Giriş:
Bu makalede Kur’an’da beyan
edilen Zülkarneyn kıssası sosyolojik nazarla ele alınacak ve eski Türk
toplumunun içtimaî hayatı üzerinden anlaşılmaya çalışılacaktır. Kur’an’da zikri
geçen peygamberler Hz. İbrahim’den itibaren Hz. Nuh’un oğlu Sâm’ın nesebinden
gelmektedir. Bu durum gerek İsrailoğullarının gerekse Arapların dini kavmiyetlerine
mahsus kılmalarına ve diğer “kavimlere peygamber gönderilmediği” şeklinde
söylem geliştirmelerine yol açmaktadır. Nitekim Arap-Eş’arî aklına bağlı olarak
Sâmî kavimlerin yerleşme bölgelerini yedi iklim içinde en ideal coğrafya sayan
ve bu bölgeleri (Endülüs, Akdeniz çevresi, Arabistan, Mezopotamya) “medeniyetin
beşiği” gören İbn Haldun, “İslâm dininin Araplara geldiği” iddiasında
bulunmakta ve peygamberlerin sıcak iklimlerle (1 ve 2. iklimler) soğuk iklimlere
(6 ve 7. iklimler) gönderilmediğini iddia etmektedir.
İbn Haldun, “İslâm’ın
Arap dini olduğu” iddiasını şöyle ifade etmiştir:
“Din,
(menşe ve zuhur itibariyle) Arap dinidir. Bu dinin ve şeriatın sahibi
(Muhammed) de Arap’tır.” (İbn Haldun, 2009: 994).
İbn Haldun, peygamberlerin ılıman iklimlere
gönderildiğini ifade ederek coğrafya kavmiyetçiliği yapmakta ve bunu şöyle dile
getirmektedir:
“Dördüncü iklim yer yuvarlağının en mâmur yeri olmuştur. Bu
dördüncü iklimin iki tarafında olan üçüncü ve beşinci iklimler mutedil
bölgelere en yakın, bunların iki yanındaki ikinci ve altıncı iklimler itidal
dairesinden uzak, birinci ve yedinci iklimler ise, itidal dairesinden en uzak
iklimlerdir. Bundan dolayı, hüner ve sanatlar, güzel yapılar ve giyimler,
yiyecek maddeleri ve meyvalarla hayvanlar, yer yuvarlağının ortasındaki bu üç
iklimde (3,4,5) yetişen bütün diğer şeylerden mutedillik ve üstünlük
hususiyetlerini kendilerinde toplamışlar ve bu iklimde yaşayan kişiler,
tenleri, renk, çehre, ahlâk ve dinleri gibi cihetlerden olan yüksek özelikleri
ile başka iklimlerin ahalisinden ayrılmışlardır. Peygamberlerin ancak bu iklimlerin kişileri arasından seçilerek
gönderilmesi ile de [bu iklimler] diğer iklimlerden ayrılmışlardır (…) Peygamberler ancak yaratılışları ve
ahlâkları yönünden en mükemmel olan insanlar arasından seçilir. Tanrı bu iklimlerde yaşayanlar hakkında:
‘Siz insanlar için örnek olan hayırlı bir kavim oldunuz’ buyurur. Bu iklimlerin ahalisinin böyle yüksek ve
üstün özelliklerle yaratılmasının sebebi Tanrı tarafından kendilerine
gönderilen peygamberlerin dine çağrışım kabul edebilmeleri içindir. İklimleri
mutedil olduğu için bu iklimlerin kişileri en mükemmel insanlardır.” (İbn
Haldun, 1997: 193-194).
Ancak İbn Haldun’un bu görüşü, Kur’an’da bütün kavimlere
peygamber gönderildiğine dair beyan nedeniyle hakikate yaslanmayan batıl bir
görüştür. Dolayısıyla İbn Haldun’un iklim teorisi üzerine bina ettiği din
sosyolojisi ve tarih felsefesi muteber sayılmamalıdır. Bununla beraber
müfessirlerin bir kısmının “Peygamberlerin Sâm’ın neslinden, kralların ise
Yafes’in neslinden geldiği” hususunda bir hadise dayandığı görülmektedir:
“Ahmed
b. Hanbel’in el-Müsned’inde, “Sâm
Araplar’ın, Yâfes Rum’un, Hâm da Habeşliler’in atasıdır” meâlinde bir hadis
nakledilmektedir. Gemide uyuyamayan Nûh, (güvertede-LB) Sâm’ın göğsüne
yaslanarak uyur. Rüzgâr onun örtüsünü uçurur ve Nûh çıplak kalır. Bunun üzerine
Sâm ile Yâfes babalarını örterler, Hâm ise yüksek sesle güler ve babasını
uyandırır. Nûh uyanınca şöyle der: ‘Sâm’ın neslinden peygamberler, Yâfes’in
neslinden krallar ve kahramanlar, Hâm’ın neslinden de siyah köleler çıkacaktır.’
İslâmî kaynaklara göre Hz. Nûh tûfan sonrası yeryüzünü oğulları arasında
paylaştırınca Türkler’in atası olan Yâfes’e Doğu ülkelerini ve Rum diyarını
vermiştir” (Harman, 2013: 175).
Bu rivayet ekseninde düşünüldüğünde gerek
İsrailoğullarının gerekse Arapların insanlık tarihinde etkili devlet
(imparatorluk) kurmaktaki zafiyetleri anlamlı olmakta ve karşılık olarak
Türklerin tarihe niçin “devlet kurucu” olarak çıktıkları da izaha kavuşmaktadır.
Nitekim Kur’an’da bir ayette İsrailoğulları’nın Allah’tan bir kral göndermesini
istedikleri beyan edilmektedir:
“Musa’dan sonra İsrailoğulları’nın ileri gelenlerini
görmedin mi? Peygamberlerinden birine ‘Bize bir hükümdar gönder de Allah
yolunda savaşalım’ dediklerinde o, ‘Üzerinize savaş farz kılındığında
savaşmayacağınızdan korkarım’ cevabını verdi.” (2 Bakara 246).
Türkler ise savaştan
korkmayan bir kavim olarak Sâmî kavimlerinden ayrılmaktadır. Savaşmayı bir düğün,
bir bayram gibi kabul eden bu kavme, canlarını korkusuzca vermeleri nedeniyle
Allah’tan bir bağış olarak “devlet” nimeti verilmiştir.
Meseleye sosyolojik olarak bakıldığında insanlığın
üç içtimaî tip üzerinden ele alınabileceği ortaya çıkmaktadır: 1) Ruhban
toplumları, 2) Hakan toplumları, 3) İşçi toplumlar. Bu üç kategori, toplumların
seciyesini (karakterini) belirlemekte ve içtimaî-siyasî yapının da
şekillenmesini temin etmektedir. Buna göre bir toplumda ruhbanlığın yükselmesi,
sermaye birikimi ile birlikte gerçekleşmekte ve toplumsal hiyerarşide asketik münzevi
tiplerin (servet yığan rahipler, cimriliği paganlaştırmış kapitalistler) siyasal
sistemi ele geçirmesini mümkün kılmaktadır. Avrupa’da ortaya çıkmış ruhban
iktidarının (Kilise feodal kapitalizminin) bu kapsamda değerlendirilmesi
mümkündür. Diğer yandan bir toplumda alp-civanmert-passioner şahısların çokluğu
ise toplumsal hiyerarşinin “hakan” modeli temelinde belirlenmesini mümkün kılmaktadır.
Toplumların içindeki ruhban/hakan/işçi karakterli tiplerin etkinliği veya
yoğunluğu, içtimaî yapıyı da belirlemektedir. Örneğin Mehmet Âkif’in eleştirisine
muhatap olan son dönem Osmanlı toplumu ruhban karakterin etkisi altına girerek
Osmanlı’nın kurucu (Gaza Devleti) ideolojisini kaybetmişti:
“Sofuluk satıyorsun elinde boy boy teşbih/Çevrende
dalkavuklar; tapınır gibi lâ-teşbih/Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar riya/Şekil
yönünden sanki; Ömer’in devri güya/Herkes namaz oruçta; hepsi sözünü dinler/Zikir
Kur’an sesinden yerler ve gökler inler/ Ha bu din iman takva; inan ki hepsi
yalan/Sen onları kendine taptırırsın vesselam/Derdin davan sadece hep nefsi
saltanatın/Şimdilik putu sensin tapılan menfaatin/Hey kukla kafalı adam dinle
sözümü tut/Bunların dilinde Hak; ama kalbi dolu put!” (Mehmet Âkif).
Zülkarneyn kıssası “Hakan toplumu” tasavvuruna uygun bir içtimaî sisteme işaret etmektedir. Aşağıda bu yargı temellendirilecektir.
Zülkarneyn ve Hakan Toplumlarının Sosyolojisi:
İmam
Mâtürîdî, Zülkarneyn hakkında şu bilgileri verir (özetleyerek aktardım):
“Zülkarneyn hakkında ihtilaf
edilmiştir. Hasan-ı Basrî ‘Zülkarneyn peygamberdi’ demiştir. Hz. Ali, ‘Zülkarneyn ne peygamberdi ne de hükümdardı’ demiştir. Bunlardan
başkaları ise Zülkarneyn’in hükümdar olduğunu ifade etmiştir. En ağır basan
ihtimal, Zülkarneyn’in bir hükümdar olduğudur. Kur’an’daki ‘Gerçekten biz onu
yeryüzünde iktidar sahibi kıldık’ (18 Kehf 84) beyanına bakılınca onun hükümdar
olduğu anlaşılır. Ancak hükümdarlar belli bir coğrafyada iktidarlarını tesis
etmekte iken Zülkarneyn’in durumu farklılaşır. İşaret ettiğimiz (18 Kehf 84)
ayeti, ‘Biz onu bütün yeryüzüne hükümdar yaptık’ anlamına gelir. Bu beyanda,
dilediğini yapmak üzere yeryüzünün tamamının emrine verildiğinden ve herhangi
bir köşesinin istisna edilmeyip yeryüzünün tümüne hükümdar olduğundan söz
edilmektedir.” (İmam Mâtürîdî, 2020: 131-132).
Kur’an’da
“yerleşik olmayan hükümdarlık” tipi olarak Zülkarneyn kıssası gösterilebilir. Zülkarneyn
yeryüzünü dolaşan hükümdar tipidir. Bu hususu Kur’an şöyle beyan ediyor:
“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar sahibi kıldık,
ona her şey için bir yol öğrettik. O da bir yol tutup gitti. Nihayet güneşin
battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar (gibi) buldu. Orada bir kavme
rastladı. Bunun üzerine biz, ‘Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya
haklarında iyi davranma yolunu seçeceksin’ dedik.” (18 Kehf 84-86).
İmam Mâtürîdî, bu ayetleri şöyle izah ediyor:
“Allah ona iktidarı ve hükümranlığı düzgün kılacak
olan sebebi vermiş ancak bunun ne olduğunu bize beyan etmemiştir. Yeryüzünde
dolaşırken bir kavme rastladı. Bazıları şu açıklamayı yapmışlardır: [Bu kavmin
bir kısmı kâfir, bir kısmı da mümindi. Allah Teâlâ kâfirler hakkında onları cezalandırma
ve müminler hakkında da onlara iyi davranma yolunu seç’ buyurmuştur. Bazıları
da şöyle demiştir: Bu kavmin tamamı kâfirdi. Bu durumda ayetin yorumu, ‘senin davetine
icabet etmezlerse onları cezalandır veya davetine icabet edip Allah’a iman
ederlerse haklarında iyi davranma yolunu seç’ şeklinde olur.] Bunun üzerine
Zülkarneyn, Allah Teâlâ’nın kâfirler hakkındaki âdetinin katl ve helâk etme,
müminler hakkında da helâk etmeyip ihsanda bulunma olduğuna dair bilgisine
dayanarak böyle davranmıştır.” (İmam Mâtürîdî, 2020: 134-136).
Görüldüğü üzere Zülkarneyn davet edilmekle görevli
olduğu toplumlara kendi içinden çıkarılmış bir tebliğci değildir. O, zalim
kavimlerle yeryüzünü dolaşırken karşılaşmakta ve onların durumuna göre tavır
almaktadır. Oysa Kur’an’da diğer peygamberler yerleşik siyasal sistemlerle
birlikte zikredilmektedir. Örneğin Hz. Süleyman’ın pagan kavimden haber alması
Hüdhüd kuşu vesilesiyle gerçekleşmiştir. Oysa Kur’an’da Hz. Süleyman’a rüzgârla
hareket eden vasıtalar verildiği, cin ve şeytanların kendisine boyun
eğdirildiği, yanındaki bazı kişilerin eşya nakletme ilmine sahip bulunduğu
beyan edilmektedir. Peygamberler arasındaki bu fark, toplumların yapısının
farklılığını ve karakterlerin birbirine benzemezliğini de ortaya koymaktadır.
Zülkarneyn’in yeryüzünü dolaşarak toplumları tevhid
dinine çağıran bir “hakan” olduğu Kur’an’ın beyanından ortaya çıkmaktadır. Bunun
iki sonucu bulunmaktadır: 1) Cihan Devleti Tasavvuru: Zülkarneyn’in İmam
Mâtürîdî’nin görüşüne göre “bütün yeryüzünde yetkili kılınması”, onun “cihan
hâkimiyeti” tasavvuru ile hareket eden bir devlet teorisine sahip bulunduğunu
gösterir. Zülkarneyn’in “devlet” inşası (18: 84-86) ayetlerindeki kavramlardan
dolayı söylenebilecektir. Bir cihan devleti, üç unsur üzerinde
somutlaşmaktadır: a) Askerî ve siyasî hâkimiyet, b) Adaletin temin edilmesi, c)
Nüfus. Cihan devleti karakteri taşımayan devletlerde ise bu üç unsura “toprak-ülke”
de eklenebilecektir. Zülkarneyn’e “Biz,
‘Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya haklarında iyi davranma yolunu
seçeceksin’ dedik.” (18: 86) buyurulduğuna göre onun karşılaştığı kavimleri
hükmü altına alıp, onlara belli bir “vahyî töre (kanun)” ile hükmettiği
ortadadır; 2)
Tanrı’nın Yeryüzündeki Hükümdarı Misyonu: Mevdudi, Tefhimu’l Kuran adlı tefsirinde Zülkarneyn’in Kisra olduğunu
iddia etmektedir. O, bu kıssayı şöyle anlamlandırır (özetleyerek aktardım):
“Zülkarneyn’in
kim olduğu tartışmalı bir konudur. Müfessirlerin çoğu onun Büyük İskender
olduğu görüşündedir. Biz onun büyük ihtimalle Kisra Haris (Hüsrev) olduğu
görüşünü kabul ediyoruz (…) Zülkarneyn ‘iki boynuzlu’ anlamına gelmektedir. Zülkarneyn’in
fetihleri doğudan batıya, daha sonra üçüncü bir yöne (kuzeye veya güneye)
yayılmıştır. Bu şahıs krallığını korumak için sağlam
bir duvar yapmıştır. Ayrıca bu kral Allah’a ibdet eden ve adil bir yönetici
olmalıdır. Bu özellikler Kisra’ya uymaktadır. Çünkü Kitab-ı Mukaddes’e göre
Daniel Peygamber, rüyasında Medya ve Fas krallıklarını Yunanlıların
yükselişinden önce iki boynuzlu bir koç şeklinde görmüştür. Kisra’nın fetihleri
batıda Anadolu ve Suriye’ye, doğuda Belh’e kadar uzanmıştır. Kisra’nın krallığı
kuzeyde Kafkasya’ya kadar genişlemiştir. Yecüc-Mecüc ise eski zamanlardan beri
yerleşik imparatorluk ve devletlere saldırı düzenleyen Tatar, Moğol, Hun, İskit
kabileleridir.Kafkasya’nın kuzeyinde Asya kabilelerinin gelişini önlemek için
sağlam siper ve duvarların Kisra tarafından yaptırıldığı da bilinmektedir.
Kitab-ı Mukaddes’te Kisra’nın İsrailoğullarını ibadet etmeleri konusunda serbest
bıraktığı, Süleyman Tapınağı’nın yeniden inşa edilmesini emrettiği, adil ve
Allah’tan korkan ve ibadet eden bir kral olduğuna dair bilgi verildiği ifade
edilmektedir. Bu özellikleri taşıyan bilinen başka bir hükümdar bulunmaması
nedeniyle M.Ö. 549’da tahta geçen Pers Kralı Kisra’nın Zülkarneyn olduğu
söylenebilecektir.” (Mevdudi, 2005:
192).
Mevdudi’nin Zülkarneyn’in Pers Kralı Hüsrev olduğu
tezini ispatlayamadığı, sadece zan ederek böyle bir sonuca vardığı açıktır.
Zülkarneyn’in diğer başka yorumlarda kimi âlimler onun İskender, kimisi de Oğuz Kağan olduğu yolunda görüş belirtmektedir. Ancak Kur’an’da onunla ilgili verilen bilgiler bu ihtimalleri bertaraf etmektedir. Öncelikle bu şahıs kendi kavmine gönderilmemiştir. İkinci olarak Kur’an’da adı verilmeyen bir kavmi Yecüc-Mecüc’den korumak için “iki dağ arasında” dış tehditlere kapalı bir beldeye yerleştirmiştir. Üçüncü olarak da bu şahıs ayetlerde Allah’ın tevhid dinini (Hanifliği) toplumlara tebliğ eden bir kahraman olarak zikredilmiştir. İskender’in tevhid dinini tebliğ ettiğine dair bir bilgi bulunmadığından onun Zülkarneyn sayılması zandan öteye geçmez. Oğuz Kağan’ın babasıyla tevhid dini için harb ettiği ve değişik kavimleri hâkimiyeti altına almak için doğuya ve batıya sefer eylediği bilinmekte ise de bu şahsiyetin Zülkarneyn olma ihtimali yine zayıftır. Zira Oğuz Kağan kendi kavmi içinde “hakanlık” faaliyeti yürütmüştür. Oysa Zülkarneyn’in hakanlık faaliyeti yabancı kavimlere yönelmiş görünmektedir. Ayrıca ayetlerin ruhundan onun bir kavmi dağlar arasına yerleştirdikten sonra o kavimle yaşamadığı çıkarılabilecektir. Büyük ihtimalle o, iki dağ arasına set çektikten sonra yoluna devam ederek tebliğ faaliyetine devam etmiş, dağlar arasında kalan kavim ise orada uzun yıllar kalarak nüfus bakımından güçlendikten sonra Ergenekon’dan çıkmıştır.
Zülkarneyn’in bir kavimle birlikte kalmadığı hususu,
onun Kur’an’da “yol tutup gitti”ği hakkında farklı ayetler nedeniyle söylenebilecektir:
“O da bir yol tutup gitti.” (18: 85), “Nihayet güneşin battığı yere varınca”
(18: 86); “Sonra yine bir yol tutup gitti” (18: 89); “Nihayet güneşin doğduğu
yere ulaşınca” (18: 90); “Sonra yine bir yol tuttu” (18: 92); “Nihayet iki dağ
arasına ulaştığında” (18: 93).
Zülkarneyn, iki dağ arasındaki kavme gittiğinde dillerini
kimsenin anlamadığı bir kavimle karşılaştı. Bazı müfessirler “iki dağın ötesinde
hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.” (18: 93) ayetini “Onlar hidayeti sapkınlıktan,
hayrı şerden ayıramayan vahşi bir kavimdi” şeklinde yorumlamıştır. Fakat bu
yorum ayetin arkasından gelen ayetle çelişmektedir:
“Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Yecüc ve
Mecüc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için
sana bir bedel ödesek kabul eder misin?” (18 Kehf 94).
Görüldüğü üzere bu kavim hem Yecüc-Mecüc gibi iki
zorba kavimden kurtulmak için Zülkarneyn’den yardım istemekte hem de bu iş için
bir bedel ödemeye hazır olduklarını belirtmektedir. Böyle olunca zikri geçen
kavmin elinde bedel ödemeyi mümkün kılan bir değer (para, altın, gümüş, ticarî
meta) bulunmalıdır. Bu gerekçeyle “iki
dağın ötesinde hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.” (18: 93) ayetinin manası,
İmam Mâtürîdî’nin yorumladığı gibi olmalıdır:
“(…) ‘İki
dağın ötesinde nerede ise
hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.’ ayeti hakkında bazıları şöyle
demiştir: ‘Onlar kendi dillerinden ve sözlerinden başka hiçbir dili ve sözü
anlamıyorlardı. Zülkarneyn ise bütün dilleri biliyordu.’ Bu kavim Zülkarneyn’in
ne dediğini, Zülkarneyn de onların söylediklerini anladı.” (İmam Mâtürîdî, 2020:
139).
İsmail
Hami Danişmend, Zülkarneyn kıssasının Türklerle ilgili olduğunu ifade ederek şu
izahı yapmaktadır:
“(Ayette) ‘Onlar
dediler ki’ şeklinde bahsedilenler, iki dağ arasındaki geçidin önünde ‘Yecüc ve
Mecüc’ taifelerinden şikâyet edip akınlarına mâni olacak bir sed yapılmasını
isteyen insanlardır. Kur’an’da bunların kendi dillerinden başka hiçbir dil
bilmediklerine işaret edilir. (İmam Khazin), eshaptan (İbni Abbas)’a isnad
olunan bir rivayete istinaden bu kavmin Türk olduğundan,
kendi dilinden başka ‘hiçbir dil bilmediğinden ve onların dilini de hiç
kimsenin anlamadığından’ bahsediyor ve İslâm tefsirine ‘Türk’ bahsi ilk defa
olarak işte bu münasebetle girmiş oluyor (…) Tefsirin ‘Türk’ saydığı millet Yecüc
ve Mecüc taifesi değil, bilakis o taifenin mazarratından şikayetçi olan ve
dağlar arasındaki geçidin önünde, yani dışında bulunan millettir. Bu izaha
nazaran, Türk ırkıyla Yecüc ve Mecüc taifesi arasında hiçbir münasebet yok
demektir.” (Danişmend, 1959: 114-115).
İsmail Hami Danişmend, Osmanlı müfessirlerinden Vânî
Efendi’nin bu konudaki görüşünü de nakleder:
“Vânî Mehmed Efendi’nin Yecüc ve Mecüc
bahsinde (…) Arais ül-Kur’an tefsirinin ikinci
cildinin 250’nci yaprağında (Oğuz-Han) dan bahsederken şöyle bir fıkrasına
tesadüf edilir: Türkler, Kur’anda bahsi geçen (Zülkarneyn)’den maksat onun Oğuz-Han
olduğunu söylerler ki, bu hususta tereddüdü mucib olacak hiçbir nokta yoktur.’ Arap
müfessirlerinin Yecüc
ve Mecüc’u Türkleştirmelerine
mukabil, (Vânî Efendi) işte bu ifadesiyle aksini iltizam ederek Yecüc ve Mecüc’a karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran Zülkarneyn’i
Türkleştiriyor.” (Danişmend,
1959: 133).
Dikkat edilirse bu makalede ileri sürülen tez, Zülkarneyn’in
etnik kökeninin belirsizliğidir. Onun İskender, Kisra Haris (Hüsrev), Afrasiyab, Oğuz Kağan, Mete gibi tarihi şahsiyetler
olduğu yorumu da hata verecektir.
Sonuç-Zülkarneyn
Kıssasının Türk Sosyolojisi Bağlamında Yorumu:
Sosyolojik nazarla Zülkarneyn kıssası şöyle yorumlanabilir: Türkler yerleşik iken Yecüc-Mecüc baskısına uğradılar ve onlara bir “göçebe rehber” gönderildi: Zülkarneyn. Allah’tan indirilmiş bilgiyle hareket eden bu rehber Türklerin diğer kavimlerden ayrı bir kültür sahibi olmayı talep etmesi üzerine onlara dağlar arasında ulaşılmaz bir belde hazırladı. Ancak bu işi sağlamak için insan gücü gerekli olduğundan Türklere “Siz bana kuvvetinizle destek olun da sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.” (18: 95) dedi. Türk kavmi yerleşik bir kavim iken “demirci” bir kavim olmayı bu safhada öğrendi. Ayet, bu kavmin demir işlemeyi nasıl öğrendiğini şöyle beyan eder: “Dedi ki: ‘Bana, demir kütleleri getirin. Nihayet (vadiyi demirle doldurup) iki dağın arasını aynı seviyeye getirince, ‘Ateşi körükleyin!’ dedi. Artık onu kor haline getirdiği vakit, ‘Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim’ dedi.” (18: 96). Anlaşılacağı üzere tarımcı bir toplum olan Türkler, kendilerine “emin belde” inşa etmek amacıyla Zülkarneyn’den yardım isteyince bütün iktisadî faaliyetlerini değiştirdi ve iki dağın arasını demirle kapatacak hammaddeyi tedarik etti. Hammadde tedarik edilince Zülkarneyn onlara demir ile bakırı karıştırarak daha sert bir metal elde etmenin bütün sırlarını öğretmiş oldu. Türklerin kendilerini dağlar arasında kapatması, İsrailoğulları’nın çölde 40 yıl kalmaları gibi bir olaydı. Ancak bir fark vardır: İsrailoğulları çöle peygamberlerine isyan etmeleri neticesi savrulmuştu. Oysa Türkler Yecüc-Mecüc ile savaşmayı öğrenmeyi mümkün kılacak bir zamanı kazanmak için bu kapanmayı (gönüllü sürgünü) kendileri talep etmişti. Zülkarneyn’in rehberliği ile Türkler “tarımcı” yaşam biçiminden koparak dağların ardına çekildi ve doğal olarak geçim modelleri değişti. Dağ yaşamı onları hayvan yetiştiriciliğine sevk etti. Büyük ihtimal ki, bir tevhid önderi olarak Zülkarneyn, Türklerde “kutsal dağ” düşüncesini yerleştirdi. “Dağda kurban” ritüelinin kökeni de Zülkarneyn olmalıdır. Türkler dağların kapattığı bölgede at, geyik gibi hayvanları da evcilleştirdi. Bu hadise bir tür hicret eylemi idi. Türkler kendilerine gönderilmiş Zülkarneyn’in tevhid hizmetinde yaşam biçimini örnek alarak demirci-çoban olarak insanlık tarihine hazırlandı. Diğer ifadeyle Türklere “göçer-evli” hayat biçimini temin eden bilgi Zülkarneyn tarafından öğretildi. Bu hayat biçimi insanlık tarihinde görülmeyen bir “uygarlık” modeli geliştirdi: Bozkır uygarlığı. İnsanlık tarihinde sadece Zülkarneyn’in “göçer evli-demirci peygamber” olarak Kur’an’da anıldığı söylenebilecektir. Diğer peygamberler arasında “demirci” olanlar, yerleşik uygarlıkları inşa etti. Örneğin Davud (as), bu perspektifle ele alınabilecektir. Dolayısıyla Türklerin Zülkarneyn’den aldıkları bilgiyle yerleşik hayat yerine “çoban-demirci, göçer-evli” hayatı seçmesinde bir tür ilahî sevk vardır. Türklerin Yecüc-Mecüc’e karşı içlerinde yaşadıkları korku, dağ yaşamının koşullarında bertaraf edildi. Ayrıca artık ellerinde kimsenin bilmediği bir zanaat vardı: Demircilik. Demir bir savaş teknolojisi vasıtası idi. Bu kıssa, Türklerin niçin tarih boyunca “Allah için sürekli harb” kültürüyle yaşadıklarını ve törelerinin niçin çağlar boyunca devlet kuran aileler teşkilatlanması olduğuna da izah getirmektedir. Türkler bu geçen süreçte boylar halinde örgütlendi, ahlâk değerlerini toplumsallaştırdı ve Fârâbî’nin “toplumun kuruluşunun fazilet temelinde olması” ilkesine mutabık bir sosyal siyaset geliştirdi. Böylece İbn Haldun’un “toplumlar asabiyetle kurulur, asabiyetler mülk için birbiriyle çatışır, devlet kurulunca hükümdar kendisini saltanata taşıyan kan asabiyetini tasfiye ederek bağlılık asabiyetine (yabancı kavimlerden maaşlı yönetici ve asker kadrosuna) ağırlık verir” şeklinde ifade ettiği tarih felsefesi, Zülkarneyn’in yapılandırdığı Türk toplumu bakımından yanlış bir sosyolojik izah oldu. Türklerin dağlar arasındaki yaşamı 400 yıl sürdü. İki dağ arasında nüfus bakımından güçlenen ve demircilikte maharet kazanan Türkler, kendi aralarında norm düzenini de tesis ederek seciyelerini diğer kavimlerden üstün kıldı. İşte o zaman vakit geldi. Tanrı tarafından tam bu safhada o topluma Gökbörü gönderildi. Büyük bir ateş yakan Türkler, demir dağı eritti, Ergenekon’dan dışarı çıkarak “Allah’ın ordusu” oldu.
- Danişmend İsmail Hami, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur? Okat
Yayınları, 1959.
- Harman Ömer
Faruk, Yâfes, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt: 43, 2013.
- İbn
Haldun, Mukaddime, Mütercim: Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınevi, c: I, 1997.
- İbn Haldun, Mukaddime, c: II, Tercüme:
Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 2009.
- İmam Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an Tercümesi,
Ensar Neşriyat, c: 9, 2020.
- Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, İnsan Yayınları, c:
3, 2005.