el-Mizeyni’den demiştir ki: Biz (dört kişi kadar bir topluluk) Hz. Peygamber’e (sav) varıp kendisinden yiyecek istedik. (Hz. Peygamber de Hz. Ömer b. Hattab’a.) ‘Ey Ömer! Git bunlara yemek ver! Buyurdu. Bunun üzerine Ömer bizi (alıp) yüksek bir kata çıkardı ve kemerinin altından bir anahtar alıp (onunla bize içi çeşitli erzak dolu bir odanın kapısını) açtı.” (Ebû Dâvud, Kitabü’l-Edeb). İlk hadis sade yaşayışa delil ve ibret vurgusu taşırken, diğer ikisi ev yapımında çok katlılığa ruhsat olarak alınabilmektedir.” (Lekesiz, 23.02.2023).

Görüldüğü gibi Ömer Lekesiz, rivayetleri aktarmakta, ancak değerlendirmesini tek cümlede ve çok katlı yapıya ruhsat verildiği görüşüne yakın durarak vermektedir.

Bu üç rivayet bizim paradigmamız bakımından şöyle yorumlanabilir: 1) Ümmü Seleme rivayeti: Dikkat edilirse bu rivayette Ümmü Seleme’nin dokuz eve sahip olduğu ve bu evlerin “mal yığmak” amacıyla inşa edildiği hususu esas alınarak bir yıkım gerçekleşmiştir. Diğer ifadeyle sosyal dayanışmanın yüksek olduğu İslâm toplumunda “ihtiyaçtan fazla mal yığmak” ve tekasürcülük tehlikesi, bu evlerin yıkılmasını gerektirmiştir. 2) Halid b. Velid rivayeti: Önceki örnekteki kriteri bu rivayetteki “çok katlı binaya izin” uygulmasına tatbik etmek mümkündür. Halid b. Velid’in aile nüfusunun çok büyük olduğu bilinmektedir. Hatta bir makalede “Suriye’deki veba salgınında ölmüş olan kırk kadar çocuğu olduğu” ifade edilmiştir. Dolayısıyla Halid b. Velid’e verilen “binasını yükseltme” izni, “çok katlı bina” inşa etme izni olmayıp, ihtiyaç nedeniyle beyt (hane) sistemini, menzil (odalar) sistemine dönüştürme iznidir. Bu sistemde toprağın “aile yurdu” olma hususiyeti kaybolmamakta, toprak üzerinde kimsenin bağımsız hak sahibi olamayacağı bir mülkiyet sistemine geçilmemektedir. Dolayısıyla Halid b. Velid’e yapılan “binayı göğe yükselt” tavsiyesi, “gökdelen kent” inşa etmeye yönelik bir tasavvura ait değildir. 3) Hz. Ömer rivayeti: Erzakların depolandığı çok katlı bina inşası kamu yapılanması gereğidir. Mesken olarak kullanılacak binalarla, kamu binalarının birbirinden tefriki gerekir. Nitekim Mısır’da Hz. Yusuf’un kıtlık zamanına hazırlık için buğdayları biriktirdiği ve bu tahıl ambarlarına Step (Basamak) Piramidi denildiği bilinmektedir. Dikkat edilirse bu bina da ihtiyaç kapsamında inşa edilmiştir. Nitekim İslâm kültüründe “ihtiyaçtan fazlasına sahip olmak” çirkin görülmüştür.

Öte yandan Ömer Lekesiz’in dikkate almadığı husus daha vardır: İslâm şehirlerinde nüfusun yoğunlaşması ve kırsal alanın boşalması gibi bir uygulama bulunmamaktadır. Kentsel nüfus artışının mekânı daraltması, mahalle sistemini bozması Osmanlı’da da yasaklanmış, iskân politikaları gereğince nüfus coğrafyaya yayılarak yerleştirilmiştir. İslâm ve Osmanlı şehirlerinde konut üzerinden kapitalist birikime izin verilmemiştir.

  • Lekesiz Ömer, Bir Ev Yapmak, Yeni Şafak Gazetesi, erişim link: https://www.yenisafak.com/yazarlar/omer-lekesiz/bir-ev-yapmak-4510133?fbclid=IwAR3KsUrE7vduyim3mAC5-qB7uXBvQ2MG8uHC17P9HorOPFJkBvrEo0A-HkY, erişim tarihi: 23.02.2023.

Kahramanın Savaşı ve Zühdü

İnsan ikidir: Maddi insan Manevi insan. Maddi insan dünyaya gömülüdür. Manevi insan ahirete doğru yaşar ve kahramanlık eylemini zühd haline getirir.

Geçmiş âlimler mezarlarını kazarak içine uzanırlar ve geceyi mezarlarında geçirirlerdi. Kahramanlar, “mezarda yaşayan” olarak hayatı göğüsler.

Gerçek kahramanlar, “metafizik sorgulama” yapmış şahsiyetler olarak savaşlardan doğarlar. Büyük fikirler, savaş koşullarında neşet eder.

Tarih oluştan bozuluşa doğru “hareket” eder. Yoksa ilkelden kemâle doğru “ilerlemez.”

Kahramanlar savaş halinde dahi manevi bir hayat yaşar. Kavga etmek kahramanlık değildir. Kavgacılar maddenin peşinde savaşır.

Hayvanlar insandan farklı olarak “kahramanlık” duygusu ile yaşarlar. Çünkü hayvanlar için yaşama alanı (yeryüzü) bir savaş alanıdır.

Kentlerin sıradan gelgitleri içinde ömrünü tüketen çoğu insan “kahramanlık” duygusunu tatmadan yaşar.

Kahraman kişi beden ve bedenî hayat gibi fani şeyleri aşmış “ferd” adamdır. O, ölümüyle bütün fani şeylerin metafizik yokluğunu ifşa eder.

Kahraman kişi “ölürsen göğü kazanacaksın, o halde kalk ve savaş” düşüncesiyle yaşar. O kişi ölümle yok olmayan bir varlıktır.

Kahramanın tahayyülünde yokluk yoktur, hareket vardır.

Ruh ölmez, don değiştirir.

Kahraman dünyayı ve içindekileri terk ettiği için “ruh adam” olmuştur. Ruh ise ölümle öldürülemezdir.

Tabiatta her şey hareket eder (Molla Sadra); Taşlardan bazıları vardır ki, Allah korkusundan aşağı atlar (ayet).

“Türk olmak” taştaki bu ruhlaşmanın aynası haline gelmek demektir.

Azgelişmişlik Üstünlüktür-Kardeşlik ve Birlik Derneği Konuşması

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının metinleri 2020 yılında yayımının 25. yılına erişmiş durumda. Kitap “inanıyorsanız üstünsünüzdür” (3 Al-i İmrân 139) ayetini başlığa çeken bir paradigmadan hareketle dünyayı anlamlandırmaya çalışıyor, 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması arkasından gelen Gülhane Hatt-ı Hümayünu’nun önünü açtığı aydınların aşağılık kompleksini aşmayı deniyordu.

Buna göre kitap Türkiye’de 150 yıldır sürdürülen “sanayileşme”, “kalkınma” politikalarını ve varılan “teknoloji toplumu” ile “kentsel toplumu” eleştirmeyi mesele edinerek kaleme alındı. Kitabın makalelerinin yayım tarihi 1995 (Dergâh) ve 1996’dır (Ülke). Bu tarihlerin ve yayımlandığı mecraların bir önemi var. O yıllarda muhafazakârlar bir iktidara hazırlanıyor. Kitaptaki yazıların kaleme alınma süreci yerel seçimlerde muhafazakâr-dindar kesimlerin iktidara yürüyüşü sürecine denk düşüyor. Kişisel olarak ise, İslâmcılık düşüncesinden koparak Nurettin Topçu ile İsmet Özel’in anti-teknolojist düşüncelerinin terkibine talip olarak yazmaya başladığım yıllara denk geliyor.

27 Mart 1994’te düzenlenen yerel seçimde Refah Partisi (%19,13) 28 ilde, Anavatan Partisi (%21,08) 14 ilde, Doğru Yol Partisi (%21,40) 11 ilde, Sosyaldemokrat Halkçı Parti (%13,52) 10 ilde, Milliyetçi Hareket Partisi (%7,95) 8 ilde, Cumhuriyet Halk Partisi (%4,60) 5 ilde seçimleri kazanıyor. Refah Partisi’nin büyükşehir statülü illerden İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Konya, Erzurum, Kayseri’de seçim kazanması muhafazakârların iktidarı için büyük bir fırsat olarak görülüyor. Nitekim 54. Hükümet bunu sağlar ve 28 Haziran 1996-30 Haziran 1997 tarihleri arasında Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyon kurar. Muhafazakârların iktidarının toplumsal bir dönüşümü de sağlayacağı öngörüsüyle sanayileşme, refah devleti, kalkınma ideolojisi ve teknoloji toplumu eleştirisi olarak “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının yazılarını kaleme almaya başladım.

Bu yazıları Nurettin Topçu’nun talebelerinin çıkardığı, İsmet Özel’in de yazılarını yayımladığı Dergâh Yayınları bünyesinde çıkarılan dergilerde yayımlamak da bilinçli bir seçimdir. Sanayileşme ve kentleşme yanlısı bir muhafazakârlığın karşısına anti-teknolojist ve kent karşıtı bir teorik ekolden beslenerek söz söylemeyi kendime dert edinmekteyim. Yazı hayatımın bu ilk döneminde çıktığım yolculuk “tek başınalığı” ifade ediyor. Zira “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabını okuyanlar bilmektedir ki yazdıklarım ne Nurettin Topçu’nun ne de İsmet Özel’in fikrinin izleğidir. Bu bir terkip denemesidir ve ilerde başka okumalar yapmak üzere yolunu kazacaktır. Nurettin Topçu’nun “köycü” anti-teknolojist fikriyatı ile İsmet Özel’in kent karşıtı anti-teknolojist uygarlık karşıtlığı bana bir yol açmayacaktır.

Kitabın azgelişmişliği yüceltmesi ilkel topluma dönüş fikri ifade etmiyor. Burada sorun dört temelde ele alınıyor: 1) Müslümanlar Batı’nın bilimini olduğu gibi alabilir mi? Batı’nın bilim ve teknolojisi fıkıhla çatışmakta mıdır?; 2) Batı teknolojisinin özünde kötülük var mıdır? Yani bu teknoloji doğa ile çatışmakta mıdır?; 3) Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu Resullerin Sünneti ile bağdaşmakta mıdır? 4) Batı teknolojisine karşı Toynbee’nin gösterdiği gibi Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?

  1. “Azgelişmiş Üstünlüktür” kitabının sorduğu sorulardan ilki Batı’nın bilimini olduğu gibi alıp alamayacağımız hususu idi:

Müslümanlar Osmanlı Devleti yıkılmasaydı ve bilim adamlarını cezbeden sosyal/siyasî/ekonomik düzenini sürdürerek Avrupa’nın Afrika ve Amerika kıtasındaki sömürgeciliğini önleyebilseydi, modern bilimin günümüzdeki icatlarını ve bu bilim adamlarının çalışmalarını destekleyecek miydi? Diğer değişle Osmanlı yıkılmasaydı Müslüman bilim adamları “İslâm atom bombası” icat edip kullanacak mıydı? Bu soruya kitapta verilen cevap, bunun kesinlikle gerçekleşmeyeceği yolunda olmuştur.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabımın bu sorusu günümüzde yeniden sorulabilir ve sorulmalıdır.

Müslüman bilim-teknoloji tasavvuru, “Batı bilimi”-“İslâm bilimi” ayrımına gitmeyecekse biyo-teknolojik çalışmalarla cyborg varlıklar imal edecek midir? Örneğin insana üçüncü-dördüncü kol/ayak/göz takacak mıdır? “Batı’nın bilimini alalım, İslâm ahlâkında duralım” söylemini geliştiren Müslüman mütefekkirler teknolojinin geleceği noktanın en sonunda insan bedenine fıtratını bozacak şekilde müdahale etme kapısını açacağını görmemektedir. Tarihte mankurt-insanlar vardı. Teknoloji işte bu varoluşunu kaybetmiş insana yeniden taliptir. 150 yıllık süreçte Müslüman entelektüeller teknolojinin insan bedenine yapmayı niyet ettiği müdahaleleri önleyecek bir düşünce mecrası inşa edememiştir.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabı İslâm’ın savaş fıkhının kitle imha silahlarının sivillere karşı kullanıldığı modern savaş tasavvuruna izin vermediğini ileri sürmektedir. Zira “Size ne oluyor ki; ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (4 Nisa 75) ayetinin kitle imha silahlarının özüyle bağdaşmadığını, dolayısıyla Batı bilim ve teknolojisinin “nötr” olmadığı üzerinde durmaktadır.

Görüleceği üzere İslâm’ın savaş fıkhı ile teknolojinin pratiği arasında bir çelişki bulunmaktadır. Ancak meseleyi bu şekliyle ele almayan aydınlar vardı. Örneğin Sezai Karakoç “Atom bombasını ve hatta hidrojen bombasını Müslümanlar icat etmeliydi” demekteydi.

Benzeri şekilde bütün dünyada trafik kazalarına bağlı can kaybı 1,2 milyon, yaralanma ise 3,5 milyon düzeyindedir. Batı’nın teknolojisini aldığımızda Batı’nın sosyal sorunlarını da ülkemize aktarıyoruz tezi kitapta sorgulanmaktadır.

Dolayısıyla kitabın ilk tezi, modern teknolojinin İslâm fıkhıyla bağdaşmazlığı eleştirisi üzerinedir.

2. Kitabın hareket noktası olarak ele aldığı ikinci konu teknolojinin doğasının “şiddet” ve “kötülük” olduğu meselesidir:

Teknolojinin özünün hem “kötülük” hem “şiddet” içerdiğinin farkına varılamamıştır.

Teknolojinin arkaplanında “doğanın ve insanlığın bilim uğruna alabildiğince boyun eğdirilmesi”ne cevaz veren ideolojik/felsefîleştirilmiş cahili değerler bulunduğu söylenebilecektir. Müslümanlar Batı’nın “teknoloji” olarak geliştirdiği şeyin aslında belli bir zümrenin otoriterliklerini perçinlemek ve kapitalist birikimi katlamak amacına hizmet ettiğini görmemiştir. Diğer değişle Batı’da teknolojinin gelişmesi, aslında yine Batı’nın dünyanın dört bir yanından çalarak topladığı malları yüksek katma değerli emtialara çevirmek için araçlaşmasından ibarettir. Bu kapsamda Doğu’da teknolojinin gelişmesi ve Batı’yı zenginlik anlamında yakalaması söz konusu edilemeyecektir. Batı’da sanayileşme ve teknolojinin gelişme süreçleri sömürgecilik döneminin ardında belirmiştir. Batı ile Doğu 1492’ye kadar bildiğimiz tarım toplumu dinamiklerinde yaşamaktaydı. 1492’de Batı’da iki yönlü bir değişim baş göstermiştir. Bunlardan biri Batı’nın İspanya’dan Müslümanları çıkarmasıdır. İkincisi ise Batı’nın Amerika, Uzak Doğu ve Afrika kıtasında sömürgeciliğe başlamasıdır.

Teknoloji gelişmek için Doğu’nun bilgisini, hammaddesini ve insan kaynaklarını kullanmıştır.

Joseph Needham, Doğunun Bilgisi Batının Bilimi kitabında, “Avrupa’nın sahip olduğu bilim ve bilgi, bundan çok önceden Çin’de bulunuyordu” görüşünü savunur. Avrupa bilimi ve teknolojisi Avrupa dışı büyük uygarlıklarda, özellikle Çin ve Hindistan’da bulunmaktaydı. Doğu’da bilim Avrupa’dan çok önce gerçekleştirilmiş buluşlar yapmıştı. Needham, Batı biliminin Batı’da bile “zihinsel ben-merkezci bir bilinçlilik türü” olmakla suçlandığını ifade eder. Beşerî teknoloji ve insan doğa üzerindeki egemenliği arttıkça yönetici elitler için bireysel insan davranışlarının kontrolünün de arttığından bahseder. Needham, Çinlilerin barut, kâğıt, pusulayı Batı’dan çok çok evvel keşfettiğini belirtir. Barutu bayramlarda şenlik amacıyla kullanan Çin’e karşın, Batı bunu silah olarak kullanmıştır.

Teknik ve teknolojinin farklılaşması:

Doğanın teknolojinin nesnesine dönüşmesi: Bu anlamda kitapta teknik ile teknoloji arasında da ayrım yapılmıştır. Teknik, geleneğin bilgisidir ve peygamberler vesilesiyle insanlığa öğretilmektedir. Teknoloji ise tabiata egemen olma güdüsüyle hareket eden bir imalat metodudur. Teknik ile teknoloji arasındaki fark, su değirmeni ile HES (hidro elektrik santralı) arasındaki farkı idrak etmekle anlaşılabilecektir. Su değirmeni akarsuyun debisine bağlı olarak enerji üretmektedir. Dolayısıyla teknik, doğaya boyun eğmiştir, ona bağlı ve bağımlıdır. Diğer taraftan HES ise bir teknolojidir. Bu sistemde akarsu artık kendi kendine akan bir canlı değildir. HES teknolojisi nehri bir bütün olarak kendi içinden geçirmekte, onu yükseklere çıkararak aşağı bırakmakta ve enerji elde etme faaliyetinde nehrin “tabiat için varlık” halini bozarak “üretim için varlık”a dönüştürmektedir. Hes teknolojisi ile akarsuyun içindeki tüm canlılar da ekonomik değer taşımadığı için heba edilmektedir. Böylece akarsu, artık canlılığı olan ve çevresine canlılık veren bir hayat kaynağı olmaktan çıkarak “enerji üreten su”ya dönüşmektedir. Batı teknolojisi, tabiatı “hayy-hayat sahibi varlık” olarak almamakta, onu nesneleştirmektedir.

Hastalığın ve ölümün doktor ve hastane tarafından yönetilerek hastanın tüketiciye dönüştürülmesi: Batı teknolojisinin hemen bütün çözümleri benzer şekilde varlığı metalaştırıcı zihniyetle yüklüdür. Örneğin modern teknoloji toplumunda fert, artık evde, kendisini seven ailesinin yanında ölememekte, “yaşam hakkı” fetişizmi nedeniyle hastanelerin ve ilaç şirketlerinin tekelci otoritesine boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Tıp, sağlıklı bedenin standartlarını ve hastalığı tarif etmektedir. Standartlara giremeyen insanın ‘hastalığı’ kurumsal müdahaleye maruz kalmaktadır. Kurumsal tıbbî bakım, bilimin bireylere vermekle yükümlü olduğu bir hizmet kabul edilmektedir. Böylece doktorlar kişinin kendi kendine bakabilme/kendini iyileştirme eylemini onun elinden almıştır. Yine doktorlar, ölümü yönetmeye başlamış, “ölümü engelleme” ameliyesi, “tüketici”lerin (hastaların) ölmeyi becerememeleriyle neticelenmiştir. Kendi kendine bakamayan hastalar hastanede ölümü arayacak tüketici haline getirilmiştir. Hastalanan kişiyle ailesi arasında manevi bağ, hastane kurumunun araya girmesiyle kesilmektedir. Hasta ölüme/şifaya giden yolları ancak tıbbın belirlediği ilaçlarla veya usullerle aşmakla yükümlenmektedir. Tıp-hastane insan bedenini ele geçirmiştir.

Kişilerin evlerini inşa edememesi: Teknolojinin bir diğer yönelişi ise insanın en temel ihtiyacı olan barınmanın mimar/mühendisler/belediye yetkilileri/bankalar ve inşaat malzemeleri üreten şirketler tarafından ele geçirilmesinde görülür. Geleneksel toplumda ev yapmak yerel ustaların yerel malzemelerle gerçekleştirdiği şahsın ailesine mahsus biricikliği korunmuş bir faaliyet iken, teknoloji toplumunda ev yapmak artık ailelerin insiyatifinden tamamen çıkarılmıştır. Modern mimari, şahısların kaç kişilik aile kuracağından evde hangi eşyayı nereye yerleştireceğine kadar her ayrıntıyı adeta “tanrı gibi” tayin etmektedir. Bu anlamda teknoloji evi ve aileyi de ele geçirmiştir.

Teknoloji, kendisinin ortaya çıkardığı ölüm ve kaosu “kader” olarak fatura etmektedir: Teknolojinin modern toplumlarda ortaya çıkardığı sorunları dikkatle örttüğü söylenebilecektir. Yukarıda da ifade ettiğim üzere savaş teknolojisi ile ulaşım teknolojisi “ölüm” imal etmekte, ancak teknolojinin günah hesabına yazılmamaktadır. Ulaşım sistemi tam anlamıyla otomobilin tekelleşmesini ifade etmektedir. Modernleşme süreci, Allah’ın “binek olarak yarattığı” hayvanları diskalifiye etmiştir. Bu haliyle modern ulaşım bireyleri kentleşmeyle birbirinden uzaklaştırmakta, sıla-i rahim veya maişet nedeniyle ulaşıma muhtaç kalan kişilere sattığı otomobillerle onları borçlandırmakta, nihai olarak da trafiğe katılanların can-mal emniyetini sağlayacak tedbirleri almakta kusurlu davrandığı halde, ölüm ve yaralanmaların müsebbibi olarak “sürücüleri” işaret etmektedir. Modern teknoloji, hız fetişizmi ile otomobil üretirken trafik sıkışıklığına sebebiyet vermektedir. Bu anlamıyla otomobil bir ulaşım çözümü değil, kapitalist üretimin bant teknolojisidir. Otoyollar imal edişin seri bantları olup, süratin ve insanların bu süratle senkronize edilmesine dair sürecin yavaşlatılmaması esas görülmektedir. Dolayısıyla ulaşım sisteminde ekonomik, fiziksel, psikolojik şiddetlerin tamamı ortaya çıkmaktadır. Modern teknolojinin insan geçimini ve hayatını felce uğratması ise bu şiddetin artık özsel bir kötülük olarak anlaşılmasını zarurî kılmaktadır. Modern teknoloji, hız ideolojisine karşı duran her etkeni doğa/hayvan/insan demeden kurguladığı sosyo-ekonomik sistemden atmaktadır.

3. Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu Resullerin Sünneti ile bağdaşmakta mıdır?

Osmanlı’nın yıkılışı “geri kalmışlık” hastalığına yakalandığından gerçekleşmemiştir. Tam aksine Osmanlı idarecileri ve toplumu, Batı teknolojisinin özündeki kötülüğü yapmaya razı bir inanç/kültüre sahip olamadığı için sistem yıkılmıştır. Bir Müslüman bilim adamı, bedeninde hem rahim hem penis olan insanlardan oluşan toplum tasavvuru geliştirebilir mi? Batı, bu “varlığa” razı olacağı şekilde teknolojiyi kullanıyor. Batılı bilim perspektifi tabiata tamamen bu zihniyetle egemen olmuştur. Müslümanlar transhumanist çalışmaların “imal ettiği” yeni toplum perspektifini kabul edemeyecek “fıtrat” düşüncesine sahip olduklarından “Batı bilimi”-“İslâm bilimi” ayrışması kaçınılmazdır. Osmanlı’da “tüfenk icat oldu, mertlik bozuldu” diyenler nasıl elendi ise, bilim de nesnesi insan olmaya yöneldikçe Müslümanları eleyecektir. Batı’ya karşı onun silahları ile mücadele edilemeyecektir. Bunun en büyük kanıtı covid-19’dur. İslâm, biyo-teknolojik savaş araçlarıyla insanlığı kitlesel imhaya yönelerek galip gelmenin yollarını meşrulaştırmamaktadır. Bu gerçeğe rağmen Türkiye’de “Atom bombasını Müslümanlar icat etmeliydi; hatta o bile az, hidrojen bombasını biz icat etmeliydik” diyen aydınlar Batı teknolojisinin ithalinin meşru olduğuna işaret etmiştir. Bugün Batı teknolojisinin geldiği nokta “biyolojik silah” olduğuna göre buna talip miyiz? Müslümanlar geçmişte Batı teknolojisinin araçsallığını İslâm davası için kullanabileceklerini düşünmekle büyük yanılgıya düşmüştür. Geldiğimiz nokta nedir? Hem penisi hem rahimi olan varlıklara sahip bir toplum inşası Batı’da yerleşmektedir. Batı teknolojisinin malzemesi (nesnesi) yani hammaddesi “insan” olmuştur. Müslüman bilim adamları “Batı’nın teknolojisini alalım” derken bu gelinen noktaya geçecek midir? Geçilemeyecektir. İnanç devam ettikçe, geçmek mümkün olmayacaktır. Teknoloji Cyborg-insan ve Yapay Zekâ robot imal etmeye çalışmaktadır. 7/24 uyumayan, acıkmayan bu insanlardan (robotlardan) oluşan topluma ulaşmak isteyen Batı bilimi, böylece askerî anlamda dünyanın efendisi olabileceği bir siyasal düzeni hedeflemektedir. Müslüman toplumlar teknolojiyle bu cinsiyetsizliğin, fıtratı değişmişliğin, robotlaşmanın dönüşümüne razı mıdır?

Kitapta Resullerin de teknolojilerinin bulunduğu, ancak bu teknolojilerin insanlığa/tabiata saldırıya yönelmediği ispatlanmaktadır. Nitekim Süleyman’ın ordularının karıncalara basmaması, Hz. Yusuf’un kıtlık zamanında bütün insanlığa buğday dağıtması bu kapsamda örneklenmiştir.

Bilim ve teknolojinin insanmerkezci özünün, yeryüzünde bir grup elit/kapitalist/materyalist insan adına, hareket ederek bir kast sistemi kurduğunu ve bu kastın seçkinleri lehine insanlığı durdurak bilmez, sonu kestirilemez yaşama biçimlerine yönelttiğini söyleyebiliriz. Teknolojinin bu derece saldırgan bir doğa karşıtlığı ile varlık bulması karşısında Müslüman dünyanın düşünsel bir direnç geliştirmediği de kitapta ifade edilmiştir. Descartes’çı ruh/beden ikiliği ile ortaya çıkan düşünce hayvanları “otomatlar” olarak değerlendirerek doğaya karşı olan bilincini ortaya koyarken teknoloji/bilimi “alet”leştiriyordu. Bu nedenle teknolojik icatlar ve uygulayımlar “kötülük”ten beslenen bir “öz” taşımaktadır. 21. asırda transhumanist teknolojiler insanın teknik kullanarak dışsallaştırdığı bu özü daha da radikal bir insanmerkezciliğe taşımış, doğaya daha da sömürgeci davranmanın meşruiyetini sağlamaya yönelmiştir. Buradaki sorun, bizim bu teknolojileri kullanırken “kul olarak” kalıp kalamayacağımız hususudur. 21. asırda ortaya çıkan sorun, bilim adamlarının yeni teknolojileri kullanarak beşerin biyolojik varlığını aşmayı sağlayacak, yani organik ve mekanik olanı aynı bedende birleştiren ‘siborg’ları varlığa çıkaracak çalışmaların “imal ettiği” makine-canlıları “insan” olarak kabul edip etmeyeceğimizle ilişkilidir. Bu konu, hem mevcut insanın hukukî vasfını etkileyen hem de “imal edilmiş yarı makine yarı organik canlı”nın hukuk huzurunda “kişiliği”nin kabul edilip edilmemesi ile ilgilidir. Bilim ve teknolojinin yürüyüşüne Müslümanlar “evet” dedikçe, Allah’ın “ahsenu takvim” üzere yarattığı “insan”dan uzaklaşılacaktır. Burada bir grup insanın “el Hâlîk” haline gelişi, kendini “Tanrı” yerine ikame edişi de söz konusu olmaktadır. Türkiye’de teknoloji eleştirisi geleneği olmadığı için, modern bilimin en son durağı olan transhumanist yönelişin YZ (Yapay Zekâ) ve BT (Biyo Teknoloji) çalışmaları değerlendirilememektedir. Geçmiş yüzyıllarda Batı’nın küresel ölçekte bilimsel sömürgeciliğini “beş emniyet” (zarurât-ı hamse) makasıd-i diniye ile dengeleyen bir “İslâm Devleti” olgusu bulunmaktaydı. Ancak transhumanist dönemde hem böyle bir devletin hayat bulamamış olması hem de İslâm dünyasındaki müelliflerin Batılı hukuk, bilim paradigmalarını kabul etmeleri nedeniyle Müslümanların direnç alanı kalmamıştır.

4. Batı teknolojisine karşı Toynbee’nin gösterdiği gibi Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?

Toynbee, modernlikle karşılaşmanın ertesinde iki tepkisel davranışın tezahür ettiğinden söz eder. İlkini; Zealot tavır, bilinmeyenden kaçan ve geleneksel savaş tekniğini (bu sözü geniş anlamda mücadele ve mücahede terimleriyle karşılamak gerekir) titizce uygulayan ölmüş bir medeniyetin yol geçmez yerlerdeki fosilleri olarak tanımlar. İkincisi; Herodianları ise iki zaafla anar: 1) Herodianlık yaratıcı değil taklitçidir, 2) Mussolini’nin “İşçi sınıfları olduğu gibi işçi milletleri de vardır.” sözünden hareketle Herodianların Batı tehlikesine karşı tepkilerinin kaderini bu toplumların proleter deryasına katılacağı yargısına bağlar. Buna göre Herodian-insanlar ülkelerini Batı’nın ulusal devletlerinden biri haline getirip, Batılı kardeşleriyle aynı derecede özgür ve eşit siyasal sistemler kursalar bile taklit ettikleri ülkelerin hizmetine koşulacak işçi sınıfının artmasına neden olurlar.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” paradigması Toynbee’nin bu iki tipik tavrından başka bir tavrın geliştirilebileceğini ifade etmektedir. Kitapta “Narodnizm” başlıklı bir yazı da bulunmakta ve uygarlık eleştirimin “köycülüğe”, “halka” veya ilkelciliğe dönüş olmadığını da vurgulamakta.

Diğer ifadeyle “Azgelişmişlik Üstünlüktür” İslâm toplumunun hicretle inşa edilebileceği ve toplumun iktisadî/sosyal/teknik yapılanmasının fıkıhla kurulabileceği fikrinden hareket etmektedir.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” Paradigması Yıllar Sonra “Devletin Teknolojisi-Halkın Tekniği” Kavramlaştırmasıyla Tamamlanmıştır:

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabındaki tezler 1) Tekniğin özünün kötü olduğu, şiddet üretiği; 2) Tekniğin fıkhı tasfiye ettiği, 3) Resullerin tekniği ile Batı teknolojisinin birbiriyle uyuşmadığı, 4) Tarihte galip devletlerle karşılaşan Müslüman kavimlerin Toynbee’nin analizindeki herodian/zealot tavırlar dışında tavırlar gösterdiği gibi iddialar içermekte ise de teknoloji/teknik çatışmasını aşabilecek bir çıkış yolu gösterememiştir.

Bu eksiklik yıllar sonra “Devletin Teknolojisi-Halkın Tekniği” kavramlaştırmasıyla aşılmıştır.

Buna göre devlet bir güç mekanizmasıdır, milletin alet çantasıdır. Devletin “güç” ve “şiddet” içermesi ve bu içeriğin “meşru olması” kaçınılmazdır. Nitekim Seba melikesi Hz. Süleyman savaş tehdidinde bulunduğunda meşveret meclisi toplayarak şöyle demiştir: “Dedi ki: Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar” (27 Neml 34).

Buna göre devletin güçlü ve teknolojik olması sorun değildir. Asıl sorun devletin makâsıd-ı hamse olarak isimlendirilen “dini, hayatı, aklı, nesli ve malı korumak” görevini yerine getirip getirmemesinden doğmaktadır. “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının ismini duyup içeriğine vakıf olmayanlar “teknolojiye karşı olduğu halde yazılarını bilgisayarda yazıyor, internette yayımlıyor” eleştirisi yapmaktadır. Bu eleştiri haklı değildir. Zira Hz. Peygamber içi put dolu olduğu halde Kâbe’yi tavaf ediyor, onu kıble ediniyordu.

Tekniğin getirdiği neticeler insanlığı tehdit etmektedir. Birinci olarak: insanlığın ilerlediği fikri yanlıştır. İlerleme, Amerika kıtasında 100 milyon Kızılderili’nin soykırıma uğraması, II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon Avrupalı insanın ölümü, sömürgecilik döneminde 60 milyon Afrikalı insanın Amerika kıtasına sürülmesi, Maya-Aztek-İnka, Japon, Afrika uygarlıklarının ve son olarak Osmanlı-İslâm medeniyetinin yok edilmesiyle neticelenmiştir. Modern Batı uygarlığının yok ettiği uygarlıklardan daha üstün niteliklere sahip olduğu ileri sürülememektedir. İkinci olarak: Batı tekniği dört temel konuda insanı kıstırmıştır: 1) Ulaşım, 2) Sağlık, 3) Barınma, 4) Çevre-Tabiat. Dört temel konu insanlığın içeceği sudan, yiyeceği yemeğe, barınacağı evden, temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapacağı yolculuğa kadar en temel ihtiyaçların “teknolojik iktidar” tarafından kontrol edilmesini ifade etmektedir. Köleci toplumda kölelerin yiyecekleri, barınakları, sağlıkları, tabiatın korunması “efendi”lerin bir yükümlülüğü idi. Modern teknoloji köleleri azad ederken büyük bir işsiz/evsiz/hasta/tabiatı yok edilmiş insan kitlesinin zuhuruna sebebiyet vermektedir. Diğer ifadeyle batı teknolojisinin feodal ya da köleci toplumun “geri” koşullarını aştığı söylenemez, tam aksine bu koşullardan bile mahrumiyet içinde bir dünya nüfusuna sebebiyet vermiştir. Üçüncü olarak: Teknoloji kendisini deterministik bir yapı olarak dünya nüfusuna ve devlet düzenlerine dayatmaktadır. Diğer ifadeyle devletler teknoloji geliştiren devletler karşısında kendi varoluşlarını sürdürmek için teknolojikleşmekte, vatandaşlarını da teknolojik tasarımın tebaası kılmaktadır. Teknolojinin insanlara seçim hakkı vermemesinin en basit örneği otomobildir. Bu teknoloji, ulaşımı lastik tekerlekli bir modele özgülerken, binek hayvanlarını insanın yaşadığı tabiattan çıkarmıştır. Teknoloji tabiatı “insanın doğası-insanın dahil olmadığı doğa” şeklinde ikiye bölmüştür. Dördüncü olarak: Teknoloji erdemsizliği örtmektedir. Teknolojik faaliyet makinaların faaliyetidir. Makinalar onu ilk imal eden, tasarımlayan, kurgulayan ratio’nun emrindedir. Makinaların kurgu/tasarım/programları gayeli olup, bu gaye kullanıcıların değiştirmesine fırsat vermeyecek şekilde belirlenmiştir. Bu anlamda her teknolojik faaliyet, mesajı yüklenmiş şekilde yürütülebilmekte, kullanıcıyı kendi amacına doğru araçlaştırmaktadır. Örneğin HES inşa eden bir mühendis, bu teknolojinin aletidir, bu nedenle erdemle hareket edememekte, tabiata saldırmayı “vazife” edinmektedir. Teknoloji, sömürgecilik zihniyetinin ürünü olarak doğduğu tarihten beri bir zümreyi “kutsal”laştırmaktadır. Teknoloji hayata egemen oldukça sorun çıkarmakta, bu sorunların çözümü için yine kendini ve “kutsal sınıfı” devreye sokmaktadır. Örneğin trafik sıkışıklığının çözümü için yol genişletmesi yapılmakta, alt-üst geçitler, viyadükler inşa edilmekte; yollar inşa edildikçe nüfus cezbedilmekte, kent nüfusu yoğunlaşmaya başlayınca trafik sıkışıklığı ortaya çıkmaktadır. Teknolojinin kısır-döngü oluşturması ekonomik dengeleri bozmaktadır. Kentlerin su ihtiyacını karşılayan barajların ekonomik ömürlerinin 50 ile 75 yıla düşmesi de benzeri bir teknolojik açmazdır. Böylece teknolojik çözümler bir nesilin ihtiyacını ancak karşılamakta, ikinci nesilin aynı yatırımları yapmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Söz konusu süreç geleneksel hayatı yok ettiği gibi borçluluk üretmektedir. “Azgelişmişlik Üstünlüktür”, sorumluluk etiği ile davranan bir insan-toplum tasavvuru geliştirilmesini teklif ederken ahlâkın kaynağının beşer aklı olamayacağına da işaret etmektedir.

Osmanlı’nın yıkılışı “geri kalmışlık” hastalığına yakalandığından gerçekleşmemiştir. Tam aksine Batı teknolojisinin özündeki kötülüğü yapmaya razı bir inanç/kültüre sahip olamadığı için yıkılmıştır. Osmanlı’nın Bizans karşısındaki zaferi de teknolojik bir zafer değildir. Tam aksine Osmanlı yöneticilerinin “zarurât-ı hamse” ilkelerini Müslim ve gayr-ı Müslim herkese tatbikatı, Anadolu ve Balkanlarda “Latin (kardinal) külahı görmektense Osmanlı sarığını görmek isteriz” diyen Bizans tebaasını Türklerle kader birliği yapmaya itmiştir.

İki Mısra Bir Beyt

Az Gelişmişlik Üstünlüktür

Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabının metinlerinin bir kısmı 1995 yılında Dergâh dergisinde ve diğer kısmı da 1996’da Ülke dergisinde yayımlandı. Bu metinler “Müslümanların Batı karşısında geri kaldığı” söylemine itiraz etmektedir.

Müslümanlar Osmanlı’nın yenilgilerini askerî teknolojide geri kalmışlık ile izah ettiklerinden 1699 Karlofça Anlaşması’ndan itibaren yenileşme arayışına girdiler. Batı’nın teknolojisini almak ve Osmanlı-Türk devlet sisteminin eğitim, iktisat, idare, hukuk teşkilatlarını Batılılaştırmak aydın/bürokratların amacını oluşturdu.

Türk aydınlarının uygarlık seviyesini yakalamak uğruna teknolojinin özündeki kötülüğü sorgulamayan programları uygulamaya koyması, toplumun geleneksel yapısında çözülmelere yol açtı.

Teknoloji, insan eylemi olduğuna göre, etiğin konusu içindedir, etiğin meselesidir. İnsanlığın kitlesel kullanımına açılan teknolojiler ahlâk değerlerini hayattan söküp atmakta, fıtratı değiştirmekte ve insanlığın yeryüzüne sorumluluk etiği ile yaklaşmasını engellemektedir.

Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabı işte Türkiye’nin bu üç yüz yıllık “Batı’ya yetişme” paradigmasının hatalarını göstermek; teknoloji ithalinin ve onun ardındaki bilim zihniyetine boyun eğmenin Müslüman toplumları değiştireceği, İslâm ahlâk değerlerinden yalıtacağı tezini savunmak için yazıldı.