Muhafazakârların Sekülerizmi
Muhafazakârlar kamusal alan mücadelesi vererek daha önce varlık buldukları iktisadî alanı kaybettiler. Evlatlarının ticaret-zanaat ehli olmasını, çiftçi-çoban olmasını istemeyen muhafazakârlar, onların kendileriyle aynı değerleri savunmayan bireyler olduğunu görmeye başlamıştır. Muhafazakârların 1970’den beri verdikleri mücadele iki neticeye yol açtı:
1) Kendi evlatlarıyla aynı değer dünyasına sahip olamayacak derecede savrulma yaşandı.
2) Ticarî-zıraî kazanç elde etme bilgisini kaybettiler.
Muhafazakâr kadro (1970-1985) kamusal alanda elde ettiği kazançlara karşılık Anadolu’da varlık tesis eden bin yıllık aile (tedbiru’l menzil) sistemini takas etti; bu bir kaybediş idi.
Muhafazakârlar kamusal alanda varlık bulmayı yeni bir dünya inşa etmenin aracı olarak değil, seküler kesimlerin hayat tarzlarının “Müslümanca yaşanması”nın imkânı olarak gördüler. “Boğaz’da kadeh kaldırma”yı eleştirirken “Boğaz’da coca cola bardağı ile poz vermeyi” hedeflediler. Muhafazakârların seküler kesime bakarak eleştirdikleri tüm kültür öğeleri onun yerine ikame edilmiş “Müslümanca” nesnelerle doldurularak benimsendi. Bu yolla seküler hayatın alternatifi ortaya konulamıyor ama sekülerlikle kavga da (sözde) sürdürülmüş oluyordu.
Muhafazakârlık seküler kesimin “toplumsal değişim” siyasetine itiraz ederken, küresel kapitalizmin İslâm dünyasındaki “toplumsal değişim” programlarına itiraz etmiyor. Türk muhafazakârlığının asıl derdinin “sermayenin yöneticisi kim olacak” sorusundan doğduğu söylenebilecektir.
İslâmcılık ideolojisi Sezai Karakoç’ta Doğu (sosyalizm)-Batı (kapitalizm) dışındaki üçüncü ideoloji idi. Fakat bugün İslâmcılık ideolojisinin küresel kapitalizme karşı ortaya koyabildiği bir model yoktur. Bu nedenle İslâmcılık günümüzde muhafazakârdır (sermayeci, batılılaşmacı, conformist).
İslâmcılık 1960’lardan itibaren bu ideolojinin çilesini çekmiş aydınların etrafında 2000’li yıllarda “varlık” kazanabildi. Günümüzden geleceğe bakıldığında ise ideolojisinin çilesini çekmekte olan bir aydın tipi yetiştirmiş değildir.
Bir sempozyumda Sezai Karakoç konuşan İslâmcı yazar, başka bir sempozyumda Nurettin Topçu’nun “İslâmcı” olduğundan bahsedebilmektedir. Aynı yazarın başka sempozyumda “şehirlerin ruhu” hakkında bildiri verdiğini ve başka bir sempozyumda Kemal Tahir üzerine konuştuğunu görebiliyoruz. Hatta bu aydın tipi, Anayasa çalıştaylarında (hukukçu olmadığı halde) görüş bildirmektedir. İslâmcı aydın bugün sempozyum aydınıdır. İslâmcılar bütün sempozyumlarda aynı kişileri konuşturarak fikir teatisinin önünü kapamakta, yeni bir seçkinleşme kategorisi imal etmektedir.
Bir aydının pek çok konuda görüş verecek şekilde kendini yetiştirmiş olması mümkün ise de bunun eser verme (kitap veya makale yayımlama) bakımından bir ölçütü (kriteri) olması gerekli değil midir? Hakkında kitabı veya makalesi olmayan konularda bir aydını görüş vermeye davet etmek, problemli değil midir?
Muhafazakâr aydınlar içinde sayılması gereken İslâmcı aydının Türk tarihini de okuyamadığı ortadadır. Örneğin Selçuklu-Osmanlı devlet sistemleri, fütuhatı (fetih siyasetini) ticarî alanı (pazarı, üretim sahalarını) hâkimiyet altına alma mantığı ile yürütmüştü. Böylece geçim tutan bir toplum da inşa ediliyordu. Bu modelde iktisadî olanın içtimaî olanla birlikte ele alınmasını ve “ahlâk nizâmı” tasavvurunun tecelli ettiğini görmekteyiz. Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli’nin asıl işlevi, bu tasavvura yönelerek iktisadî alanı örgütlemekti. Nitekim Hacı Bayram-ı Veli’nin “şehir” inşa ettiği, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ise “musahipleşmiş topluluklar” ile “Kırklar sistemi” geliştirdiği görülmektedir.
Türk muhafazakâr aydınları ise zikri geçen sufi önderlerin metodolojisini değil, tekkelerini öne çıkarmaktadır. Muhafazakârlar tasavvuf güzellemesi yaparken Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli’nin iktisadî alanı belirleyici bir toplum inşası peşinde olduğunun farkında değildir. Onlar meseleyi “dindar kadro” kapsamında ele aldılar/alıyorlar.
Yûnus Emre’nin Hacı Bektaş-ı Veli’ye gelip buğday istemesi, iktisadî alanın Türkmen dervişlerce örgütlendiğini göstermektedir. Hz. Peygamber de Medine’de önce iktisadî alanı düzenlemiş ve hatta Bedir Savaşı, bir “pazar savaşı” olarak meydana gelmişti. İslâmcılar bu gibi meselelerde karşılaştırmalı yaklaşımla tarih okuması yapmadığından kültüralist yaklaşımlarla tarihi ele aldılar ve adeta dizayn ettiler. Kurumları ve dindarlığı öne çıkararak gerçekleştirdikleri bu tarih okuması objektif olmaktan da olguları izah etmekten de uzaktır.
“Muhafazakâr kesim seküler kesimden farklı bir iktisadî yol tutamadı.” demiştim. Muhafazakârlar tasarruf yapamadılar. Böylece ticari sahada oyuncu olamadılar. Onlar evlatlarının doktor, hukukçu, mühendis olmasını istediğinden ticaret, zanaatkârlık, çiftçilik son 40 yıldır bu kesimde “aşağı” görülmektedir. Hz. Musa’nın saraydan gelerek çoban kızla evlenmesini dikkate almayan muhafazakârlar evlatlarını “okutarak” İslâm Medeniyeti tesis edeceklerini düşünmektedir. Bu hayret verici bir “gelecek vizyonu”dur. Ayrıca yine hayret verici bir “nebevî hikmet”ten kopuş örneğidir. Fârâbî, Kâtip Çelebi okuyan bu İslâmcı kadro, iktisadî sahada oyuncu olunmadan medeniyet kurulamayacağını nasıl görmez? Muhafazakâr-İslâmcı aydın “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” hadisini okuduğu halde, medeniyet tasavvurunu öğrenci kitlenin üstüne yükleyerek büyük bir yanılgıya düşmüştür.
Muhafazakâr aydınların pek çoğu “tedbiru’l menzil” kavramını bilmediği halde “Medeniyet” kavramından bahsederek tefekkürün çilesinden uzak bir retorikçi olarak yazmaktadır.
Muhafazakâr-İslâmcı teori, kadroları sekülerleşirken özeleştiriye ihtiyacı olduğunu görmemekle büyük bir açmaza girmiştir.