Skip to content

Posts tagged ‘İnsan’

İnsanın Halifeliği

Birçok müellif insanın yaratılmasının bir amaca dayandığını, çünkü onun “halife” yaratıldığını ifade etmektedir.

“Halife”nin kim olduğu meselesi tartışmalıdır. İbn Kesir bu kavram hakkında farklı görüşleri zikretmiştir. Biz de bazı eklemelerde bulunarak bir tasnif yapmaya çalıştık:

Birinci Görüş: “İbn Cerîr dedi ki: Yeryüzünde ilk yerleşmiş olan varlık cinlerdir. Onlar yeryüzünü fesada vermişler ve orada kan akıtmışlar, birbirlerini öldürmüşlerdir. Allah onlara İblis’i gönderdi ve İblis, beraberindekilerle birlikte onlarla (cinlerle) savaştı, öldürdü ve denizlerdeki adaların, dağların çevresine kadar uzaklaştırdı. Sonra Allah, Hz. Âdem’i yaratıp onu yeryüzüne yerleştirdi. İşte bunun için Allah, “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” buyurmuştur” (İbn Kesir, 1984: 257).

İbn Kesir’in naklettiği bu görüş yine tartışmalı olan bir konuyu vuzuha kavuşturmaktadır. Zira soru şudur: “Melekler insanın kan dökücü ve bozguncu olduğunu nasıl bilmişti?” Birinci görüşü kabul edenler Meleklerin insandan önce “halife” kılınan varlıkların (cinler) kan döküp, bozgunculuk yaptığını görmüş olduklarından “insanın halifeliği”ne karşı kendi kulluklarını öne çıkardıklarını ileri sürerler: “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz’ demişler. Allah da ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti” (2 Bakara 30).

Yukarıda İbn Cerîr’den gelen nakilde İblis’in de başlangıçta Allah için amelde bulunduğuna işaret vardır. Nitekim Kur’an’da İblis’in kendi özünü (ateş) insanın özünden (balçık) üst görerek Âdem’e secde etme emrini reddetmesi sonucu “şeytanlaştığı” da zikredilmiştir: “Hatırla ki meleklere; Adem’e secde edin, demiştik de secde etmişlerdi, sadece İblis secde etmedi. Ancak İblis yüz çevirdi. Kibirlendi de kâfirlerden oldu” (2 Bakara 34); “Ve meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. İblis hariç, hemen secde ettiler. O cinlerdendi. Böylece Rabbinin emrini (yapmayarak) fıska düştü” (18 Kehf 50); “(Allahû Tealâ) şöyle buyurdu: ‘Sana (secde etmeyi) emrettiğim zaman, seni secde etmekten men eden nedir?’ İblis: ‘Ben ondan hayırlıyım,beni ateşten ve onu nemli topraktan (balçıktan) yarattın’ dedi” (7 Araf 12).

İblis, Allah’ın salih kulu iken secde emrini reddettiği için “şeytanlaştı” ve kovuldu.

İkinci Görüş: Bu görüş “insan neslinin halifeliği” fikrini kabul eder. Bu görüşte olanlar “halife” kavramını “Birini yerine vekil tayin etmek” anlamında ele alır. Böylece insanı Allah’ın temsilcisi olduğu için “halife” sayar. İkinci görüş sahipleri açıkça ifade etmese de insanın “halife” olmasını aslında bir şarta bağlamaktadır: “Onlar, yeryüzünde adaletle hüküm vermede Allah’ın temsilcisidir” demektedir. İbn Cerîr’den gelen yorum ikinci görüşle benzeşmektedir: “Bakara 30 ‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım’ ayetinin tevili şudur: Yarattıklarım arasında benim yerime hüküm verecek bir halife yaratacağım. Bu halife, Âdem ve [onun gibi olup] yaratıklar arasında adaletle hüküm veren ve Allah’a itaat konusunda onun yerine kâim olan kimselerdir. Bozgunculuk ve kan dökme ise Allah’ın yeryüzündeki halifelerine uygun düşen bir özellik değildir” (İbn Kesir, 1984: 259).

İkinci görüş, “halife” kavramını önce Hz. Adem’e ve sonra da insanoğluna izafe eder.  Bu görüş sahiplerine göre Hz. Âdem, daha önce yeryüzünde yaşamış bir canlı türün halifesi değil, Allah’ın halifesidir ve halifelik insanlığa Hz. Âdem’den geçmektedir. Allah’ın Hz. Âdem’e isimleri öğretmesi, onun Allah’ın halifesi olduğuna delildir. “Madem ki insanlar bilgiyi Hz. Âdem’den almıştır, o halde onlar da halifedir” derler.

Üçüncü Görüş: Bu yaklaşım Hz. Âdem’in halifeliği düşüncesini feminist teoriyle uzlaştırmayı denemektedir. Onlara göre “İnsanın halifeliği”, kadın-erkek bütün beşeriyetin halife olması anlamına gelir. “Maskülen bir tarih okumasına karşıyız” derler. Bu yaklaşımda insanlığın Hz. Âdem’den yaratıldığı anlayışı da sorgulanır ve Hz. Âdem merkezli okumaların “patriarkal (erkek egemen) sistem” inşa ettiği iddia edilir.

Hidayet Şefkatli Tuksal bu görüşü şöyle izah eder: “İlk erkek ve kadının yaratılışını (…) anlatan ayetlerde geçem min nefsin vahide ‘tek nefisten’ lafzı, insanlık türü veya insanlık özü yerine, Hz. Âdem’in bedeni olarak anlaşılmıştır (…) Zihinlerde, dillerde ve bunları belirleyen dünya görüşlerindeki ataerkil yapılanma, bu yapılanmanın belirlenmesinde etkisi olan kalıp yargılar, bütün kültürlerde önemli yer tutmaktadır (…) Burada kadının ‘halifelik’ konumunun hiç dikkate alınmamış olması, Kur’an’a da, kadına da haksız bir muamele olarak değerlendirilebilir” (Tuksal, 2014: 78).

Nazife Şişman da kadının “halife” olduğu görüşünü benimsemektedir: “İlâhî Kelam’a muhatap olan bir kimse olarak, önce kendimi insan olarak algılıyorum. Allah insanı halife olarak görevlendirmiştir ve ben de kendimi halife olarak görüyorum. Kadın ve erkek, Allah huzurunda eşittir. Yeryüzündeki sorumluluk ve ahiretteki akıbet açısından aralarında bir fark yoktur.” (Şişman, 2013: 181).

Dördüncü Görüş: Bu görüş “halife” kavramının “hükümdar” anlamına vurgu yapmaktadır. Rağıp el-İsfâhanî’nin Müfredat adlı eserinde “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife (hükümdar) yaptık” (38 Sâd 26) ayeti bu anlamda yorumlanmıştır. İsfâhanî, “Biz de onları halifeler yaptık” (10: 73) ayetiyle “Allah sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptık” ayetine de aynı mana verilir: Hükümdarlık. Böyle bir yaklaşımla Firavun’un Mısır ülkesindeki yönetimi, Nemrut’un (Naram-Sin), Mezopotamya’daki krallığı da “halifelik – hükümdarlık” olarak kabul edilmelidir.

Biz bu görüşlerin bazı mantık tutarsızlıkları içerdiğini düşünüyoruz. Örneğin ikinci görüş, “Halife, Âdem ve [onun gibi olup] yaratıklar arasında adaletle hüküm veren ve Allah’a itaat konusunda onun yerine kâim olan kimselerdir” dedikten sonra kavramı bütün insanlığa teşmil etmektedir. Bu yaklaşım hüküm ve devletle gönderilen peygamberlerin tarihsel pozisyonlarını göz ardı etmektedir. Diğer görüşler de “halife” kavramını “insan” nesline tahsis etmektedir. Bu durumda Habil’i öldüren Kabil’e “halife” denilebilecek midir?

Kur’an’daki ayetlere nazar edildiğinde “İnsan halifedir” şeklinde bir beyanın bulunmadığı ifade edilebilecektir. Kur’an üç peygamber için “halife” terimini kullanmıştır.

Bunlardan ilki Hz. Âdem’dir. Bakara 30’da yeryüzünde halife yaratılacağı ifade edilmiş, meleklerin yaratılacak bu varlığın “kan dökücü ve bozguncu” olacağı iddiası üzerine Bakara 31’de bu halifenin kendisine isim öğretilmiş Âdem olduğu açıklanmıştır: “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o varlıkları ve nesneleri meleklerin karşısına çıkarıp ‘Görüşünüzde doğru iseniz, bunların adlarını bana söyleyiniz’ dedi” (2 Bakara 31).

İkinci peygamber Hz. Nuh’tur. Bu ayette de inkâr ve zulümleri nedeniyle tufana gark olan kavim işaret edilir ve salihlerin kurtarılarak yeryüzünde “halife” kılındığı anlatılır: “Fakat halkı Nuh’u dinlemedi ve onu yalanladılar. Biz de neticede O’nu ve gemide yanında bulunanları kurtarıp, onları yeryüzünde halifeler olmak üzere hayatta bıraktık” (10 Yunus 73). Hz. Nuh’un Sam, Ham, Yafes adlı üç oğlu olduğu hatırlanırsa “halife”lerin “töre” ile yaşayan toplumlar olduğu ortaya çıkar.

Üçüncü peygamber Hz. Davud’dur. Allah bu peygamberi de halife kılmış ve halifelik şartını hak ile hükmetmeye bağlamıştır: “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünün halifesi kıldık. Bunun için insanlar arasında hak ile hükmet ve hevaya (nefse) tâbî olma! Aksi halde seni, Allah’ın yolundan saptırır” (38 Sâd 26).

Bu deliller Allah’ın nefs-i emmaresine mağlup kişileri halife kılmadığını ispatlamaktadır. Allah töresine mutabık davrananlardan kabul ettiği için Kabil’in kurbanını (halifeliğini) kabul etmemiştir. Böylece insanlık neslinin tamamının “halife” sayılamayacağı söylenebilecektir.

  • İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, c: 2, 1984
  • Rağıp el-İsfâhanî, Müfredat, Yarın Yayınları, 2015
  • Şişman Nazife, Emanetten Mülke: Kadın-Beden-Siyaset, İz Yayıncılık, 2013
  • Tuksal Hidayet Şefkatli, Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri, Otto Yayınları, 2014

İnsan Kalmak, Beşer (Muştu) Olmak

Kur’an ve İslâmî hikmet, “insan”ı, nefs-i emmare ile hareket eden bir varlık olarak almakta, onun nefs kontrolünü sağlaması halinde itibar edilebilir görmektedir. Bazı yazarlar “insan” hakkında “konuşan hayvan / hayvan-ı nâtık” (animal rationale) kavramını kullanmaktadır. Bu kavramlaştırma, Hz. Süleyman’ın hüdhüd (27 Neml 22) ile konuşması ve karıncaların konuşmalarını anlaması (27 Neml 18) düşünüldüğünde reddedilebilecek bir düşüncenin yüklerini taşımaktadır.

Dücane Cündioğlu 9 Mart 2003’te Yeni Şafak’ta yayımladığı “Kadınlar niçin kendilerini özlemezler? (II)” başlıklı yazısında “Halk arasında ‘hayvan’ sözcüğü umumiyetle kedi, köpek gibi ‘behaim’ karşılığında da kullanılageldiğinden, âlim ve âriflerimiz, yanlış anlamalara yol açan ‘hayvan’ sözcüğü yerine ‘beşer’ ve tabiatıyla ‘nâtık’ sözcüğü yerine de ‘insan’ sözcüğünü ikame etmişlerdir ki böylelikle “nefs-i natıka”yı (insanı) mesela nefs-i nebatî ile nefs-i hayvanî’den ayırmak kolaylaşmıştır” der. Bu ifadesine delil olarak da “Kur’an’da Efendimizin (s.a) muhataplarına “Ben de sizin gibi bir beşerim” dediği ve fakat asla “Ben de sizin gibi bir insanım” demediğine dikkat edilmelidir. Arapça’da ‘beşer’ sözcüğü “çamurdan, topraktan yapılmış heykel” anlamına gelir” izahını yapar.

Erol Göka, 27 Aralık 2015’te Yeni Şafak’ta yayımladığı “Beşer olmak, insan olmak” başlıklı yazısında, “Beşer ile insanı ayıran bir bakışa sahibim; kişisel olgunlaşmayı, “beşerlikten insanlığa yükselme” diye tarif etmeye çalışıyorum. Bir canlı türü olarak (filogenetik) memelilerin beşeriyet kolundanız… Diğer canlılardan çok mühim bir farkımız var: Verili potansiyellerimizi, karşılaştığımız imkân ve fırsatları cüzi irademizle harekete geçirerek kendimizi ve çevremizi belli ölçüde değiştirmeye yetkiliyiz. Beşerlik zemininden insanlığa yükselirken irademizin yanı sıra sadece bize özgü bir psişik yapı daha ortaya çıkıyor: Vicdan. İrademiz ve vicdanımız, bizi insanlaştırıyor” der. Bu görüş, Kur’an’ın Hz. Peygamber’e dedirttiği “De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim / Kul innemâ ene beşerun” (41 Fussilet 6) ayetiyle bağdaşır görünmemektedir. Kur’an, ‘beşer’i ‘insan’dan daha “aşağı” kabul etmekteyse, niçin Hz. Peygamber’e (asv) “De ki-Kul” emriyle “ben beşerim” demesini istemiştir.

İbn Faris, beşer kelimesine başka bir anlam verir: “Beşer bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması, görünmesi demektir. Aynı kökten gelen “beşere”, üst deri, derinin üst tabakası; “beşîr”, güzel yüzlü, müjdeleyici; “beşâre”, güzellik anlamına gelir.”

Ali Binol, beşer kelimesinin Erol Göka ve Dücane Cündioğlu’nun anladığı gibi anlaşılamayacağına dair kelime tahlili yapar:

“Güleç bir yüze sahip olma ve güzel görünmenin بشر kelimesiyle ilişkili olduğu ifade edilmektedir (…) Rûm suresi 30/20. ayette insan cinsinin topraktan yaratılmasından ve daha sonra onların beşer olarak çoğalmalarından bahsedilirken, yeryüzünün üzerinde görünme-dağılma ve yeryüzünün kabuğuyla ilişkilendirilme söz konusu gibidir (…) Müminleri müjdeleyen bazı Kur’an ayetlerinde “Cennetle sevinin” (Fussilet 41/30) ifadesi yer alır. Kelimenin tef‘il babına aktarılmış hâli olan ّ بشر fiili “müjdeledi” anlamına gelir. Meryem suresi 7. ayette Zekeriya Peygamber’e hitaben “Ey Zekeriya! Biz seni bir oğul ile müjdeliyoruz” ibaresi vardır. Aynı fiilden türetilmiş ُم ِّ بشر kelimesi, doğal olarak müjdeci demek olup بشير kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Bu bağlamda el-İsfehânî, müminleri müjdeleyen ve onlara güzel neticeler vadeden elçilerin beşîr veya mübeşşir diye nitelendirilmesini, verilen haberin yüzde oluşturduğu değişikliğe bağlar. Hz. Peygamber, müjdeli haber vermesi yönüyle “beşîr”, uyarıcı olması yönüyle de “nezîr” olarak isimlendirilmiştir. Bakara suresinin 25. ayeti “İman edenleri müjdele” ile başlar. Bu ayet, “Onlara yüzlerinde sevinç alameti ortaya çıkaracak bir haber ver” diye tefsir edilmiştir (…) Kur’an’da rüzgârlar “müjdeci” olarak nitelendirilmiştir. Söz konusu anlam “Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur” (A’râf 7/57) ayetinde görülmektedir” (Binol, 2018: 160-164).

Ali Binol’un işaret etttiği başka bir husus da “beşer” kavramının “mübaşeret” kavramıyla ilişkisidir. “مباشرة Kur’an’da bu kelimenin fiil formu ailevi münasebet anlamında kullanılır. İnsanların kan-nesep ve sıhr yoluyla üremeleri sağlanmış, beşerin devamı bu fıtri kanuna bağlanmıştır. Kur’an’da, ailevi münasebetten kinaye olarak gayet latif bir ifade olan “mübaşeret” sözcüğünün kullanılması dikkate değer bir üsluptur” (Binol, 2018: 165). Bu izahın kavramın anlamlandırılması bakımından büyük önemi vardır. Zira “insan” kavramından ailevî münasebet, akrabalık, kan-nesep-soy-boy gibi sosyal olgulara ulaşmak mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla “insan” kan dökücü ve bozguncu (2: 30), zalim ve inkârcı-nankör (14: 34); cimri (17: 100); Allah ve din hakkında cedelleşen (18: 54) olduğu için, Kur’an onun hakkında hüsran içinde varlık (103: 2) nitelemesi yapmıştır.

Anlaşılacağı üzere yukarıdaki manalandırmalar ile Dücane Cündioğlu’nun da Erol Göka’nın da “insan” kavramına verdiği muhteva arasında büyük bir kırılma bulunmaktadır.

Dücane Cündioğlu, “Hepimiz beşer olarak doğarız ama zihnimizi, aklımızı faal hale getirdiğimizde ancak, insan olmaya başlarız. İnsan olmak ahlak sahibi olmak demektir ve yeryüzünde ahlak sahibi tek canlı insandır. Çünkü idrak sahibi tek canlı odur” (Cündioğlu, 2003) şeklindeki beyanıyla Kur’an’ın Hz. Peygamber’e niçin kendisi hakkında “Kul innemâ ene beşerun” (41 Fussilet 6) dedirttiğini izah edememektedir. Cündioğlu için beşer’in insan’dan daha aşağı olması asıldır: “Beşerîliğin niçin zarurî, insanîliğin ise tam da aksine neden ihtiyarî olarak nitelendiği artık açıklık kazanmış olmalı.”

Erol Göka ise Ahmet Turgut’un “Muhammedî Şuur ve Ahlak” kitabına referans vermektedir:

“Kur’an’da yaklaşık 40 yerde “beşer”, 25 yerde “beni Âdem” (âdem evladı) geçerken 330 yerde tekil veya çoğul (ins, enasi, ünas, nas) olarak “insan” kelimesi yer alıyor. İnsana dair anlatımların dörtte üçü “insanlar” şeklinde ifade edilmesi, insanın toplumsal varlığının ne denli önemsendiğini gösteriyor. Ahmet Turgut’a göre “beşer” sözcüğü derinin dış yüzü anlamıyla bağlantılı olup türümüzün dışarıdan görülebilen özelliklerine işaret ediyor. “İnsan” kelimesinin ise ilk manası “göz bebeği”, “Beşer “in görünen varlık olmasına nazire yaparcasına “insan”, gören varlık; varlık âlemini ve kalp gözüyle de Hakk’ın sıfatlarını müşahede edebiliyor (…) Ahmet Turgut, Kur’an’da olumsuz özelliklerimizin beşer kelimesinden ziyade “insan” kelimesi etrafında dillendirilmiş oluşuna da dikkat çekiyor. “Cahil ve zalim, nankör, aceleci, pek cimri, çarçabuk umutsuzluğa düşen, azgınlık yapan” hep “insan.” Kur’an, sadece olumsuz yanlarımız konusunda bizi uyarırken değil, olumlar ve müjdelerken de “beşer” kelimesi yerine “insan” kelimesini seçer. “Şüphesiz, insanı en güzel şekilde, kıvamda yarattık” (Tin/4) der. Ahmet Turgut, “Beşerlik Rabbimizin bizlere sunduğu standart lütufların toplamıdır. İnsanlığımız ise bahşedilen tüm bu lütuflara rağmen menfi yahut müspet, aşağı veya yukarı yönlü değişebilen; tüm zıtlıkları kendinde toplayan ama istikameti itibariyle ‘yaratılmış olduğumuz ne güzel kıvamı’ devam ettirmek isteyen yönümüzdür” sonucuna ulaşıyor. Varoluşumuzun psikolojik temellerine ilişkin bakışım, Ahmet Turgut kardeşimin kitabıyla daha da zenginleşip derinleşti” (Göka, 2015).

Bu alıntının gösterdiği üzere Erol Göka da beşer’i insan’a göre alt kategori bir varlık, “ön-insanlık” nazarıyla ele almaktadır. Erol Göka’nın bu paradigması Hz. İsa örnekliğinde nasıl anlaşılmalıdır?

Ali Binol, “Kur’an, her peygamber gibi Hz. İsa’nın da beşer olduğunu açıkça bildirir. O, yaratılış itibariyle Hz. Âdem’e benzetilir. Onun beşer olduğu hatırlatılır ve hem kendisinin hem annesinin yemek yediğinden bahsedilir” demektedir (Binol, 2018: 174).

Gerçekten de Hz. Meryem’in (19 Meryem 20) ayetinde “Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun / Benim nasıl bir oğlum olabilir ki; bana hiç bir beşer dokunmamıştır, dedi”ği görülmektedir. Keza, Cebrail de Meryem’e “beşer” olarak görülmüştür: “O zaman ona Ruhumuz’u gönderdik. Ona normal bir beşer suretinde temessül etti / fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ” (19 Meryem 17).

Her iki ayette de “insan” kelimesi yerine “beşer” kelimesi yer almaktadır.

Dücane Cündioğlu ile Erol Göka’nın paradigmasının mantığı gereğince Cebrail’in beşere göre daha üst bir varlık olarak “insan” suretinde gelmesi gerekmektedir. Ancak ayetler Kur’an’ın tamamında insanı negatif varlık (nefs-i emmare ile hareket eden) bir kimlikle vurgulamakta, “beşer” hakkında ise böyle bir nitelemede bulunmadığı gibi, peygamberlerine de “beşer olduklarını söylemelerini” emretmektedir.

Modern Batı düşüncesi de “insan=human” kavramı üzerinden sosyal yapıları ve hukuk sistemlerini belirledikten sonra, şimdi bizatihi insanın bedeni üzerinden yeni bir iktisadî/siyasî sistem kurma çabası içindedir.

Biz beşer kavramını “müjde” anlamıyla kavramakta ve onu “mübaşeret” yani nikâh esasıyla akrabalık, komşuluk, hısımlık, toplumsallık ve şehir kuran (medine) bir varlık olarak tanımlamaktayız.

İslâm, ilk toplumu iki muvahhid beşerin (Âdem ve Havva) nikâhlı birlikteliği (mübaşeret) ile kurmuştur. İnsan, beşer olmalıdır.