Pek çok kişi benim
Nurettin Topçu’ya intisabım nedeniyle “köycü” olduğumu düşünüyor. Topçu bir İbn
Halduncu, ben ise Fârâbîciyim. Bu nedenle metinlerimde “köy” vurgusu, “şehrin
cüzü” olarak önemsenmiştir. Yoksa “şehirleri ve tüccarları insanın kemâl
yolculuğunda bela” gören düşünce ile akraba değilim.
İki Anahtar İle Ömrün
Takas Edilmesi:
1995’den itibaren yazmayı
önemsediğim konu, muhafazakârların merkeze gelme, sanayileşme, kentleşme
(hadarîleşme) temayüllerinin Batı’ya cevap veremeyeceği, hatta bu kesimleri
dönüştüreceği hususu idi. 1995-2015 arasında yazı hayatımı teksif ettiğim “şehir-kent”,
“medeniyet-uygarlık” konuları bir anlamda “Toplumsal dönüşümü nasıl Batılı
olmayan bir yoldan sürdürebiliriz” problemini mesele edinmekteydi. Bugün
geldiğim noktada artık “kent eleştirisi” yazmanın anlamının kalmadığını görüyorum.
Nitekim neredeyse 2015’ten beri şehir üzerine pek yazmıyorum. Bunun bir nedeni,
kent eleştirisi bağlamında kaleme aldığım kitaplarımın (Kenti Durduran Şehir, İnsanın
Beşinci Zindanı, Şehir Sünnettir, Kent-İslâm ve Kapitalizm) meseleyi etraflıca
işlemesi idi. Zaman geçtikçe kentleşmenin bir buhran olduğu muhafazakâr kesimlerce
de anlaşılmaya başlandı. Bir zaman önce kentsel süreci eleştirdiğim için “sen
git dağda yaşa” diyen muhafazakâr kesim, bugün yerleştiği kapitalist mekândan mutsuz
olduğunu dile getiriyor. Bir zaman önce kent eleştirilerime katlanamayan
muhafazakârlar, şimdi kent eleştirisi yapmaya başladı. Benim için bugün salt kent
eleştirisi yapmak, ölü birine hayat öpücüğü uygulamak demek.
Türk toplumu neredeyse
iki asırdır “bir ev, bir araba anahtarı” istiyor. Siyasetin her devirde bu
talebe cevap verdiği ölçüde kendine alan açtığını da biliyoruz. Sadece Türkiye’de
değil, küresel ölçekte geleneksel yaşam terkediliyor, kentleşme bir kanser gibi
tabiatı kemiriyor. Bütün insanlık tarım merkezli üretim biçimini terk ederek
kentlere göç ediyor ve başını sokacak konut, hareket etmesini sağlayacak otomobil,
barınağında yaşamını rahatlatacak mobilya için kapitalist sistemle ömrünü takas
ediyor.
Denklem şöyle kurulmuştur: Bir konut=20 yıl ÖMÜR. (Hesapta
hata yok. Evet belki krediyi 10 yıllığına çekiyor. Onu 2 ile çarpıyorum; çünkü
eşi de çalışıyor. Bu nedenle 1 Konut=20 yıldır).
Bugün (Ekim 2021’de) Ankara’da 3+1 (180 m2) sıfır
daire 1.200.000 TL civarında. 1+1 (50 m2) sıfır daire ise 450.000 TL’den
başlıyor.
Bunun anlamı şu: Kent pek çok insanı merkeze kabul
etmeyecek ve varoşa itekleyecek. O halde bu ülkede son 40 yıldır “kente yürüme”
mücadelesi niye verildi?
&&&
Muhafazakârlar Niçin Pozitivisttir:
“Azgelişmişlik
Üstünlüktür” kitabımda muhafazakârların pozitivist olduğunu kendi metinlerinden
hareketle ileri sürdüm.
“Ahlâk Ayaklanması”
kitabım da bu kesimin “dindarlık” mücadelesinin aslında “seküler kesimlerin
dünyasına yürüyüş” amacı taşıdığına işaret ediyordu.
Bütün yeryüzünde “tek
biçimli bir kentsel toplum” kurgulanarak “kapitalist Pazar” inşa ediliyor.
Kentler böylece içindeki
her şeyi metalaştırıyor.
Muhafazakâr kesimlerin
kente yürüyüşleri, kamusal alanda dindarlığın yer tutma mücadelesi, devlete
karşı bireyin özgürlük arayışı… Bütün bunlar sermayenin önünde engel oluşturan
sosyo-ekonomik yapıların çözülmesi ile neticelendi. Sermaye, “sürüden ayrılan”
herkesi kentin sömürülen emeği ve kentsel mal dizgesinin (konut, otomobil, meta)
borçlusu kıldı.
İlerlemeye inançları
dindarları pozitivist kılmaktadır.
&&&
Türklerin Yaylak-Kışlak Sistemleri:
Günümüzde Türk kimliğinin
korunamaması, yaylak-kışlak üretim biçimini kaybetmiş toplumun kentsel mülkiyet
düzeninde aranmalıdır. Eski Türkler yaylak-kışlak döngüsünü gözeten hayat tarzları
ile “iki merkezli” mesken anlayışına sahipti. Böylece vatan toprağı boş
kalmıyor, mevsime bağlı yaşama uygun üretim biçimi sayesinde Anadolu’da
basılmadık yer bırakılmıyordu. Bu sistem aynı zamanda Allah’ın Anadolu’ya
indirdiği her nimeti mevsime göre devşirip ileriki günlerinde sarf etme fırsatı
vererek milleti iktisadî seferberliğin neferine dönüştürüyordu. Ormanlar,
yaylalar, ovalar, su yolları, dağ patikaları, denizler adeta Türk’ün “millet”
haline gelişi için Tanrı’nın yeryüzüne indirdiği iktisat meyveleri idi.
&&&
Trio’nun Mekân Tasavvuru
ve Türk Kimliğinin Çözülmesi:
Türk kimliği bugün kentsel
mülkiyet ile toprağı yurt (İL) kılan geleneksel sisteminden kopmaktadır. 10
yıllık konut kredisi, Türk kimliğini kentlere hapsetmiş, ekonomik-kültürel
özgürlüğü ise mimarî (küresel fabrikasyon inşaat sektörü)-banka (sermaye)-imar
(belediye) üçlüsünün iradesiyle inşa edilen gökdelenlerle takas etmiştir. Bu
takas sonucunda günümüzde Türk kimliğini yansıtan şehirler inşa
edilememektedir. Bunun nedeni bizim kentlerimizin Batı kentlerinin ve mülkiyet
düzeninin metası olarak imal edilmesidir. Mimarî-banka-imar triosu, Türk
kimliğini mekâna yansıtmayı düşünmemektedir.
Düşünelim ki, geçmişte Konya,
Akşehir, Bursa, İstanbul gibi kentler Türkler tarafından fethedildikten sonra
daha yüz sene geçmeden muazzam inşaatla yepyeni bir şekil almışlardı. Türkiye’nin
bugün böyle şehirler inşa edememesi kimlik buhranını, kültür buhranını göstermektedir.
Modern kentlerimiz, Batı
kentlerinin “metası (meta: alınır satılır mal, ticaret malı) ve pazarı” olarak konumlanmaktadır.
Biz de bu kentleri satın alarak kendimizi metalaştırmaktayız. Geleneksel
şehirler kendilerini “marka şehir” olarak tanımlamamaktaydı. Fakat bugün Batı
kentleri ve onun bizim gibi ülkelerdeki taklitleri bir “marka”dır. Diğer
ifadeyle artık modern insan satın aldığı şeyin sadece kullanım değerini değil,
onun imajını da satın almaktadır.
Eğer bir malın sadece
mülkiyeti değil, markası da satışa sunulmuşsa, müşteri mala sahip olmamakta,
mal ona sahip olmaktadır.
&&&
Kent ve Kültür:
Türkiye’de mekân anlayışını
belirleyen ana etken “kültür” değildir. Mekân anlayışını
belirleyen etken, ithal edilen mimarî disiplin ve kapitalist kente rıza
üretimidir.
Türk kültürü Batı’da rastlanan
cemaat & cemiyet karşıtlığına dayanan bir yaklaşımla şehir inşa etmiyordu. Türk
kültüründe mahalle sistemi uygulaması nedeniyle şehirlerde de “cemaat=topluluk=gemeinschaft”
tipi bir hayat tesis edilebiliyordu.
Türk şehri Batı metropolü olmamıştı.
Türk şehrinin metropolleşmesi kentleşme sürecinde belirginleşti. Şehirden kente
doğru yaşanan dönüşüm İbn Halduncu perpektifle değil, Fârâbîci perspektifle
izah edildiğinde anlamlandırılabilir. Şehirlerimiz “fazıl komşular” ile oluşan
mahallelerini “sağır-duyarsız komşuluk” uğruna bozmuştur.
Türkiye’nin kentleşmesini İbn
Halduncu perspektifle izah eden aydınlar, bedâvetten hadârete doğru bir gelişim
için mekânda ve toplumsal ilişkilerde radikal bir dönüşümü politize etti. Muhafazakârlık,
kamusal alana giriş için geleneksel mahalleyi yıkmayı ve kültürden kopmayı zarurî
görmekteydi. Zira geleneksel şehirde, geleneğin üretim biçimi, töre, cinsiyet
rolleri, meslekî aidiyetler muhafaza edilmekteydi. Aydınlar bu “köhne yapı”da
eğitimini aldıkları bilgi disiplinine uygun bir sosyo-ekonomik zemin
bulamıyordu. “Eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlal.” demelerinin sebebi buydu.
Kültürün tarihe bağlılığı ve
sürekliliği bulunmaktadır. Türk kentleşmesinin ise karakteri, tarihsizlik ve
köksüzlüktür.
Kapitalizmin sermaye birikiminin
aracı olan konutlar, kentleşmeye rıza üretmenin gerekçesi olmuştur. Türkiye
sanayileşmeden kapitalistleşmenin yolunu konut üretimiyle kentleşmekle ve
geleneksel mahalleleri rant alanlarına dönüştürmekle elde etti.
Şehir ve Fazıl İnsan:
“Şehir” kavramı onu var-kılan insanların birbirine
saygı gösterip, haklarını koruduğu ölçüde bu isme lâyıktır. Bir şehrin
sakinleri birbirinin haklarını gözetmemeyi temel ilke haline getirmiş topluluğa
dönüştüğü oranda kentleşir.
Bir şehrin mimarisi, onu
var-kılan insanların birbirine saygısı oranında diğer insanların manzarasını,
güneşini koruyacak şekilde hayat bulur.
Bir şehrin mimarisi
yoksulluk üretmeye başlamışsa, artık “şehir” kaybedilmiş, onun yerinde “kent”
zuhur etmiş demektir.
Pek çok yazar Osmanlı
dönemi şehirlerini (yardımlaşma, komşuluk ilişkilerindeki samimiyet, mahalle
değerleri gibi kavramlar kullanarak) idealleştirmektedir. Gerçekte eski Osmanlı
şehirlerindeki idealleşen değer mimari değil, mimarîyi belirleyen “fazıl toplum”dur.
Eski Osmanlı şehirlerini
inşa eden kriterler şunlardı:
a) Malzemeyi israf
etmeyeceksin.
b) Yapı malzemesi
söküldüğü zaman, aynı malzeme yeniden inşa etmeye müsait olacak (betonda bu
kriter yoktur).
c) Kimsenin güneşini
kesmeyeceksin.
d) Tek başına
yaşamayacaksın, topluluk (community) içinde olacaksın.
Yukarıdaki kriterlere
müracaat edildiğinde modern insanın özlediğini iddia ettiği ve kendine örnek
aldığı şehre geri dönmesi mümkün değildir. Çünkü modern insan dediğimiz varlık artık
bireydir. O, kendi validesi ile bir saat bile geçiremeyecek derecede kentsel
kapitalizmin kültürüne esir olmuştur.
Kerpiç veya ahşap evler
inşa ederek de geçmişin şehrini yeniden günümüzde var kılamayız. Zira “şehir”
kavramı binalar-yollar-köprüler ile inşa edilen bir mimarî tasarımı imlemez. Şehir
kavramı “fazıl toplum”un mekânda kendini var kılmasıyla tecessüm eder.
Ne yazık ki, mimarlık
fakültelerinde “şehir” inşa etmeye dair bir bilgi öğretilmemektedir. Zira “şehir”
kavramı mimarînin konusu veya nesnesi değildir. “Şehir”, fazıl toplumun varlığa
çıkmasıyla ilgili olduğundan o ancak “sosyal felsefe”nin konusu olarak
anlaşılmalıdır.
Mimarlık fakültelerinde ancak
“KENT” inşa etmeye dair bilgi öğretilir.
&&&
Gölge Etme:
Bana öyle bir KENT
gösterin ki, “kimse kimsenin güneşini kesmemiş olsun.”
Size Anadolu’da pek çok
ŞEHİR gösterebilirim ki, “kimse kimsenin güneşini kesmemiştir.”
&&&
Konut ve Akrabalık:
Yeryüzü ölçeğinde
modernleşmenin (yıkarak yapmanın) getirdiği temel yıkım, akrabalık sistemi
oldu. Aslında kentleşme de “cemaat”in (Gemeinschaft=topluluk) “cemiyet”e
(Gesellschaft=toplum) evrilmesinin radikalleşmesi idi.
Batı’da “cemiyet”, Kilise’den
çıkmıştı. Zira, Batı, Kilise dahil aileye karşıt idi. Kilise’nin “aile karşıtı
ve erkek” kurum olarak yapılanması, kendi özündeki “ruhban” karakter
nedeniyledir. Batı’da emeğiyle kazanmayan ve fakat emekleriyle geçinen
insanların günahlarının bağışlanması ile kule (piramit) diken ruhbanlık,
bekârdır. Batı’nın Kilise karşısına çıkan diğer ideolojileri de aileye uzak bir
toplum sistemi teklif etti. Marksistler de feministler de aileyi reddederek
toplum inşa ettiler. Batı ideolojilerinin aileyi reddetmesi, kent kanserinin
yayılmasıyla sonuçlanmakta ve bu da “akrabalık” sistemini yıkmaktadır.
Bu süreç cemaati
dağıtıyor ve KONUT SORUNU oluşturuyor.
Bütün yazılarımda Batı’nın
kent yapılanmasına itiraz olarak akrabalığı temele koyan bir konut edinme yolu
teklif ettim. Bu model aynı zamanda banka sisteminden çıkışı da içermektedir. Fakat
kimi muhataplarım “hiç güleceğim yoktu, hangi akrabayla bu iş gerçekleşecek”
demektedir. Akrabalığı öldürdüyseniz zaten vebal altında değil misiniz?
&&&
Konut ve Aile:
Türkiye’de “aile”
meselesi muhafazakâr kesimde daha yeni tartışılmaya başlandı. Ailesiz bir
dünyaya kentleşme sürecinde akacağımızı ve bunun büyük sorun oluşturacağını
geçmişte bir iki (Havva’nın Evsiz Kızları, Evlerimizi Kaybediyoruz) kitabımda
ele almıştım.
Aile meselesini
tartışanların pek çoğu çözüm üretmiyor, politik söylem üretiyor.
Aileyi “akrabalık”
sisteminden ve ekonomik bağlardan bağımsız ele alamayız. Aslında “Ev-lenmek”
kelimesi dahi aileyi ekonomik bir temele yaslıyor ve akrabalık modeli
getiriyor.
Bu arada “ekonomi”
kavramı (“oeconomicus”), “aile yönetimi” demektir.
&&&
Düşük Birikimlerle Konut Sahibi Olmak:
Avrupa’da artan konut
fiyatları protesto ediliyor.
Küresel ölçekte konut ve
kira fiyatlanmaya başladı.
Konut krizini aşmanın
yolu akrabalar arasında “ortak konut sistemi” kurmaktır.
Örnek: her sene 30.000 TL
biriktiren aile, akrabası olan 10 aileyle 300.000 TL’lik konutu peşin fiyata
alır. Tapu 10 kişi üzerine yapılır. Bu konut kiraya verilir. Ertesi yıl yeni
bir birikim değeri belirlenir. Örneğin bu kez bir yılda beher aile için 40.000
TL birikim hedeflenir. O da yıl sonunda bir konuta bağlanır. Tapu yine hissedarlar
üzerine yapılır. 10 sene bu sistemle 10 adet konut alınır. Satın alınan
konutlar kira da getireceğinden bu kiralar üyelerin ertesi sene birikimlerinde “katkı
payı” olarak kullanılır. 10. sene bütün konutların emlâk değeri eksper
raporuyla tespit edilir ve hissedarlar arasında ya satılarak satış bedelinin
pay edilmesi usulüyle ya da hissedarlar arasında denkleştirme yapılarak paylaşılır.
Bu model ancak
akrabalığını koruyan bir kültürde tatbik edilebilir. Akrabalık yapısını kaybetmiş
Batı’da bu model hayat bulamaz.
&&&
Müksüzsünüz:
Türkiye’de binaların
kentsel dönüşümle yıkılıp yeniden yapılma süresi 50 yıla düştü.
40 yaşında kredi çekerek
30 yaşında binadan konut alan biri 60 yaşında yeniden borçlanacak.
Bu durumda “kat mülkiyeti”
denilen sistem aslında “kullanma mülkiyeti”dir. Yani konut da alsanız,
mülksüzsünüz.
&&&
Mekânın Karesi-Nüfusun Kare Kökü:
Muhafazakârlar hane içi
nüfusu azaltan bir modernleşmeye uğrarken, yaşam alanlarını yani konutlarının
m2’lerini büyütmeye de uğradılar.
&&&
Kedi ve Köpek Niçin Hayvan Değildir?
“Şehir sosyolojisi”,
kentlerde insan-hayvan ilişkilerini incelemeli ve kentteki hayvan türlerine
göre mimarî yapıdaki dönüşümü analiz etmelidir. Bu analiz yapıldığında Türkiye’de
kentlerin “tabiatsız” olduğu yargısına varılabileceğini düşünüyorum.
Türk kentleri “hayvansız”
yerleşimler haline geldi. Diyeceksiniz ki, “kedim ve köpeğim var.”
Onlar terk ediliyor.
Ayrıca, sokaktaki kedi-köpekleri de “hayvan” olarak göremeyiz. Zira onlar
sahiplerince evsizleştirilmiş (dünyasızlaştırılmış) canlılardır. Sokaktaki
kedi-köpeklerin ekolojik sistemle bir ilişkisi yoktur.
Türkiye’de kentleşme
süreci ekolojik sisteme dahil olmayı gözetmiyor. Hayvanlara karşı geliştirilmiş
beşerî davranışlar bunu kanıtlar. Kentlerde eko-sistemi tamamlayan hayvan
popülasyonu yok. Kedi-köpek besin zinciri içinde değil. Onlar “sokağa atılmış” varlıklar
ve besinlerini tabiattaki diğer canlılar gibi elde edemiyor. Kedi ve köpek benim
nazarımda acizleştirilmiş varlıklardır. Bunlar insanlar tarafından verilen
gıdalara muhtaç yaşıyor veya çöpten buldukları artıkla besleniyor. Tabiatta bu
iki yaratık gibi insana gıda bakımından bağımlı bir garabet bulunmuyor.
Eski Türk şehirleri
hayvanlı şehirlerdi. Yani hayvanlar insanlarla yaşardı. Ancak bu hayvanlar
kendi türlerinin karakterini korumaktaydı. Eski köpekler sürü beklerdi. Eski
kediler fare avlardı. Bekçilik ve avcılık karakterini kaybeden “kentsel hayvan”
fıtratı bozulmuş bir yaratıktır.
&&&
Hayvanların Kente İnmesi:
Domuzların kente indiği
söyleniyor. Bu husus garipseniyor. “Domuzlar kente neden inmiş ola?”
Eski Türk şehirlerine
göçler, kuraklık, açlık, hayvan merakı gibi nedenlerle hayvan ziyaretleri
olurdu. Garip olan bu değildir. Garip olan günümüzde “şehre hayvanlar neden
indi?” sorusunu soran zihniyettir.
Hayvanların kente inmesini
yasaklayan ve onları gördükleri yerde yok eden soykırımcı düşünce beşeriyeti
esir almıştır.
&&&
Hayvana Dönmek:
“Türk evi”ne dönülecekse, “hayvana dönmek” gerekir.
Türkiye’de çok geniş kesim “hayvan” denince kedi-köpek
anlıyor.
“Türk evi”nde hayvan (kümes hayvanları, at, katır,
koyun, inek=şehir hayvancılığı), EV’i Oikonomika kılar.
Modern insan ise EV sahibi değildir. Konut sahibidir.
&&&
İki Katlı Ev İstiyor muyuz?
Geleneksel evler genellikle
iki kat yapılırdı. Alt katta ahır bulunur, üst katta hane halkı otururdu. Bazı
evler ise, tek katlı olup yan tarafında ahır yapılırdı.
Türk evi, iki katlı
olarak “Atlı EV” idi.
Türk evleri ekonomik ve
ekolojik idi.
Alt kattaki ahırdaki
hayvanın sıcaklığı evin üst katının ısınmasına katkıda bulunurdu.
Hayvanın (inek, koyun)
sütü evin yoğurt, tereyağ, peynir ihtiyaçlarını karşılardı.
Hayvanın yünü yatak
yapılırdı veya halı-kilim için kullanılırdı.
“İki katlı ev inşa
edelim, böylece Türk evini inşa etmiş oluruz” söylemi boş bir söylemdir. Bu
söylem ancak “sayfiye evi” inşa edebilir. Türkler tarih boyunca “hayvanlı
toplum” olarak yaşadılar ve şehirlerini de bu nedenle “iki katlı” inşa ettiler.
İki katlı ev istiyor
musunuz? Hayvanın olacak.