Bugünkü modern dünya eski
Batı’nın sömürgeci faaliyetlerinin Avrupa’ya taşıdığı servetlerle varlık kazanıyor.
Tarihte ilk sömürgecilik faaliyetlerinin M.Ö. IX. yüzyılda Fenikeliler
tarafından başlatıldığı, ardından Helenler, Grekler ve Romalıların sömürgecilik
faaliyetlerinde bulundukları belirtilmektedir (Gündüz, 2016: 764). Batı’nın
Doğu’ya ait sömürgecilik faaliyetleri farklı metotlarla yürütülmüştür. a) İşgal
edilen topraklarda ticarî koloniler oluşturmak (Yunan ve Fenike kolonileri);
b)
İşgal edilen topraklara genel vali atayarak ülkenin servetlerine el koymak(İngiltere’nin Hindistan’daki
uygulaması); c) İşgal edilen topraklarda sömürgeci ülkenin siyasî/iktisadî
çıkarlarına hizmet eden devlet sistemleri kurmak(1096-1099 yıllarında gerçekleşen I. Haçlı seferinde Antakya ve Kudüs’ü
ele geçiren Haçlılar, Kudüs’te bir Lâtin Krallığı, Urfa ve Antakya şehirlerinde
birer dükalık ve kontluk kurmuşlardı. II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından
İsrail’in kuruluşu da benzer bir modeli çağrıştırır); d) İşgal edilen topraklara sömürgeci
ülkenin nüfusunu yerleştirmek(Amerika
kıtasına İngiliz, Fransız halklarının yerleşmesi); e) İşgal edilen topraklarda yerli
nüfusa soykırım uygulayarak başka kıtalardan köleleştirilmiş nüfus iskân etmek
(Amerika kıtasında yerli nüfusun soykırıma uğratılarak Afrika’dan
köleleştirilmiş nüfusun yerleştirilmesi); f) Demiryolları, limanlar, enerji hatları, serbest
ticaret bölgeleri (pazar yerleri) gibi teknolojik-iktisadî yatırımlarla yürütülen
sömürgecilik; g) Sömürge topraklardaki yerli halka sömürgeci ülkenin dilini ve
dinini yerleştirmek.
Ahmet Gündüz demiryolu yapımının
sömürgecilik faaliyetleriyle irtibatını kurmakta, sömürgeci devletlerin demiryolunun
her iki tarafında bulunan yeraltı ve yer üstü kaynaklarını işletme hakkını elde
ettikleri gibi demiryolunu inşa ettikleri o ülkenin içlerine kadar girmeyi de
başardıklarını ifade ederken haklıdır (Gündüz, 2016: 765).
Ahmet Gündüz’ün analizi
sömürgeciliği dönemlere ayırarak ele almaktadır:
“Tarihsel süreç içerisinde
emperyalizm üç farklı dönemden geçmiştir. Birinci dönem eski çağ
dönemidir. Bu dönemde Babil, Asur, Mısır,
Pers, Yunan ve Roma imparatorlukları yabancı toprakların ele geçirilmesi ve buralarda
yaşayan halkların sömürülmesine dayanmaktadır. İkinci dönem Avrupalı
milletlerin XV. ve XVI. yüzyıllardaki ticarî sömürgeciliğidir. Bu dönemde İspanya, Portekiz, Britanya gibi
denizlerde güçlü olan devletler donanmaları vasıtasıyla denizlerde hâkimiyet kurarak
dünyada belli başlı ticaret merkezlerini ele geçirmelerinden başka büyük toprak
parçalarını da ele geçirerek hâkimiyet alanlarını genişletmişlerdir. Bu dönemde
altın arayıcılığı ve baharat ticareti ön plandadır. Emperyalizmin üçüncü safhası
ise 1870’lerde başlamış ve II. Dünya Savaşı’nın sonunda bitmiştir. Bu dönemdeki emperyalizm şekline modern
emperyalizm adı verilmektedir. Bu üçüncü devrede Britanya (İngiltere), Rusya,
Fransa, Belçika, Almanya, İtalya gibi Avrupalı devletlerle ABD arasında bir
yarışın sürdüğü görülmektedir” (Gündüz, 2016: 765).
Lütfi Sunar emperyalizm
kavramı ile sömürgecilik kavramının farkını vurgular:
“Sömürgecilikten ayrı bir olgu
olarak emperyalizm çağından bahsetmek için emperyalizmi yüzyıllar boyunca
siyasî pratiğin bir parçası olan sömürgecilikten ayırmak zorundayız. Sömürgecilik
uzun bir zaman farkıyla emperyalizmden önce gelir. Her ikisi de tarih içinde
farklı yöntemler kullanmış ve farklı işlevler yerine getirmiştir. John Eaton’a
göre ‘Emperyalizm terimi, ekonomi politikte kapitalizmin gelişiminde belirli
bir aşamayı tanımlamak için kullanılır.’ Ona göre emperyalizm ’16. ve 17.
yüzyılın sömürge imparatorluklarından (tüccar sınıflarının servetlerini
kapitalizm yoluyla çoğaltmaları henüz çocukluk çağındaydı) ve kölelik üzerine
kurulu eski dünyanın imparatorluklarından (Atina İmparatorluğu, Büyük İskender’in
imparatorluğu veya çok geniş vergi gelirlerine silah yoluyla sahip olan Roma) tamamen
farklıdır.’ Daha önceki imparatorluk yapılarında daha güçlü olan yönetici
sınıfların, daha zayıf olan kesimleri sömürmeleri olgusu ortak olsa da her bir
dönemde ekonomik temeller ve sömürü şekilleri
tamamen farklıdır (…) Tarihçiler emperyal çağın genelde 1870’li yıllarda,
Afrika için kapışma ile başladığını düşünürler. Bu kapışmayı bir düzene
bağlamak için temelde bir ‘centilmenlik anlaşması’ ile neticelenen Berlin Konferansı (1884-1885) düzenlenmiştir.
Oyunun kurallarını belirleyen bu anlaşmaya göre: ‘Avrupalı güçlerin her
biri bir diğerine haber vermeksizin vahşiler gibi toprak elde etmeye kalkışmayacak
ve itirazda bulunulabilmesine zaman tanıyacaktı.’ Berlin Konferansı, ‘kendilerince
tepki gösteren ilgili Afrikalı halklardan bağımsız bir biçimde’
oyunun kurallarını koymuştu (…) Bu sürecin neticesinde her bir Avrupalı devlet
bayrağı ilk diken olabilmek için Avrupa dışını çılgın bir işgal sürecine
girmiştir” (Sunar, 2007: 58-59).
Lütfi Sunar’a göre
emperyalizmi sömürgecilikten tefrik etmeyi gerektiren üç temel güdü vardır: a)
uygarlaştırma misyonu, (b) ekonomik kâr ve kapitalizm, c) siyasî prestij.
Lütfi Sunar 1870 yılından
sonra sömürgeciliğin emperyalizme dönüşmesinde, yarışa yeni giren devletlerin
rolü olduğuna işaret etmektedir. Bu devletler, ulusal birliklerini yeni tamamlamış
olan İtalya ve Almanya ile, Pasifik Okyanusu’na çıktıktan sonra gözlerini Uzak Doğu’ya
çeviren Amerika Birleşik Devletleri ve yabancılara açıldıktan sonra bir kalkınma
denemesine girişen Japonya’dır. Emperyalizm kapitalist endüstrileşmesini yeni
tamamlayan Almanya ve Japonya gibi ülkeler için daha acil bir önem ifade etmektedir.
Afrika’nın paylaşımından pay alamayan Almanya’nın daha fazla emperyalist
hırslara kapıldığını, İtalya’nın ise üretimleri için “yeni pazarlar ve hammadde
kaynakları bulmak isteğinden çok” ekonomik kalkınma ve güçlenme için
emperyalist siyasetler takip ettiğini belirtir.
Lütfi Sunar, Hilferding,
Luxemburg ve Lenin’in emperyalizm tanımlarını verir. Hilferding’in tanımının
sermaye ihracını merkeze aldığını belirtir: “Kapitalist olmayan toplumların
şiddet yoluyla parsellenmesinin ardındaki birincil itici güç, sermayenin
ihracıdır. Sermayenin ihracı, tüm eski sosyal ilişkilerin ortadan
kaldırılmasını ve tüm dünyanın kapitalizme bulaştırılmasını hızlandırmıştır.” Luxemburg’un
görüşünde “Kapitalizm bütün küreyi bir talep havuzu olarak gördüğünde gelişebildiği
için yaşamını sürdürmek için kapitalist olmayan bir ortama ihtiyaç duymaktadır.”
Luxemburg’un emperyalizmi kapitalizmin Mısır ve Osmanlı’ya girişini inceleyerek
analiz ettiğinden bahseder. Osmanlı, Mısır gibi hükûmetler tarafından alınan
borçlar, toplanan vergilerle ödenmiştir. Buralarda üretilen artı değer sermaye aracılığıyla
Almanya’ya aktarılmıştır. Sermaye ihracı, kapitalizmin kapitalist olmayan
toplumlar üzerine yayılmasına ve eski doğal ekonomilerin yıkılmasını
sağlamıştır. Lenin’in ise tanımı şudur: “Emperyalizm,
tekellerin ve malî sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci
planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının
başlanmış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler
arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir”
(Sunar, 2007: 64).
Sunar’ın işaret ettiği
iki hususu daha dikkate almak durumundayız: 1) Avrupa’nın en ulvi duyguları emperyalistleri kutsamak için harekete
geçmişti: Papa ile krallar, demokratlar ve revizyonist sosyalistler, işçi
sınıfı ve patronlar, misyonerler ile dinsiz kapitalistler el ele, çağa
damgasını vuran emperyalizmin peşine takılmakta bir beis görmüyorlardı.
Avrupa’da emperyal olguların dokunmadığı yaşam parçası pek kalmamıştı; 2) Avrupa merkezci kültür, Avrupalı
olamayan ya da çeper dünyada yer alan her şeyi hiç durmadan kodlamış ve
gözlemiştir: Bu gözleme/dikiz ve envanter çalışması, dokunulmamış pek az
şey, incelenmemiş pek az kültür, üstünde iddiada bulunulmamış pek az halk ve toprak
parçası bırakmış ve onların kimliklerini (düşük düzeyde bir varlık olma
dışında) kültürden hatta beyaz Hıristiyan Avrupalı kavramından sürgün etmek
yoluyla gerçekleştirmiştir (Sunar, 2007: 60, 66).
Batı uygarlığının talan
ettiği “Doğu”, maruz kaldığı sömürüye rağmen günümüzdeki kurtuluşunu ekonomik/siyasî/teknolojik-kültürel
yapılanmasını Batı’ya benzeterek sağlayabileceğini düşünmektedir. Ancak böyle
bir tasavvur Doğu’nun tarihe Batılı gibi çıkmasını gerektirdiği gibi tarihin
akışının da Batılıların açtığı yollardan geçtiğinin kabulünü esas alır.
Anlaşılacağı üzere böyle bir düşünce, iki indirgeme içererek Doğu’yu (kendini) ikincilleştirir:
1) Tarih Batı’nın inşa ettiği uygarlık mecrasında akmaktadır; 2) Azgelişmişlikten
Batı’ya benzeyerek kurtulabiliriz.
Doğu’daki bu düşüncenin “doğru”
olduğu teslim edildiği takdirde ise azgelişmiş ülkelerin kendilerine ucuz
hammadde, ucuz emek vaat eden ülkeler bulması ve yukarıda tasnif edilmeye
çalışılan sömürgeci faaliyetleri hayata geçirmesi, kendi dışındaki kültürlerin envanterini
çıkaran bir bakış geliştirmesi gerekmektedir. 1299-1922 arasında varlık
gösteren Osmanlı Devleti’nin nüfuz coğrafyasında Batı’nın kolonyalist
uygulamaları ortaya çıkmamıştır.
Batı’nın
“Doğu” Karşısında Referansı Olan Üç Kavram- Uygarlık, Hıristiyanlık, İnsanlık:
Batı’nın Batı-dışı
kültürlere karşı üç kavram ile kendisini tefrik ettiği söylenebilecektir. Bu üç
kavram, Doğuluların niçin Batılı olamayacağına dair sınırları belirlemektedir.
Batı, karşılaştığı kültürlerin gücüne/yapısına göre “Haçlı”, “Uygar”, “Humanist”
değerlerle hiyerarşik konum kazanmaktadır.
Yüksel Kanar “Batı’nın
yegâne uygarlığı mevcut uygarlıktır” demektedir. Batı tarih boyunca başkaca bir
uygarlık getirmemiştir. Batı için Avrupa ve onun uzantıları dışında kalan dünya
“kurgulanmış Doğu” kapsamına girmektedir. Sadece kuzeydeki Avrupalılar (Katolik
ve Protestan nüfus) safkan Avrupalı kabul edilir, kalanı “Doğu”dur. Bizans coğrafyası
Ortodoks olduğundan “Doğu” sayılmaktadır. Kanar’a göre Avrupa uygarlığının özü “barbarlık”tır.
Müellif tarihçilerin de kuzey Avrupa’yı “barbarların yurdu” olarak tanımladığını
belirtir. Avrupa-Batı kendi barbar kimliğini zor kullanarak “kurgulanmış Doğu”ya
dayatmış, tarihin gördüğü en yıkıcı uygarlığı tesis etmiştir. Batı uygarlığının
evrensel gibi görünen değerleri “Avrupa barbarlığının küreselleşmesi” olarak
kabul edilmelidir (Kanar, 2016: 10-11).
Tarihçiler uygarlıkların
beşiğinin Akdeniz olduğunu ifade etmektedir. İslâm, hicretten (622) sonra çok
kısa sürede yayılarak Akdeniz havzasına çıktı; 649’da (Hicri 28) Kıbrıs
fethedildi. İslâm’ın Akdeniz’e ulaşmasının ve İspanya’nın Müslümanlar tarafından
fethinin (711, Tarık b. Ziyad) Avrupa’nın dengesini bozduğu ifade edilmiştir. Ortodoks
Hıristiyanların eline geçen Roma İmparatorluğu da Batı’nın gözünde fiilen bir “Doğu
imparatorluğu” sayılmıştır.
Henri Pirenne, İslâm’ın
yayılışıyla Avrupa’nın ağırlık merkezinin kuzeye çıktığını, Şarlman’ın
(742-814) siyasal tasarrufuna geçtiğini söyler. Papa da “Kilise’nin Germenleşmesi”ne
ve Akdeniz-Roma geleneğinden kopuşuna onay vermiş, Avrupa-Batı’nın imal edilmesi
işinde vazife almıştır (Pirenne, 2012: 306-307). 1492’de Reconquista bir “dinsel
ayıklama” olarak kullanıldı ve İspanya Yahudilerle Müslümanlardan “arındırıldı.”
Avrupa kimliğini belirleyen de Katolisizm oldu. Reconquista ile sömürgecilik, Avrupa’nın
kendisini Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığı da Avrupalı olarak tanımlamasına yol
açmıştır.
Avrupa’nın kimliğini Doğu’dan
koparmasını İbrahim Kalın da ifade eder: “Bir Haçlı askerinin şu ifadesi
çarpıcıdır: ‘Türkleri, putperestleri kutsal topraklardan sürdük; ama Rûm (Yunan),
Ermeni, Süryanî ve Ya’kûbî sapıklardan kurtulamadık.’ Haçlılar Doğu Hıristiyanlarına
karşı en az Müslümanlara olduğu kadar uzak ve acımasızdır” (Kalın, 2008: 68).
Serge Latouche’ye göre “Dünyanın
batılılaşması hareketi öncelikle bir Haçlı seferidir” (Latouche, 1993: 19). “Haçlı
ruhu” Avrupalı tüccar, asker ve misyonerleri birlikte hareket etmeye zorlayarak
beyaz adamın kendisine kutsal bir misyon verildiğine inanmasını sağladı. Batılı
beyaz-Hıristiyan açgözlülükle yeni bölgeleri denetlemek için kanlı bir sömürgecilik
politikası uyguladı. Emperyalizmin üç sınıfı (asker, burjuva, ruhban) baharat, altın,
esir, ticaret eşyası yağmasıyla gezegene el koyarken, sömürgecilik sadece köleleştirme,
talan, soygun değil doğaya tümüyle egemen olma, zenginlikleri ve ruhları ele
geçirip envanterini çıkarma işlemi olarak hareket etti (Latouche, 1993: 21).
Hıristiyanlık İslâm’ın ayak basmadığı topraklarda Batı’nın talanı için araçlaşmaktaydı.
Ramazan Kurtoğlu da Batı
emperyalizminin Hıristiyanlıkla ilişkisinden bahseder. Misyonerlerin
Hıristiyanlığı ticari çıkarlarla ve bilgiyle harmanlamalarını
metodlaştırdıklarını ifade eder. Hıristiyanlık silahlı güç kullanmadan mahalli
geleneklerin üzerinde ciddi bir psikolojik üstünlük sağlamaktadır. İngilizler
kriket oyununu Hıristiyanlığı kullanarak sömürgelerine yerleştirmiş, Fransızlar
koloniler üzerinde Katolik kilisesini yerleştirdikten sonra etkili olmuş, İspanyollar
Hıristiyanlığı kullanarak Amerika kıtasına Hispanik mirasını bırakmıştır
(Kurtoğlu, 2017: 23).
Yukarıdaki alıntılardan Batı’nın
kendi dışındaki kültürlerle “din savaşı” yürüttüğü anlamı çıkmamaktadır. Batı’yı
“Batı” yapan üç yapı bulunmaktadır: 1) Roma-Germen hukuk sistemi, 2) Katolik
(ve Protestan) kültür, 3) Hümanizm, sömürgecilik ve kapitalizm. Hümanizm Tanrı’nın
varlığını kabul etmekle beraber ahlâkı doğaya ve insan aklına dayandırmaktadır.
Batı’yı inşa eden üç yapı da sınıflı toplumu meşrulaştırmakta, seçkinlerin “öteki”
üzerinde hegemonyasını tesis etmektedir.
Baykan Sezer Avrupa’nın İslâm
karşısındaki konumunu, haç-hilal kavgasından değil tarihteki Doğu-Batı çatışmasından
kaynaklandığını savunur. Batı, hammadde ve zenginlik bakımından kendisinden üstün
olan Doğu’nun servetlerini yağmalamaya mecburdur. Ancak İslâmiyet, Doğu-Batı arasındaki
bu çatışmada bütün Doğu’yu saran bir dünya görüşü olarak belirmiştir (Sezer, 2011:
101).
Antonio Negri-Michael
Hardt, Uluslararası Af Örgütü, Sınır Tanımayan Doktorlar gibi insanî
yardıma adanmış STK’ları yeni dünya düzeninin misyonerleri saymaktadır. Bu
örgütlerin faaliyetlerini sömürgecilik döneminin Cizvit ve Dominiken tarikatlarının
kullandıkları ahlâkî araçlara benzetirler. Seküler görünümlü ahlâkî mücadele,
emperyal müdahalenin cepheye sürdüğü kuvvet haline gelmektedir (Negri-Hardt, 2003:
61).
Batı’nın misyonerlik
faaliyetleri sadece “insancıl” STK’lar eliyle yürütülmemektedir; kiliseler Asya,
Afrika ve Latin Amerika’da evangelizasyon (İncil mesajını öğretme) çalışmaları
yapmaktadır. Afrika ve Amerika kıtaları günümüzde emperyal Hıristiyanlığın tebaasıdır.
Kültürel saldırısında Hıristiyanlık
artık çatışmacı değil benzeştirici söylem üretmektedir. Bağışlama, diyalog,
insan gibi kavramlar “evrensel” değer yüklenerek gündeme getirilmektedir. Batı,
küresel karnavallar, dinleştirilmiş kutsal günler, dijital ağ cemaatleriyle “Doğu’da
kalan” dünyanın geleneklerini çözmekte, kültürsüzleştirici bir karşı-kültür olarak
yayılmakta ve bütün toplumları “evrensel tek halk” formunda birleştirmeyi hedeflemektedir.
Çağımızda Batı’nın sömürgecilikten
vazgeçtiği düşüncesi yanlıştır. Dikkat edilirse gerek insan hakları teorisi,
gerek uygarlık misyonu “evrensellik” iddiası taşımaktadır. Katolik kelimesinin anlamı
da “evrensel”dir. Modern zamanlarda Batı, uygar-hümanist-insancıl söylemleri
idealleştirerek Hıristiyan ve Roma-Yunan özünü örtmektedir. Fakat Batılı
sömürgeciliğin farklı odaklarının kendi aralarında güç savaşı verdiği unutulmamalıdır.
15 Mart 2019’da Yeni
Zelanda’da yapılmış saldırıyı planlı ve uzun vadeli bir hesaplaşmanın uyarısı olarak
görmek imkân dahilindedir. Katliamı gerçekleştiren tetikçinin kullandığı çoklu
okumaya müsait semboller ve yetmiş dört sayfalık beyanname metninde yer alan ifadeler
önümüzdeki yıllar içinde Batılı ülkelerde İslâm’a ve Müslümanlara karşı geliştirilecek
tavrın işaretini vermektedir.
Bu eylem Batı içi
hesaplaşmaları ifade etmekte, Batı’nın kendi arasındaki güç mücadelesinde Müslümanlar
ve Türkiye üzerinden mesaj ilettiklerini göstermektedir. Batı’da küresel
egemenliğin başat ülkesini sırasıyla İspanya, İngiltere, ABD temsil etmişti. Yeni
bir şekillenme beklenebilir.
18 Mart 1915 Çanakkale
zaferinin yıldönümü öncesinde gerçekleşen bu saldırının Türklerle savaşan
Anzakların savaş yenilgisine atıf yaptığı söylenebilecektir. Bu anlamıyla eylem
Batı ülkelerine “Türk tehdidi” uyarısında bulunmaktadır. Nitekim eylemci “Turkofagos-(Türk
yiyici)” ifadesini kullanmıştır. Terör saldırısı İngiliz sömürgeciliğinin
emperyal ve kültürel sahası olan Yeni Zelanda’da gerçekleşmiştir. İngiliz
Kraliyet Ailesi’nin Yeni Zelanda üzerindeki etkisi bilinmektedir.
Teröristin ceketindeki “Black
Sun-(Kara Güneş)” de dikkate alınması gereken bir semboldür. Bu simge 18 Kasım
2018’de Yunanistan ile Estonya arasında oynanan maçta Türk bayrağının yakılması
eylemi sırasında da ortaya çıkmıştı. Black Sun, Alt-Right (alternative right-alternatif
sağ) denilen aşırı ırkçı, göçmen karşıtı, beyaz üstünlükçü, neo-monarşi
yanlısı, neo-Nazi yapılar tarafından kullanılmaktadır.
Ancak bu sembol Avrupa’da
Rusya’nın desteklediği Slav Birliği’ni savunan örgütlerin de amblemidir. Terör
saldırısını gerçekleştiren tetikçinin beyannamesinde “Türkler kendi topraklarınızda
huzur içinde yaşayabilirsiniz ve size zarar vermeyiz. Ancak Boğaz’ın doğu
tarafında. Avrupa topraklarında yaşamaya çalışırsanız, Boğaziçi’nde, sizi
öldüreceğiz. Konstantinopolis’e geleceğiz, her camiyi yok edeceğiz ve Ayasofya
da minarelerden kurtulacak ve şehir Konstantinopolis olacak” ifadeleri Dostoyevski’nin
İstanbul’u Ortodoksluğun merkezi olarak gösteren pan Slavcı görüşleriyle
benzerlik taşır.
11 Eylül 2001 tarihinde
İkiz kulelere yapılan saldırıdan bir ay sonra ABD’nin bu olayı gerekçe
göstererek Afganistan’ı ve 2003’te de Irak’ı işgal ettiği hatırlanmalıdır. ABD
Başkanı George Bush, bu işgalleri “terörizme karşı Haçlı Seferi başlattığını”
söyleyerek gerekçelendirmişti.
15 Mart 2019’daki eylemi,
benzer şekilde bir milat saymak mümkündür.
Saldırganın İngiliz havzası
ile pan Slav havzasının tarihi mirasına sahip çıkan sembollerle eylem yapması, iki
yaklaşımla ele alınabilir:
Birinci olarak saldırganın
eylemi, Avrasya merkezli, Çin-Rusya ve Çin-İngiltere eksenli yeni küresel denge
arayışı içinde anlamlandırılabilecektir. Bu ihtimal Türkiye’nin İpek Yolu
projesi çerçevesinde yatırımlar yapmasının, bazı ülkelerin enerji politikalarıyla
çatışmasıyla ilişkilendirilebilir. Nitekim son dönemde Amerikan Exxon-Mobil şirketi
Akdeniz’de (Kıbrıs) büyük miktarda doğal gaz keşfetti ve İsrail-Güney Kıbrıs-Yunanistan-İtalya
arasında EastMed Boru Hattı Anlaşması imzalandı.
İkinci olarak ise eylem
istihbarat açığını ortaya çıkarmıştır. Yeni Zelanda saldırısıyla istihbaratı
güçlü ülkelere, güvenlik açıklarına dair ikaz verilmiş olabilir.
Netice itibariyle kapitalizmin
kendi iç çelişkilerini İslâm’ı bahane ederek yürüttüğü, sömürgeciliğin yeni bir
pozisyon aldığı düşünülebilir.
- Gündüz Ahmet, Sömürgecilik Kavramı ve
Sömürgeci Devletlerin Uyguladıkları Taktikler-Ortadoğu Örneği, Tarih Okulu
Dergisi (TOD), Yıl: 9, Sayı: XXV, ss.763-784, 2016
- Kalın İbrahim, İslâm ve Batı, İsam
Yayınları, 2008
- Kanar Yüksel, Batının Doğusu: Avrupa Barbarlığının
Küreselleşmesi, Mahya Yayınları, 2016
- Kurtoğlu Ramazan, Küresel Para Oyunları ve
Psiko-Siber Savaş, Destek Yayınları, 2017
- Latouche Serge, Dünyanın Batılılaşması,
Ayrıntı Yayınları, 1993
- Negri Antonio-Hardt Michael, İmparatorluk,
Ayrıntı Yayınları, 2003
- Pirenne Henri, Hz. Muhammed ve Şarlman, Pınar
Yayınları, 2012
- Sezer Baykan, Toplum Farklılaşmaları ve
Din Olayı, Kitabevi Yayınları, 2011
- Sunar Lütfi, XIX. yüzyıl Avrupa’sında
Emperyalizm Algısı, Sosyoloji Dergisi, Sayı: 14, 2007