El
Emeği-Kafa Emeği:
Her insan birtakım temel
ihtiyaçlarla doğar. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapmak zorundadır.
Üretim denince akla sadece emtia imal etmek gelmemelidir. Toplayıcılık,
avcılık, çiftçilik, hayvancılık, zanaatkârlık, sınaî faaliyetler, malların
takas edilerek karşılıklı olarak ihtiyaçların giderilmesi faaliyetleri
üretimdir.
Üretim faaliyetleri “el
emeği” ve/veya “kafa emeği” ile gerçekleşir. Bu iki emek faaliyetinden birini
diğerinden üstün tutamayız. Her iki faaliyet de toplumun geçimini temin
bakımından esastır. Biri diğerinden aşağı değildir. Türk iktisat düşüncesinde
insan emeği “yüksek maaşlı-düşük maaşlı” veya “yüksek makamlı-düşük makamlı” işler
olarak da kategorize edilmemiştir. Türk insanı “bilgeliği” meslekî çabası
içinde bulacağına inanmış bir toplumdur. Bu nedenle bugün “kadı” olan birinin
yarın “çiftçi” olarak geçimini temin etmesi kültürel anlamda değerli görülür. Benzer
şekilde “Osmanlı’da yeniçeri ağalığından, beylerbeyiliğinden, kapıcılar
kethüdalığından, padişah silahdârlığından ve çavuşbaşılıktan vezirliğe yükselmek
mümkün olmuştur” (Kaşıkçı, 2015: 113). Reâyâ kategorisinin genelde vergi
mükelleflerini kapsadığı Osmanlı toplumunda yönetici sınıf anlamındaki askerî
tabakaya geçiş bir padişah beratı ile mümkündü (Öz, 2007: 491).
Anlaşılacağı üzere
Osmanlı’da sınıfsal tabakalaşma bulunmamakta, iki tür tabakalaşma
uygulanmaktaydı: 1) Yöneten-yönetilen; 2) Merkez-çevre.
Osmanlı’da yöneten kesim
genel olarak “askerî” tabaka olarak da kabul edilebilir. Bunlara beâya, yani
vergi mükellefi olmayanlar denilebilecektir. Reâya ise toplumun yönetici ve üst
sınıflarını oluşturan kalem ve kılıç ehlinin dışında vergiye tâbi esnaf ve
çiftçileri ifade eden bir kavram haline gelmiştir (Öz, 2007: 490). Mehmet Öz’e
göre Osmanlılar’da reâyâ terimi en geniş anlamda seyfiye, kalemiye ve ilmiyeden
oluşan askerî sınıf dışındaki bütün halkı kapsar. Bunların büyük çoğunluğu
bütün vergileri öder, bir kısmı da bazı hizmetler karşılığında avârız ve
raiyyet rüsûmundan muaf tutulur. Mehmet Öz, “Kanunnâmeler ve siyasî düşünce
eserlerindeki tasnif ve tanımlarda bazan “şehirli taifesi”nin reâyâdan farklı
gösterildiği, reâyâ olarak çiftçi-köylülerin kastedildiği sezilmektedir” der (Öz,
2007: 490).
Bu noktada önemli olan
nokta toplumda liyâkat esasıyla aşağıdan yukarıya bir geçişin açık olup
olmadığı hususudur. Osmanlı’da bu yol açıktır.
Türk
İktisadî-Sosyal Örgütlenmesi Beş Unsura Dayanır:
Türk iktisat tarihinde “ahilik”
adıyla bilinen bir teşkilatlanma modeli bulunmaktadır. Bu modelin sadece iş
hayatını düzenlediği düşünülmemelidir. Ahi teşkilatları kendisiyle birlikte
hareket eden dört zümre nedeniyle aslında şehir kurucu bir helal ekmek ve
toplum felsefesi olarak değerlendirilebilir.
Aşıkpaşaoğlu Tarihi’nin
verdiği tasnifi kullanan yaklaşımlar Osmanlı’nın kurucularının a) Gaziyân-ı Rûm,
b) Ahiyân-ı Rûm, c) Bacıyân-ı Rûm, d) Abdalân-ı Rûm olarak dört zümre teşkil
ettiğini belirtmektedir.
Şaban Çalış’ın
Muhafazakâr Düşünce Dergisi’nde yayımlanan bir röportajında beşinci zümre
olarak Fakiyân-ı Rûm’dan bahsettiği görülür:
“İlmiye sınıfı için Anadolu’da
çokta tesadüf olmayan hakikatler var. Yani Batı tarzı bir bilimsel yapı ortaya
konulmamış olabilir. Fakat Anadolu’yu inşa eden yapıya baktığımız zaman o
yapının içerisinde özellikle Anadolu topraklarının İslamlaşma süreci içerisinde
ilmiye sınıfı önemli roller üstlenmiştir. Anadolu’yu dönüştüren Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı
Rûm, Gaziyân-ı Rûm ve Bacıyân-ı Rûm yanında bir de tarih kitaplarında,
analizlerin pek çoğunda bilinçli şekilde ihmal edilen bir de Fakiyân-ı Rûm dediğimiz
bir sınıf mevcut. Hem Anadolu Selçuklularının toparlanma ve ülkeyi imar etme
sürecini idare eden hem de Osmanlı’yı inşa eden aslında böyle bir sınıfın
devamıdır; seyfiye ve kalemiyenin yanında sözü geçen, ilmiye sınıfımız. Fakat
zaman içerisinde imparatorluğun bürokratik bir yapıya bürünmesiyle birlikte
yani hareketini, dinamizmini kaybetmesine paralel bir biçimde ilmiye sınıfı da
hem kalemiye karşısında hem de seyfiye karşısında gücünü kaybediyor.” (Çalış,
2013: 146).
Aşıkpaşaoğlu Tarihi’nde
Karacahisar’ın fethi sonrasında şehre “Dursun Fakı” veya “Dursun Fakih” adlı bir
kadı atandığı belirtilir. Bu atama da göstermektedir ki Türklerin “dört zümreli”
kurucu kadrosu aslında “beş zümreli” olarak da düşünülebilecektir. Hasan Aksoy,
bu fakih hakkında şu bilgiyi vermektedir:
“Dursun Fakih Karamanlı olup Şeyh
Edebâli’nin (ö. 726/1326) damadı ve Osman Gazi’nin bacanağıdır. Şeyh
Edebâli’den tefsir, hadis ve fıkıh okudu; ona mürid oldu ve seyrüsülûkünü onun
yanında tamamladı. Osman Gazi ile birlikte savaşlara katılır ve gazilere imamlık
yapardı. Karacahisar’ın (bugün Eskişehir’in merkez ilçesi merkez bucağına bağlı
bir köy olan Karacaşehir) fethinden (688/1289) sonra Osman Gazi tarafından
şehrin kadılığına ve kiliseden çevrilen caminin imamlığına getirildi. Burada
onun adına ilk cuma hutbesini okudu. Kaynaklara göre bu hutbe Osmanlılar’ın
istiklâl alâmeti olarak okunan ilk hutbedir (…) Yûnus Emre, Âşık Paşa ve
Gülşehrî ile çağdaş olan Dursun Fakih ayrıca Osmanlı devrinin ilk
şairlerindendir. Ona nisbet edilen tek eser olarak tanınan Gazavatnâme, edebî
özelliğinden ziyade dinî mahiyeti ve Eski Anadolu Türkçesi’ne ait ilk
örneklerden biri olması bakımından önemlidir. Sadettin Buluç’un bir tebliğle
tanıtarak özetini verdiği Gazavatnâme’de, Hz. Peygamber’in başta Hz. Ali olmak
üzere Hâlid b. Velîd ve diğer sahâbîlerle birlikte, puta tapan Benî Pinhân
kabilesinin reisi Mukaffa‘a karşı giriştiği savaşlar anlatılmaktadır.
(Âşıkpaşazâde, s. 18)” (Aksoy, 1994: 7-8).
Türklerin Anadolu’yu fethederken harekete geçirdikleri bu beş zümre, bir yerleşme düzeni ve toplum inşası gerektirmektedir. Bu düzenin temel vasfı, toplumun “aile” temelinde inşa edilmesi, halkın geçimliğini temin etmesinin devlet tarafından garanti edilmesi, pazarın kurulması, üretim ve ticaretin helal rızkı aramak davasına bağlanmasıdır. Bu kapsamda Osmanlı’da askerî düzen reâyâ denilen halkın üretim için önündeki tüm engellerin kaldırılmasını esas almaktaydı.
Bu model günümüzde
Türkiye’de işletilmemekte ve vergi vermeyen (aynı zamanda üretmeyen) bir
gençlik “öğrenci” statüsünde teşvik edilmektedir.
Türklerin
Çalışma Felsefesi “Aile İşletmesi” Esası Üzerinde Yükselmiştir:
Türklerin çalışma-üretim zümrelerini
Ahiyân-ı Rûm ve Bacıyân-ı Rûm adlı iki teşkilatlanma hareketi oluşturmaktadır.
Bu iki zümrenin getirdiği model nedeniyle Türk iktisadî sistemi “aile işletmesi”
olarak tesis edilmiştir. Ahi-Bacı sisteminin sadece şehirlerde üretim yaptığı
düşüncesi hatalıdır. İhsan Cora’ya göre ahiler köylerde de örgütlenmişlerdir:
“Ahiler
Anadolu’nun hemen her şehir, kasaba ve hatta köylerinde mevcuttur. Ahiler,
esnaf ve sanatkarların olmadığı köylerde ise “yaren” adı altında
örgütlenmiştir. Şehirlerde ise her sanat kolu için ayrı birlikler kurulmuştur.
Bir meslekte ayrı örgüt kuracak kadar esnaf ve sanatkarın bulunmadığı yerlerde ise
birbirine yakın meslek mensupları aynı çatı altında toplanmışlardır. Daha küçük
yerlerde ise bütün mesleklerin mensupları aynı çatıda toplanırdı. Ahi
birlikleri arasındaki münasebetleri büyük meclis sağlardı. Ülke genelindeki
bütün esnaf birlikleri ise Kırşehir’deki Ahi Evran Zaviyesi’ne bağlıydılar. Bu
zaviyenin başında bulunan Ahi Baba ise bütün sanatkarların piri olan Ahi Evran
Veli’nin halifesiydi. Örgüt bu şekilde bir merkeze bağlıydı” (Cora, 2017).
Ahi ve Bacı’ların erkek
ve kadın örgütleri olarak düşünülmesi Osmanlı toplum düzeni incelendiğinde
yanlış neticeler verecektir. Çünkü Osmanlı’da kadın ve erkeğin iktisadî
faaliyeti bekâr kalmaya müsait değildir. Hatta bu ifadeden hareketle Osmanlı iktisadî
sisteminde erkeğin “erkek işleri” ve kadının da “kadın işleri” denilebilecek
bir iş anlayışı ile hareket ettiğine işaret edilebilir.
Veli Sırım’ın Mikail
Bayram’dan aktardığı gibi Ahi Evran, Müslüman esnaf ve sanatkârları bir birlik
altında toplayarak, sanat ve ticaret ahlâkını, üretici ve tüketici çıkarlarını
güven altına almak suretiyle, onların ekonomik durumunu iyileştirmek, bunun
için de herkesi bir sanat ve meslek sahibi yapmak istemişti. Debbağların piri
ve 32 çeşit esnaf ve sanatkârlar zümresinin lideri olarak bilinen Ahi Evran
tarafından kurulan sanayi sitesinde işlenen derilerin artık yünlerini
değerlendirmek için bir araya gelen, bu yünleri halı-kilim dokumanın yanında
giysi üretiminde de kullanan kadınlar, Ahilerle birlikte eğitim görmüş, pek çok
alanda faaliyet göstermeye başlamışlardır. Bacı Teşkilatı (Bacıyân-ı Rûm) ilk
olarak Ahi Teşkilatı (Ahiyân-ı Rûm) ile aynı zaman dilimi ve çevrede kurulmuşlardır.
Bacıların dikkat çeken, özellikle dönemin ve içinde bulunulan şartların etkisiyle
öne çıkan faaliyet alanlarından biri, Ahi tekke ve zaviyelerine misafir edilen
ve barındırılanların ağırlanmasıyla ilgili hizmetlerdi. Kuruluşundan itibaren
Ahi tekke ve zaviyeleri bu misyonu başarıyla yerine getirirken, Bacılar da bu
mekanlarda misafir edilenlerin iâşe ve ibadetlerinde yerine getirmesinde yardımcı
idiler (Sırım, 2015: 121).
Görüldüğü üzere burada
kurulan kadın teşkilatı, “feminist” bir teşkilat olmayıp “erkek teşkilatının
kadınlar şubesi” gibi hareket etmekte ve işbölümü açısından da “erkek işi”nin
tamamlayıcısı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamıyla Osmanlı çalışma felsefesinde
cinsiyetçi bir iş-kazanç tasavvuru bulunmaktadır.
Türklerin
Çalışma Felsefesi “Helal Kazanç-Doğruluk” Esası Üzerinde Yükselmiştir:
Ahiliğin temel düsturları
fütüvvetnâmelerde yer almaktadır. Radavi Fütüvvetnâmesi’nde hem helal kazanç ve
hem de doğruluk ahiliğin esası olarak zikredilmiştir. Bu bahiste aşağıda
örneklere yer verilmiştir:
“Şeyh şunu desin: Bu sofrayı şeyhim
bana nasıl havale ettiyse ben de sana havale ettim. Sana lâzım olan şudur ki,
bu sofrayı yemekten yoksan kılmayasın. Ama helal yemek olsun. Bir kimseden men
etmeyesin. Eğer sende bir şey bulunmazsa borç alıp güç yetiremeyen bir teklif
durumuna düşmeyesin (…) Bundan sonra şeyh bu ayet-i şerifeyi o yerde okusun:
Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.
Biz Allah için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür
bekliyoruz (76 İnsan 8-9). Ardından da şu ayet-i şerifi okusun: Ey Rabbimiz!
Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için
bayram ve senden bir ayet (mucize) olsun. Bizi rızıklandır; sen zaten rızık
verenlerin en hayırlısısın (5 Maide 114)” (Radavi, 2011: 145).
“Eğer yol atanın sana ne dediğini
sorarlarsa şu cevabı ver: Yalan söyleme, haram yeme, gözle gördüğünü eteğinle
ört, beş vakit namazını kıl, kendi nefsin için neyi istersen mü’min kardeşin
için onu iste” (Radavi, 2011: 245).
“Nakip şunları söyler: Rahman ve
Rahim olan Allah’ın adıyla: Ey ihtiyarlar, tarikat kardeşlerimiz yemeği
pişirdi. Pakdır, tayyibdir, temizdir. Hakkında ne emredersiniz. İhtiyarlar;
niçin bu yemeği pişirdin, derler. Bunun üzerine mürid der ki: Allah için, yola
koyulmam için yaptım. Onlar da derler ki: La ilahe illallah. Biz de bundan
dolayı bu yemeği yeri. Bunun ardından sofrayı kurarlar ve yemeği yerler. Hz.
Resulullah’a dua ederler ve ehl-i iman için, İslâm dini için duada bulunurlar” (Radavi,
2011: 191).
Görüldüğü üzere
fütüvvetnâmelerde ferdin sosyal ve iktisadî hayatı doğruluk ve helal geçim yollarında
durmak esasları ile tanzim edilmektedir. Bu anlamda ihtiyarlar sofraya oturmak
için hem kazancın doğru şekilde elde edilmesini, yani doğru mesleklerle
teminini aramakta, hem de doğru mesleklerden geçim temin edilirken haram kazanç
sayılacak muamelelere sapmama ilkesi getirilmektedir.
Toplumu
Ayakta Tutan Kesim Esnaf, Zanaatkâr, Çiftçi, Çoban, Tüccar Zümreleridir:
Türk fütüvvetçiliğinin
iktisat düşüncesinde toplumu ayakta tutan kesim üreten kesimlerdir. Ancak bu
kesimin ahlâk değerlerini esas alması gerekir. Toplumların üreten kesimi kabaca
beş zümredir: Esnaf, zanaatkâr, çiftçi, çoban, tüccar kesim görevini yapmadığı
takdirde veya görevini yapsa da bunu ahlâk değerleriyle yerine getirmediğinde
sosyal hayat kurulamaz. Bu kesimlerin kendi zümrevî yapılarını da koruması
gerekir. Diğer değişle iktisadî kazancı üretim temelinde ortaya çıkaran bu beş
zümrenin, nüfusa oranı korunmalıdır. Nitekim modern dünyanın tekno-endüstriyel
toplum yapılarına dönüşmesiyle bu dengenin kırıldığı ve üç kesimin ortaya
çıktığı görülür. Bunlardan biri emeklilerdir. Modern dünya geçim fırsatlarını
engelleyerek ya da endüstriyel üretimi bu beş zümrenin faaliyetlerini yok
edecek şekilde yaygınlaştırarak “emeklilik” adı altında bir “atıl toplumsallık”
imal etmiştir. Bu ise sadece kapitalizmin makinelerine bağlı olarak çalışan
yeni parya sisteminde yaşlı kitlenin masrafları karşısında çözüm üretilememesine
sebebiyet vermektedir. İkinci kesim ise yüksek maaşlı “kafa emekçileri”dir. Bu
kesim üreterek değil kitlelerin yönetimini ve metaların üretim-dağıtım-kontrolünü
tesis ederek maaş almakta, tabanda yer alan beş zümrenin çok çok üstünde gelir
elde ederek asıl üretimin artı değerini ele geçirmektedir. Bu model modern tekno-endüstriyel
üretimin piramit karakterli sınıflı topluma uğramasını da kaçınılmaz
kılmaktadır. Nitekim 24.07.2018 tarihli bir haberde emekli sayısının ekonomik
dengeleri bozucu etkisi şöyle verilmiştir: “Türkiye’de 12,3 milyon emekli, 22,4
milyon da sigortalı çalışan var. İdeal oran 1 emekliye 4 çalışan olmasıdır.
Ancak Türkiye’de 1 emekliye karşılık 1,63 çalışan bulunuyor. Bu da SGK’nın
dengesini zayıflatıyor.”
Emekli sayısının çokluğu
yanında, yüksek ücret ve maaşlı kesimlerin ekonomiye etkileri konusunda
sosyolojik araştırmaların yapılması da gereklidir. Osmanlı’da yüksek maaşlı
bürokratların vakıf kurarak servetlerini tekrar millete geri ödemelerini
sağlayan bir kültürel hayat inşa edildiği bilinmektedir. Dolayısıyla Osmanlı’da
yüksek bürokratların servetleriyle topluma yabancılaşmasına izin verilmemekte,
hatta zenginlerin fakirlerle birlikte oturduğu mahallelerden koparak “zenginler
gettosu” oluşturmasına engeller çıkarılmaktaydı.
Modern toplumda dengeyi
bozucu üçüncü kesim ise öğrencilerdir. Türkiye’de lise-lisans-yüksek lisans
seviyesinde yaklaşık 15 milyon öğrenci olduğu düşünülürse ülkede sigortalı
çalışan kesimin ne derece ağır bir yükün altında kaldığı anlaşılacaktır.
Gençliğin esnaf, zanaatkâr,
çiftçi, çoban, tüccar olmaya teşvik edilmesi gereklidir. Zira gençlik bu kesim
içinde göstereceği faaliyetle hayata erken atılmakta, kazancının bereketiyle
mal-mülk sahibi olabilmektedir. “Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu”nu
beyan eden, “Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir, nebîler, sıddîklar ve
şehitlerle beraberdir” (Tirmizî, Buyû 4) buyuran rivayetler de topluma iktisadî
ufkunu göstermektedir.
Ahiliğin
Amacı Topluma İşçi Kazandırmak Değildir:
Türkiye’de çalışma
felsefesi son elli yıllık süreçte kentleşme, üniversiteleşme süreçleriyle
birlikte işçi ve memur kitleyi büyütmekte, hizmet sektöründe çalışanlara
ağırlık vermektedir. Ancak görülmektedir ki, deprem, savaşlar gibi nedenlerle
büyük nüfuslar yer değiştirmekte ve işçi, memur kesimlerin üretimden kopuk
kazanç faaliyetleri gittikleri ülkede onlara iktisadî bir getiri sağlamamaktadır.
Son dönemde geliştirilen “yapay
zekâ” nedeniyle işçi-memur kesimin ülke ekonomilerinde sayısal ağırlığının
azaltılacağı da düşünülmelidir. Bu gerçek karşısında bilgisini sürekli
güncelleyen meslek erbaplarının geleceğin ekonomisinde daha önemli roller
üstleneceği açıktır. Türkiye’de ahilik değerlerinin işçi kesimin “çalışma
ahlâkı” olarak ele alındığı görülmektedir. Oysa ahilik-fütüvvet değerleri
işçileşmeyi değil, işletme sahibi olmayı esas almaktadır. Ahilik-fütüvvet
hareketi “çırak” yetiştirmeyi, topluma işçi kazandırmak olarak görmemektedir. Topluma
esnaf, zanaatkâr, çiftçi, çoban, tüccar kazandırma ülküsü, ahilik-fütüvvetin varlık
alanıdır.
Ahilik, Allah için helal
kazanç eyleminde kardeş olmak anlamına gelirken; fütüvvet ise bu kardeşliğin ve
helal kazancın ahlâk değerlerini ifade etmektedir. Oysa günümüzde “ahilik”
konulu çalışmalarda bu kurumdan istifade etmenin amacı işçi-işveren
ilişkilerini tanzim etmeye yönelmektedir. Ahiliği “dürüst tüccar, işyerine
sadık işçi” veya “üretimde toplam kalite” gibi yaklaşımlarla ele alan görüşler,
ahiliğin gerçekte bir küçük işletme modeli olduğunu görememektedir. Ahi ustası,
geçmişte çok çırak ile çalışmamakta, bir usta olarak topluma kazandıracağı genci
dükkanına kabul etmekteydi. Bu anlamda ahilik felsefesinde “çırak”, kesinlikle “işçi”
değildir. Ne var ki, çalışma ekonomistleri ahiliğin çırak eğitimini “işçileştirilmiş
emek gücü” olarak ele almaktadır. Ahiliğin felsefî temeli olan fütüvvet, “Allah
için topluma hizmet etmek, helal kazanarak karşılık beklemeden millete sofra
açmak” hikmeti ile yaşamayı teklif ederek geçmişte toplum inşa etmiştir. Bu felsefe
günümüzde kaybedilmiştir.
- Aksoy Hasan, Dursun Fakih, TDV İslâm
Ansiklopedisi, Cilt: 10, ss: 7-7, 1994
- Cora İhsan, Örgütlerin Yönetimi açısından
Ahilik Örgütüne Genel Bir Bakış; Tarihi Bir Araştırma, Karadeniz Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 16, ss: 251-279, 2017
- Çalış Şaban, Üniversite Üzerine, Mülakat soruları:
Serhat Buhari Baytekin- Üzeyir Tekin, Muhafazakâr Düşünce Dergisi,
Dosya: Akademide Sorun Ne, Yıl: 9 Sayı: 35, Ocak-Şubat-Mart 2013
- Kaşıkçı Osman, Osmanlı Devleti’nde Vezir-i
Azam (Sadrazam), Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları
Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 2, ss: 127-134, 2015
- Öz Mehmet, Reâyâ, TDV İslâm Ansiklopedisi,
Cilt: 34, ss: 490-493, 2007
- Radavî, Fütüvvetnâme-i Tarikat, TDV Yayınları,
Hazırlayan: Osman Aydınlı, 2011
- Sırım Veli, Osmanlı Kadınının Ekonomik
Hayata Etkin Katılımı: Bacıyân-ı Rûm Örneği, Hak-İş Uluslararası Emek ve Toplum
Dergisi, Cilt: 4, Yıl: 4, Sayı: 8/1, 2015
- Türkiye Gazetesi, 12 milyon emekliyi
sistem zor taşıyor, İnternet erişim: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/ekonomi/573060.aspx
, 24.07.2018