Skip to content

Posts tagged ‘Medeniyet’

Şehir Sünnettir Kitabının Vurguları (13-14 Mayıs 2022 Trabzon Konuşması Metni)

Şehir Sünnettir Kitabının Vurguları


I. Giriş-Yusuf Kaplan ve Bedri Gencer’in “medeniyet” tasavvurlarına itiraz:

“Şehir Sünnettir” kitabı Yusuf Kaplan ve Bedri Gencer ile yaptığımız bir uzun söyleşinin ardından kaleme alınmış yazılardan oluşmaktadır. Bu tartışma Yusuf Kaplan’ın ve Bedri Gencer’in şehri (medineyi) Medeniyet’ten kopararak ele almasına bir cevap sayılabilir.

Her iki müellif de “medeniyet” kavramını “şehir inşa etmek” fikrinden bağımsız bir yapı olarak ele almaktadır. “Şehir Sünnettir” kitabı ise fıkıhla yaşayan toplumsallığı hem şehir hem de medeniyet olarak kavramlaştırmaktadır. Kur’an’ın anlattığı peygamber kıssalarında hükümdar olarak kavimlerine gönderilmiş üç şahsiyet vardır: Hz. Davud, Hz. Süleyman, Zülkarneyn. Hz. Yusuf da yönetici pozisyonu kazanmış ise de onun bu konuma sonradan geldiği hatırlanmalıdır. Bu yönetici şahsiyetler dışında kalan peygamberler vahyin toplumsallaşması mücadelesini vermiş ve kavimlerini hakka çağırırken çok dar çevreli bir mü’min toplulukla, hatta kimileri tek başına hareket etmiştir. Örneğin Hz. Nuh’un gemisine binen pek az kişi olmuş, Hz. İsa’nın daveti “havari topluluğu”nu aşamamıştır. Kur’an, Hz. İbrahim’in tek başına ümmet olduğunu beyan etmiştir. “İbrahim, hanif olarak Allah’a yönelen bir ümmet idi. Ve müşriklerden değildi.” (16 Nahl 120) ayeti bu tek başınalığı dahi “topluluk” olarak ele almamızı işaret eder gibidir. Bu ayette geçen “ümmet” kelimesi nedeniyle Türkiye’de “ümmetçilik” olarak kavramlaştırılan ve “yeryüzünün bütün Müslümanları birleşin” kabilinden bir söylemle politikleştirilen anlama biçimini eleştirmemiz gerekir. Hz. İbrahim hakkında başka bir ayette “Ben seni insanlara imam yapacağım.” (2 Bakara 124) buyurulmaktadır. Böylece (Nahl 16) ile (Bakara 124) ayetlerinde geçen “Ümmet, Ümm, İmam” kelimelerinin aynı kökten gelen bir tasavvura işaret ettiği söylenebilecektir. Bir başka ayette şöyle buyurulur: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir ümmet bulunsun.” (3 Âl-i İmran 124). İşte bu ayet vesilesiyle “ümmet” kelimesinin “yeryüzünün bütün Müslümanlarını birleştirmek” anlamına gelmediği, Müslüman toplumun içinde bir davetçi topluluğun veya şahsiyetlerin varlığının “ümmet” olarak kabul edildiğini anlıyoruz. Dolayısıyla “ümmet” kavramı “bir toplumun iyilik konusunda önder ve rehber (imam) edindiği, peşinden gittiği kişi” anlamı kazanmaktadır. Bu husus, İslâm’ın toplumsallaşmasının coğrafyaları, halkları ve devletleri kendisine tebaa kılan bir hareket hattı getirmediğine de işaret eder. Diğer ifadeyle “İslâm’ın toplumsallaşması” bir imparatorluk misyonu değildir. İslâm’ın toplumsallaşması mimarî, bayındırlık, yollar inşa etme, mekânsal düzenlemeler getirme şeklinde değildir. İslâm’ın toplumsallaşması fazıl toplumun ortaya çıkışıyla ilişkilendirilmelidir. “Medeniyet” kavramı “fazıl toplum inşası” ile ilişkilidir. Fakat Türkiye’de entelektüeller meseleye böyle bakmamakta ve “medeniyet” kavramını Müslümanların mekândaki hâkimiyetleri şeklinde anlamlandırmaktadır.  Bu yaklaşım İbn Haldun’un “hadârîlik” yaklaşımında görülmektedir. 

Yusuf Kaplan’a göre İslâm’ın toplumsallaşması süreci üç dönemlidir: 1) Mekke, 2) Medine, 3) Medeniyet. Yusuf Kaplan’a göre Hz. Peygamber İslâm’ın Mekke ve Medine dönemlerini hayata geçirdi. Medeniyet’i hayata geçirmek ise biz Müslümanlara aittir. Bu perspektife göre biz Müslümanlar medeniyeti hayata geçiremezsek, din (yani İslâm) da varlık bulamaz.

Yusuf Kaplan’ın yukarıda naklettiğim argümanlarına pek çok eleştiri getirilebilecektir. Ancak bunlardan ikisine değineceğim: Birinci olarak: “Peygamberlerin Medinelere gönderildiği” iddiası Kur’an’daki kavramların anlam dünyasıyla bağdaşmamaktadır. Zira peygamberler ayete göre Medinelere değil, karyelere gönderilmiştir: وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّبِيٍّ (Ve ma erselna fi karyetin min nebiyyin-Hangi memlekete bir peygamber göndermişsek). (7 Araf 94). وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذ۪يرًاۘ (Velev şi/nâ lebe’aśnâ fî kulli karyetin neżîrâ-Eğer dileseydik, her karyeye bir uyarıcı peygamber gönderirdik). (25 Furkan 51).

Görüldüğü üzere sadece bu iki ayette geçen “karye” kelimesi Yusuf Kaplan’ın paradigmasını yeniden gözden geçirmek mecburiyetine yol açmaktadır. Karye kelimesi Medine kelimesi ile aynı anlama sahip değildir. Muhammed Selman Çalışkan bir makalesinde bu kavramı şöyle tanımlar:

“Karye, insanların yerleşik bir hayat sürmek için toplandığı yer
anlamına gelmektedir. Evler, binalar ve arazilerden müteşekkil büyük şehirlere de karye adı ıtlak edilmektedir. Bu yönüyle karye, yapıların ve dolayısıyla insan fertlerinin toplandığı yerdir.” (Çalışkan, 2019: 34).

İkinci olarak: Yusuf Kaplan’ın “Medeniyetin yitmesi, medinenin çökmesiyle, dinin de çözülmesi ve yok olmasıyla sonuçlanır.” ifadesine itiraz etmek gerekir. Bu itirazı Hz. İbrahim’in örnekliğine dayandırıyoruz. Yusuf Kaplan “din” kavramını “sosyal ve siyasal düzen” olarak anlamlandırıyor olmalıdır. Oysa Kur’an’da “din” kavramı Hz. İbrahim ile ilgili ayetlerde geçmektedir:

“Ve yüzünü hanif olarak dine çevir! Sakın müşriklerden olma!” (10 Yûnus 105); “Sonra da sana: ‘Hanif olarak İbrahim’in milletine uy!’ diye vahyettik. O, müşriklerden değildi.” (16 Nahl 123); Yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah’ın insanları yarattığı fıtrata (uy). Allah’ın yaratmasında değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30 Rûm 30).

Şaban Kuzgun, “hanif” kavramı hakkında izah yapmış ve bu kavramın “şirkin karşıtı” olduğunu, din anlamına gelen “millet” kelimesiyle birlikte zikredildiğini ve Hz. İbrahim’in kendisini “hanif” olarak nitelediğini belirtmiştir. (1) Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Sonra sana, ‘Tevhid önderi olan ve putperestler arasında yer almamış bulunan İbrâhim’in dinine uy’ diye vahyettik.” (16 Nahl 123) ayeti bulunduğundan “din” kavramının “medine” inşasını gerektirdiği ifade edilemeyecektir. Yusuf Kaplan’ın paradigmasında temellendirilmeye çalışılan “medeniyet giderse din de gider” önermesinin vahiyle mutabık olmadığı görülmektedir. Yusuf Kaplan’ın “Mekke+Medine=Medeniyet” formülü İslâm’ın sadece Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği bir din imiş gibi algılanmasına yol açmaktadır. Oysa Firavun’un önünde büyülerini gösteren büyücüler, Hz. Musa’nın mucizesi karşısında iman etmiş ve kendilerine “Biz Müslümanız” demişlerdir. (2) Hz. İsa’nın havarileri de kendilerine “Müslüman” demekte idi. (3)

Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Sonra sana, ‘Tevhid önderi olan ve putperestler arasında yer almamış bulunan İbrâhim’in dinine uy’ diye vahyettik.” (16 Nahl 123) ayeti bulunduğundan “din” kavramının “medine” inşasını gerektirdiği ifade edilemeyecektir. Yusuf Kaplan’ın paradigmasında temellendirilmeye çalışılan “medeniyet giderse din de gider” önermesinin vahiyle mutabık olmadığı görülmektedir. Yusuf Kaplan’ın “Mekke+Medine=Medeniyet” formülü İslâm’ın sadece Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği bir din imiş gibi algılanmasına yol açmaktadır. Oysa Firavun’un önünde büyülerini gösteren büyücüler, Hz. Musa’nın mucizesi karşısında iman etmiş ve kendilerine “Biz Müslümanız” demişlerdir.

Görüldüğü gibi din sahibi olmak için Medine’de yaşamak veya medeniyet kurmak gibi bir şart bulunmamaktadır. Kaldı ki Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Yahya, Hz. Zekeriya, Hz. Yakub, Hz. İsa “şehir” (medine) kurmamış ve ardından gelenler ise “medeniyet” inşa edememiştir. Öte yandan Hz. Davud, Hz. Süleyman Yusuf Kaplan’ın “Mekke süreci” dediği süreci yaşamamış, Medine’yi ve Medeniyet’i doğrudan inşa etmiştir.

Bu noktada geliştirdiğim bu iki temel itiraz, Yusuf Kaplan’ın paradigmasını yanlışlamaktadır.

Bedri Gencer ise “Medeniyet Ütopyası Peşinde” makalesinde “medeniyet” kavramını modernleşme ve sekülerleşme süreçleriyle ilişkilendirir. Gencer’e göre medeniyet “civilization” kavramı ile ilişkilidir ve dinin yerini alan seküler bir hikmeti ifade eder. Batı, modern ulusal sistemler kurarken “religion” kavramını icat etmiştir. Religion, prensin bölgesindeki dini ifade etmektedir. Antik Yunan’da her şehre ait bir tanrı anlayışı vardı.  Daha sonra Batı’da ulusal-üstü kimliğin kaynağı olarak religion yerine civilization kavramı icat edilmiş ve pagan bir kozmopolitanizme yöneliş olmuştur. Böylece “civilization”, Batı’da hem modernleşme hem sekülerleşme süreçlerinin merkezinde yatan kavram haline gelmiştir. Latince religion, şeriatı olmayan bir inanç yığını anlamına gelen pagan bir kavramdır. Batı din yerine pagan religion kavramını Hıristiyanlığa mâl ettikten sonra, religion’dan “medeniyet, kültür, ideoloji, dünya görüşü” gibi pagan kavramlara geçmekte zorlanmamıştır. Gencer’e göre “medeniyet” kelimesi İslâm dünyasında da “şeriatsız din” tasavvurunun bir yansıması olarak ele alınabilecektir. Medine kelimesinden gelen medeniyet, bir şehirde temellenir. Bugün temelleneceği bir şehir olmadığı için İslâm medeniyeti ütopya haline gelmiştir. Çağdaş İslâm dünyasında ‘İslâm devleti, İslâm medeniyeti ve İslâm toplumu’ gibi kavramlar, Medine-i Münevvere’nin kaybından doğmuştur. İslâm medeniyeti ütopyası ya geçmişte ya da gelecektedir. Müslümanlar, bugünde değil ya geçmiş ya gelecek Bağdat veya Kurtuba’da yaşamaktadırlar. Çağdaş Müslümanların varlığını sürdüren Bağdat yerine tarihe karışmış Kurtuba’yı İslâm medeniyetinin sembolü olarak almaları, bu ütopya psikolojisinin tipik ifadesidir. İslâm medeniyeti kavramının bu normatif=özselleştirilmiş kullanımı, tehlikeli bir ütopya arayışını belirtir. Bu normatif, ütopik anlamda İslâm medeniyeti, bilim, felsefe, sanat birikiminden oluşan din gibi bir sistemi belirtir. Bu anlamda aslında tarihte Akdeniz medeniyeti olarak tek bir medeniyetten, nötr, profan, araçsal bir medeniyet olarak Akdeniz medeniyetine Yahudi, Hıristiyan ve İslâm dinlerinin katkılarından söz edilebilir. ‘Bir medeniyet inşası’ iddiasıyla bu evrensel ve tarihî Akdeniz medeniyetinden ayrı bir İslâm medeniyeti tasavvuru, adeta yeni bir din inşasına girişmek, dini medeniyete dönüştürmeyi planlamak demektir (Gencer, 2013: 53-65).

Bedri Gencer, “medeniyet” kavramını “din” (deyn) kökünden türemiş olduğunu ifade etmesine rağmen onu Batılı civilisation veya civility kavramıyla ilişkilendirerek okumakta ve kavramın İslâm düşüncesinde Fârâbîci damarını kesmektedir. Bedri Gencer’e göre medeniyetler Garb ve Şark’ta farklı karakterle ortaya çıkmakta; İslâm dini Batılı kanatta kalmaktadır (Gencer, 2009: 23-24). Bedri Gencer, “medeniyet” kelimesini makalesinde açıkça İbn Halduncu perspektifle ele almakta ve onu “Akdeniz medeniyeti” içinde değerlendirmektedir. Keza Bedri Gencer “medeniyet” kavramını İbn Haldun’un “hadârîlik durumu” kapsamında değerlendirmektedir. İbn Haldun’un hadârî umranın 3.4.5. iklimlerde ortaya çıktığı düşüncesinde olduğunu bilmekteyiz. Böylece Bedri Gencer, “İslâm medeniyeti” kavramına uzaklaşmakta ve İslâm’ı “Akdeniz Medeniyeti”ne katkıda bulunan bir kültür/inanç çevresine dönüştürmektedir. Oysa Medeniyet kavramını İbn Haldun değil Fârâbî kullanmıştır. Bedri Gencer’in makalesinde İbn Halduncu ve Akdeniz esaslı temellendirmesi şöyledir:

“İbni Haldun, evrensel tarihine yazdığı Mukaddime’de, ilk kez medeniyet olgusunu kavramsallaştırır. Bu evrensel vizyon uyarınca İbni Haldun Akdeniz çevresinde Yunanlılar ve İranlılar arasında ilim ve medeniyetin gelişmesinden bahseder. XIII. asırda Doğu’dan ve Batı’dan Moğollar ve Haçlılardan gelen saldırıların kıskacında kalan İslam Dünyası’nın kendini savunma için geliştirdiği ‘gaza ruhu’, İbn Haldun’nun terimiyle ‘sebeb asabiyeti’nin ürünüdür. Müslümanların da benimsediği bu evrensel medeniyet vizyonunun sembolü, Akdeniz’dir. E. M. Forster’ın dediği gibi ‘İnsanlığın normunu bulması’ ancak tarih boyunca tüm büyük medeniyetlerin beşiği olan ‘Akdeniz’dedir.’ Akdeniz medeniyetinin kimliğini belirleyen ise dinden çok tarih ve coğrafyadır. Akdeniz’in Doğu/Batı dikotomisinin İslam/Hıristiyanlık kutuplaşmasına dönüşmesine izin vermeyen, dinî sınırlara tam tekabül etmeyen, kültürel fay-hatları boyunca ilerleyen, kendine özgü, bölünmez bir dokusu vardır. İslam barışı, bu dokuyu daha da pekiştirdi. Köklü medeniyetlerden geldikleri halde önceden siyasî sebeplerle sürekli birbirleriyle rekabet halinde olan Bizanslı, İranlı ve Araplar, İslam’ın gelişinden sonra ortak Akdeniz medeniyeti potasında kaynaşma fırsatı buldu. Orta Çağ’da Abbasî hilafeti zamanında kadim Akdeniz Yunan kültürü keşfedilerek İslam Dünyası’na mal edilmiş, ancak zamanla istikrarını kaybeden bölgede siyasî hâkimiyet Osmanlı İmparatorluğu’na geçerken, Akdeniz medeniyetinin birikimi Garb’a aktarılmıştı. XIII. asırda Akdeniz’in güney ucunda, Hıristiyanlığın hoşgörülü bir Cermen-Latin damarını temsil eden Sicilya Kralı ve daha sonra Kutsal Roma Cermen İmparatoru II. Frederik zamanında Müslüman bilginler sayesinde Akdeniz-Müslüman medeniyetinin birikimi başarıyla özümsendi. II. Frederik için Arap bilim, felsefe ve sanatı kendi dünyasını ifade ediyordu; ona dindaşı Cermenlerinkinden çok daha aşina bir dünya. Keza Akdeniz ruhu açısından Bizans, Ön Asya ve Suriye Hıristiyanları, Müslüman dünya ile Batılı dindaşlarından çok daha fazla kültürel yakınlığa sahipti. Akdeniz’in Roma’nın yıkılışından sonraki siyasî birikimi de Bizans ve Osmanlı tarafından tevarüs edilmişti (Gencer, 2009: 25-27).

Bedri Gencer “medeniyet” kavramını tartışırken onu seküler ve modern bir süreçle ilgili olarak tanımlamakta, fakat ardından “Garb ve Şark’ın medeniyetleri” tasnifi yaparak İslâm’ı “Akdeniz Medeniyeti”nin içinde ona katkı sağlayan bir değer dünyası ve inanç toplumsallığı olarak konumlamaktadır. Müellife göre “İslâm bir ‘medeniyet’ değildir. Fakat Akdeniz Medeniyeti’ne dahildir.”

“Şehir Sünnettir” kitabı “medeniyet” kavramını Yusuf Kaplan’ın ve Bedri Gencer’in anlamlandırdığından farklı olarak mekânsal ve mimarî bir oluş, ilkel toplumdan hadârî topluma geçiş olarak değil, “ahlâk ve adalet toplumu halinde varlığa çıkış” olarak anlamlandırmaktadır. Bu paradigma farklılığı “Şehir Sünnettir” tasavvurunun Fârâbîci çizgiyi takip etmesinden de kaynaklanmaktadır.

II. Şehir Sünnettir Kitabı Neyi Anlatıyor?

 Paradigma değişimi: “Şehir Sünnettir” kitabı eski şehirlerimize nostaljik bir bakış değildir; bir paradigma metnidir. Paradigma; yazarın veya araştırmacının olay ve olgularla ilgili bakış açısını, felsefî yaklaşımını ifade eder. Bu anlamıyla paradigmalar ideoloji değildir. İnsanlığın ilkel toplumdan ileri topluma ve kırsal toplumdan kentsel topluma doğru değiştiğine dair yaklaşım bir paradigma örneğidir. Gerek İbn Haldun gerekse Batılı filozoflar meseleyi bu paradigma üzerinden ele almaktadır. Oysa “Şehir Sünnettir” kitabı insanlığı Hz. Âdem ve oğullarının kurduğu şehirden başlatmaktadır. Diğer ifadeyle “Şehir Sünnettir” kitabı insanlığın medenî ve medeniyet halinde olduğu paradigmasından hareket etmektedir. Genel olarak gerek ülkemizdeki aydınlar ve gerekse Batı’da şekillenen sosyoloji ve siyaset bilimi, tarihi “ilkel ve vahşi beşer varlık”tan başlatmakta, bu varlığın zaman içinde insanlaştığını ve uygarlıkların da ancak böyle kurulduğunu ileri sürmektedir. “Şehir Sünnettir” kitabı ise insanlığın ilk toplumunun Hz. Âdem’in kurduğu toplum olduğu fikriyle hareket etmekte ve bu toplumun “şehir” inşa ettiği kabulünden hareket etmektedir. Dolayısıyla kitap, bir paradigma değişiminden bahsetmektedir. Bu paradigma, kendi kavramlarını getirirken Batılı aydınların kavramlarını ise reddetmektedir. “Şehir Sünnettir” kitabı, “şehir-medeniyet” gibi kavramları İslâm toplumunun oluşumuna hasretmekte, buna karşılık “kent-uygarlık” gibi kavramları ise fazıl olmayan toplumlara has bir nitelemede kullanmaktadır.

İnsanlık tarihini nübüvvet tarihi ekseninde okuma: “Şehir Sünnettir” kitabı İbn Halduncu paradigmanın aksine insanlık tarihini sadece Hz. Âdem’den başlatmamakta, aynı zamanda bu atadan günümüze kadar ulaşan insanlık sürecini nübüvvet tarihini ekseninde ele almaktadır. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım insanlığın “ilkelden gelişmişliğe” doğru ilerlediği fikrini de reddetmektedir. Bu paradigmada geçmiş toplumların günümüz toplumlarından daha gelişmiş olabileceği hususu da kabul edilmektedir. Nitekim Kur’an’da bir ayette bizden daha güçlü nice kavmin gelip geçtiği beyan edilmektedir:

“Sizden öncekiler gibisiniz, onlar kuvvetçe sizden daha çetindiler, malları ve çocukları daha çoktu; dünya hayatından paylarına düşenlerle zevk sürmeye bakmışlardı. Sizden öncekiler paylarına düşenlerle nasıl zevk sürmek istedilerse siz de aynı şekilde payınıza düşenle zevk sürmeye baktınız ve o batağa dalanlar gibi siz de daldınız. İşte bunların dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitti. İşte bunlar, hep hüsran içinde kalanlardır.” (9 Tevbe 69); “Bunlardan önce nice nesilleri helâk ettik; bunlardan daha güçlü idiler, yeryüzünü dolaştılar. Ama kaçıp kurtulacak yer ne mümkün/bulamadılar?” (50 Kaf 36).

Gerçekten de örneğin Kur’an’da Firavun kıssalarıyla bize işaret edilen Mısır uygarlığının sırları ve piramitlerin nasıl yapıldığı hususu hâlâ çözülebilmiş değildir.

Diğer taraftan Allah’ın uygarlık debdebesine yakalanan kavimlere “çoban peygamberler” gönderdiği Kur’an’da beyan edilmektedir. Nitekim Hz. Musa ve Hz. İshak bir çoban iken, Hz. Salih bir deve güdücü idi. Bu gerçeklik nedeniyle tarihi “kalkınma, ilerleme, gelişme, terakki” gibi kavramları merkeze çeken yaklaşımlarla ele almanın “kurgulama” olduğu ifade edilebilecektir. Büyük uygarlıklara çobanların gönderilmesi, İslâm’ın debdebeli kentler ve kapitalist birikimle barışık olmadığını göstermektedir. “Şehir Sünnettir” kitabı uygarlıkların sömüren ve sömürülen sınıflara yol açtığını, tekebbür mimarileri inşa ettiğini, serveti belli ellerde biriktiren sistemler kurduğuna işaret etmektedir. Peygamberlerin uygarlıklara gönderildiklerinde onlara yönelik ilk mesajlarının tek Tanrı inancına bağlanmak ve ikinci mesajlarının ise kul haklarını çiğnemekten kaçınarak “erdemli yaşamak” olduğunu Kur’an’daki ayetler vesilesiyle görüyoruz. Örneğin Hz. Şuayb’ın (as) kavmine “Tanrı’yı birleyin, ölçeği ve tartıyı tam yapın. İnsanların hakkını yemeyin. Ülkede düzen sağlandıktan sonra düzeni bozmayın.” (7 Araf 85) dediği görülmektedir. Salih peygamberin de kavmine tek Tanrı inancıyla gönderildiği ve onlara mucize olarak yaratılan bir deve emanet ettiği beyan edilmiştir. Ancak Salih’in kavmi bu deveyi ekonomik menfaatlerine zarar verici gördüklerinden öldürmüşler ve ardından helak gelmiştir. Hz. Lut da kavmine tek Tanrı inancını ve nikâhlı yaşama erdemini tebliğ etmiş, ancak onlar bu daveti reddedince helak olmuşlardır. Peygamberlerin daveti zenginliğe, kalkınmaya, ilerlemeye yönelik bir çağrı olmayıp, “ahlâklı ve erdemli toplum olmaya” yöneliktir. Nebevî davetin fazıl toplum inşasını hedeflemesi, İslâm’ın toplumsallaşmasının uygarlık çizgisinde yürümediği fikrini uyandırmaktadır.  Nübüvvetin “uygarlık yürüyüşü”nden ayrılması ise İslâm’ın toplumsallaşmasının “medeniyet” kavramıyla nitelenebileceğini ilham etmektedir.

Medeniyet, mimarî değil fıkıhla yaşayan fazıl toplumsallıktır: Medeniyet “mahkemeli toplum” halinde hareket eden toplumun varlığa çıkışıdır. Bu varoluş gerçekleştiğinde insanlar medenî ve kurdukları toplumsallaşma da şehir olur.  Medeniyet Müslüman toplumun herhangi memleket parçasında Müslüman değerlerini sübût ettirerek o beldeyi “şehirleştirmesi”dir. Bu manada medeniyet üniversal yapı-olgu değildir. Diğer ifadeyle medeniyet “uygarlık” değildir. Medeniyet dünya üzerinde tek veya çok beldede zuhura çıkabilir ve fıkhın toplumsallaşması kaybedildiğinde ise gökte kayan yıldızlar gibi sönebilir. Medeniyet fıkıh toplumu varsa varlığa çıkan bir olgudur.

Ancak bu noktada “fıkıh” derken neyi ifade ettiğimizi sarih şekilde açıklamak gerekir. Çoğu aydın “fıkıh” denilince, İslam Hukuku’nun üç sahası olan 1) Muamelat (İşlemler), 2) Ukubat (Yaptırımlar/Cezalar), 3) İbadat (ibadetler) ile ilgili kuralları anlamaktadır. Oysa İmam-ı Âzam’ın kullandığı bir terim olarak fıkıh, “kişinin lehine ve aleyhine olan meseleleri bilmesidir.” Dolayısıyla “Şehir Sünnettir” kitabında benim temellendirdiğim düşünce insanlığın üç fıkıhla muhatap olduğu hususu idi. 1) Allah’ın koyduğu fıkıh; 2) Peygamberlerin kendi kavimleri için belirlediği fıkıh; 3) Peygamber sonrası toplumun müçtehitlerinin geliştirdiği fıkıh. Genel olarak “fıkıh” denilince aydınlarımız bu son anlamıyla müçtehitlerin geliştirdiği hukuku veya kuralları anlamaktadır. “Şehir Sünnettir” kitabındaki temel vurgu ise, peygamberlerin toplumlarına ilk olarak neyi götürdüğü ve kendilerini nerede inşa ettikleri meselesini ortaya koymak olmuştur. Buna göre bütün peygamberler toplumlarına ahlâklı ve erdemli yaşamayı telkin etmiş ve kul haklarından kaçınmayı ihtar etmiştir. Allah’ın koyduğu fıkıh, “yedi misak” dediğim ilkelerde belirlenmiştir. Buna göre a) Tek Tanrı’ya inanmak, b) Ana-babaya ihsan etmek, c) Yakınlara, akrabaya, yetimlere ve miskinlere infak etmek, onlara sıla-i rahim yapmak, d) Zekâtı vermek, servetin kirinden arınmak. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” inancıyla yaşamak, e) Kul hakkı yememek, zina etmemek, çalmamak, emanete hıyanet etmemek, yalan söylememek, f) Kimseyi haksız yere öldürmemek, g) Kimseyi haksız yere yurdundan çıkarmamak. Bu ilkeler Kur’an’da iki ayette (2 Bakara, 83-84) topluca beyan edilmiştir. İkinci sırada Peygamberlerin koyduğu fıkıh gelmektedir.Bu fıkıh, Şehir (Medine) İnşası ile ilgilidir. Şehir inşası, Türkiye’de pek çok aydının anladığı (ve İbn Haldun’un bunu kök düşünce olarak hazırladığı) zeminde değildir. Şehir inşası, yollar, köprüler, konutlar, binalar ile ilişkili olmayıp, üç esasın tezahür ettiği varoluşu ifade eder. Bilindiği üzere Hz. Peygamber (asv) Yesrib’e hicret ettiğinde birinci olarak Mescid-i Nebevî’yi inşa etti ve burada Yesrib’in Yahudi, müşrik ve Müslüman halklarını “mahkemeli toplum” olarak yaşama konusunda birleştirdi. Bu birleşme zemini, “Medine Sözleşmesi” diye bilinen metinde “ümmet” olarak tanımlandı. Yesrib’in adının Medine’ye dönüşü de bu hususla ilgildir. “Medine” kelimesi Arapçadan önce Aramice ve Süryanicede yer alıyor ve “yargı çevresi, hüküm alanı” anlamına geliyordu. İkinci olarak Hz. Peygamber’in “Medine Pazarı” kurarak, Müslüman toplumun dünya kapitalizminin sermaye kenti olan Mekke’nin baskısından kurtulmasını sağladı. Bu pazarın kuruluşu Medine’deki Yahudilerin menfaatleriyle çatışınca Yahudiler Medine Sözleşmesi’ni ihlal ettiler ve şehirden çıkarıldılar. Üçüncü olarak Hz. Peygamber, ikişer ikişer kardeşleştirme (muâhât) sistemini kurarak kendinden önceki peygamberlerin tesis ettiği fütüvveti yeniden ihya etti. Nitekim Osmanlı mahallesinde “müteselsil kefalet” denilen sistem ile Alevî zümrelerin kırsalda “musâhiplik” de kurumu da Hz. Peygamber’in tatbik ettiği muâhât sisteminin bir devamıdır. Bu üçlü yapı, Yesrib’de yaşayan toplulukları “şehir” kılarken, kurdukları sosyal organizasyonu da “medeniyet” olarak belirledi.

“Şehir Sünnettir” kitabı aile temelinde yükselen erdemli toplum olmayı teklif ediyor:

İnsanlığın ilk şehri Hz. Âdem ile kurulmuştur. Bu şehrin temelinde ise daha Cennet’te iken birbirine nikahlanmış ilk kadın ve erkeğin kurduğu aile vardır. Nübüvvet tarihine bakarsak aile meselesinin ve iffetli yaşamanın bütün peygamberlerin tebliğinin temelinde yer aldığı görülür. Örneğin Hz. Musa’nın Mısır’a yeniden dönüşü ailesi ile olmuştur. Üstelik bu aile, Musa peygamberin on yıllık çalışmasının mehir olarak verilmesiyle gerçekleşmiştir. Keza Lut (as) kavmine “aile olun” tebliği ile gitmiştir. Lokman suresinde Müslüman şahsiyetlerin “ana-babaya kanatlarını germesi” emredilmiştir. Her Cuma hutbesinde okunan Nahl 90 ayeti “adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar.” Keza Medine inşa edilirken kocaları müşrik olup da hicret eden Müslüman kadınların evliliklerinin feshedilmesi ve aldıkları mehirlerin eski kocalarına ödenmesi gerektiği beyan edilmiştir (Mümtehine 10). Daha sonra Medine aile temelinde inşa edilmiştir. Medine’de bekâr kişilerin mahalle kurması engellenmiş ve onlar “ashab-ı suffa” olarak kabul edilerek kamusal olarak kontrol altında tutulan bir mahalde (Mescid-i Nebevî’nin bir bölümünde) ikamete zorlanmıştır. Osmanlı’da da bekârların mahallede ev açmaları aynı sebeple yasaklanmıştır. Bütün bu veriler “şehir” olgusunun temelinde iffet ve erdem olduğunu göstermektedir. Oysa modernizm, birey felsefesi nedeniyle bu tasavvuru kaybetmektedir. İslâm düşünürü olarak İbn Haldun da “aile” temelinde toplum inşası yerine “aşiret” temelinde toplum inşasını sistemleştirmiştir. Böylelikle Türkiye’de ve İslâm dünyasında “şehir” kavramı kaybedilmiş, onun yerine “kent” diye terimleştirilebilecek başka bir toplumsallık getirilmiştir. “Şehir Sünnettir” paradigması bir mekân politikası ve “alan savunması” değil, “salih toplum-erdemli toplum varoluşu” olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda ahlâksız dindarlığın kamusal alanda iktidarını “medeniyet” olarak göremeyeceğimiz ve böyle toplumların yaşadığı hadârî umranı “şehir” sayamayacağımız ortaya çıkmaktadır. İslâm şehirlerinin belirleyeni Müslümanların kamusal iktidarı olmamaktadır.

“Şehir Sünnettir” kitabı medeniyet kavramının temeline “kul hakları” tasavvurunu koyar:

Gerek Batılı “insan” anlayışında ve gerekse Müslümanların 250 yıllık düşünce evreninde erdemliliğin toplumsallaşması meselesi “kul hakları” temelinde değil, “eşitlik ve özgürlük” fikri temelinde bina edilmektedir. Örneğin Türkiye’de “İslâmî mücadele”de öne çıkan aydınların verdiği başörtüsü mücadelesi, “Müslüman toplumsallık” veya “medine inşası” olarak değil, “Müslüman bireyin kamusal alanda eşitlik kavgası” olarak neticelenmiştir ve “birey”, “özne-kadın” hesabına sonuçlanmıştır. Bu mücadeleyi haklılaştıran teorinin İbn Haldun’un “sebep asabiyeti” kapsamında ifade ettiklerinden devşirildiği ortadadır. İbn Haldun “nöbetleşe asabiyetler” teorisi ile hareket etmekte ve “bedâvetin amacı mülkü elde etmektir” diyerek dönüşümlü bir toplum felsefesini “içtimaî yasa” olarak ileri sürmektedir. Oysa “Şehir Sünnettir” paradigması Fârâbî’nin “Şehrin amacı, sakinlerinin birbiriyle yardımlaşmak suretiyle saadetini sağlamaktır.” ifadesine dayanmaktadır. Buna göre “öyle bir şehir kur ki, kimse kimsenin güneşini kesmesin” diyebileceğimiz bir zemine gelmekteyiz. Oysa İbn Halduncu perspektif, asabiyetlerden en güçlüsünün diğer asabiyetlerin hakkına tecavüz etmesini “ilahî kader” olarak göstermekte ve bunu gerçekleştiren asabiyetin kul haklarını ihlal ettiğini dikkate almamaktadır. Hz. Peygamber, kendisine emanet edilen malları hicret sırasında yanında götürmemiş, Hz. Ali’yi Mekke’de bırakarak onların sahiplerine iade edilmesini sağlamıştı. Bu hadise dahi İbn Halduncu asabiyet teorisinin “bedâvetin amacı mülktür” yargısını yanlışlamaya yeterlidir. “İslâm şehri” kavramı tecavüz fikrinden kendini arındıran bir fazilet inancı üzerinde temellenmektedir. Oysa İbn Haldun’un sosyolojisi kul haklarını ihlal eden asabiyetlerin tecavüz cesaretini, tecavüz savaşçılığını “erdem” olarak sunmaktadır. Bu nedenle “şehir” meselesinde İbn Haldun değil, Fârâbî esas alınmalıdır.

Türkiye’de “aile” ve “mahalle” tasavvuru yıkıldığından “şehir ve medeniyet” tartışması yapılamıyor:

Türkiye’de bir şehir tasavvuru bulunmuyor. Bu mesele İslâmcı aydınlar tarafından dahi “nostalji” olarak görülüyor. Örneğin birbiriyle müteselsil kefaleti olan eski Osmanlı mahalle sistemi, daha ilk elde İslâmcı yazarlar tarafından “baskı ve kontrol toplumu” olarak niteleniyor. Türk muhafazakârlığı 1980’lerde başlayan başörtüsü mücadelesiyle birlikte ev temelli bir toplumsallaşma yerine kamusal alanda varlık bulma ve sivil toplumsallaşma anlayışı içinde hareket ediyor. Türk muhafazakârlığı eski mahalle sisteminin günümüzdeki sivil toplum teşkilatlarından daha güçlü bir sosyallik ve kendini inşa imkânı verdiğini göremiyor. Muhafazakârlık ve İslâmcılık, “kapitalizmin kentsel yayılışı modern zamanın tarihsel gerçeğidir, buna direnilemez” fikrine yenilmiş olarak 1+1 evleri meşrulaştıran ve ucu bucağı olmayan mega-kentleri olumlayan tefekkürle hareket ediyor. Böyle olunca İstanbul’un nüfusunun Yunanistan’ın toplam nüfusunu geçecek derecede azmanlaşmasına itiraz eden bir “İslâmî” tefekkür doğmuyor. Yükselen gökdelenler nedeniyle güneşi hiç göremeyen kent insanının bir anlamda “ölü belde”lerde yaşadığı düşünülmüyor. Modern insana “tatil” denildiğinde “güneş ülkeleri”nin gösterilmesi veya “gür ağaçları bulunan saklı bahçe”lerin vaat edilmesi bundandır. Fârâbîci tasavvurla bir şehrin “mahalle ve köy” toplulukları üzerinde yükselmesi gerektiği halde günümüz muhafazakârlığı ve İslâmcılığı meseleyi “bütün insanların eşitlenmesi” ile ele alıyor ve “herkese otomobil, herkese yüksek eğitim, herkese birbirinin aynı standartlarda yaşama beldesi”nin garanti edilmesini istiyor. Mutlak eşitlik fikriyle ortaya çıkan toplumsallık bu nedenle “kent” oluyor.

III. Sonuç: 

“Şehir Sünnettir” kitabı, Medine’yi “ahkâmın tatbik bulduğu belde” şeklinde tanımlamaktadır. Bu bahiste “ahkâm”, Allah’ın fıkhı, ve Resullerin fıkhı olmak üzere iki kademelidir. İkinci husus, Medine-şehirin “Cuma kılınan, pazar kurulan” özelliğiyle varlık bulmasıdır. “Mahkemeli toplum” ile “pazarın tüm üretenlere açıldığı belde” şehrin temelini oluşturmaktadır. Üçüncü husus da muahat-kardeşlik (ahı-ahi) ilkeleriyle birbirine bağlı bir toplumun inşa ettiği ‘medine-şehir’in bir aynı zamanda “medeniyet” olarak kabul edilmesi hakkındadır. Buna göre “medeniyet”, topluluğun yüksek binalarda oturması, yollar/köprüler inşa etmesi ile ilişkili olmayıp, fazıl toplum olarak varlık kazanmasını ifade eder.

Dipnotlar:

(1) “Kur’ân-ı Kerîm’de hanîf kelimesi on yerde (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥanîf” md.), çoğulu olan hunefâ ise iki yerde (el-Hac 22/31; el-Beyyine 98/5) geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda Hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmekte (el-Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/67, 95; el-En‘âm 6/79, 161; Yûnus 10/105; en-Nahl 16/120, 123; el-Hac 22/31), bu arada sekiz yerde Hz. İbrâhim’in imanını ifade etmekte (el-Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/67, 95; en-Nisâ 4/125; el-En‘âm 6/79, 161; en-Nahl 16/120, 123), bu sekiz yerin beşinde aynı zamanda din mânasına gelen “millet” kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrâhim kendini hanîf diye nitelemektedir (el-En‘âm 6/79).” (Kuzgun, 1997: 35).

(2) “Büyücüler (Firavun’a) dedi ki: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak canımızı al.” (7 Araf 125-126).

(3) “İsa, onların inkarlarını sezince, ‘Allah yolunda yardımcılarım kim?’ dedi. Havariler, ‘Allah yolunun yardımcıları biziz. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz Müslümanlarız’ dediler.” (3 Âl-i İmran 52).

Kaynaklar:

  • Çalışkan Muhammed Selman, Kur’ân’da Yerleşim Birimleri, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 39, 2019.
  • Gencer Bedri, Hıristiyanlaştırmadan Medenileştirmeye Batılı Kozmopolitanizmin Dönüşümü, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 21-22, 2009.
  • Gencer Bedri, Medeniyet Ütopyası Peşinde, Gelenekten Geleceğe Dergisi-Medeniyetimiz Dosyası, Yıl: 1, Sayı: 2, 2013.
  • Kaplan Yusuf, Mekke+Medine=Medeniyet, Yeni Şafak Gazetesi, 22.05.2015.
  • Kuzgun Şaban, Hanif, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 16, 1997.

Medeniyet Notları 3: Tek Bir İnsanlık Ailesi Mümkün mü?

Ertan Eğribel-Ufuk Özcan, Ahmet Ağaoğlu’nun “Üç Medeniyet” kitabına yazdıkları “Önsöz Yerine: Uygarlık Sorununu Anlamak ve Aşmak” başlıklı makalede klasik sosyoloji geleneği içinde uygarlık öncesi dönemin “vahşilik-barbarlık” evresi olarak değerlendirildiğini ifade ederler. Makale Aydınlanma filozoflarından başlayarak Auguste Comte ve Marx’a kadar pek çok düşünürün bu konuda benzer yaklaşımlara sahip olduklarını dile getirir. Eğribel-Özcan’a göre küreselleşen dünyada geleneksel değerler, yaşam tarzları ve topyekûn insanlık birikimi geriye dönüşsüz bir biçimde yok olmaktadır. Mesele geçmişe ve yitip giden değerlere övgü dizmek ya da bu değerlerin arkasından ağıt yakmak değildir. Asıl mesele, insanı geçmişinden koparan süreçlerin aynı zamanda insanlığın bugününü ve geleceğini karartmasıdır. Küreselleşme adı verilen süreç, Batı uygarlığı da dahil olmak üzere, bütün dünya kültür ve uygarlıklarını tahribe ve yıkıma yönelmiştir. Yok olan değerler sadece manevî değerlerle sınırlı değildir; ekilebilir topraklar, içilebilir sular, solunabilir hava, sürdürülebilir çevre, kamunun ortak kullanımına ait araziler, mekânlar gitgide azalmakta, son derece küçük bir zümrenin lehine temerküz ve temellük edilmektedir. Küreselleşmenin hızı ve nüfuzu bütün insanlığı tehdit eder bir boyut kazanmıştır. Bu sözde uygarlık, otobanlarıyla, beton çılgınlığıyla, hız tutkusuyla, bireysel arzuları kışkırtan değerleriyle, kırbaçladığı çılgın tüketim ve sahip olma hırsıyla, bütün insanlık değerlerini maddeye, ranta, para ve güce indirgeyen süreçlere sebep olmakta ve tahripkârlığını artırmaktadır. İmparatorluk bakiyesi bütün düşünürler, (Pantürkistler, Mehmet Akif gibi İslamcı reformistler de dahil olmak üzere) Batı’nın üstünlüğü fikrini kabul etmiş durumdadır. Ziya Gökalp ve Ahmet Ağaoğlu Türkiye’nin yenileşmesini ve uygarlık dairesini değiştirmesini kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya koymuş ve eserlerinde bu ana temayı işlemişlerdir. Sorunun özünü, bir Doğu-İslam toplumu örneği olarak tanımlanan Türkiye’nin, mevcut kurum ve geleneklerini koruyarak dünyadaki yeni gelişmelere ayak uyduramaması oluşturmaktadır. Batılılaşma, çöküş devrinin ana problematiği olarak İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık ideolojilerinin gündemine girmiştir. Eğribel-Özcan’a göre her yeni sosyolog kuşağında “nasıl Batılılaşacağımız” sorusu sorularak yeni çözüm önerilerinde bulunulmaktadır. Niyazi Berkes ve Mümtaz Turhan, aradan onca yıl geçtikten sonra “Batılılaşmanın neresindeyiz?”, “İki yüz yıldır niye Batılaşmıyoruz?” sorularını sormuş, böylece “Batılılaşma fiyaskosuna” işaret etmiştir. Aradan geçen yıllara rağmen hâlâ aynı sorular sorulmakta, 2023 hedefleri ortaya konulmaktadır. Ancak bir sonuç alınamamaktadır. Türkiye’nin yeni kadrolarının Batı karşısında geçmişteki “Batılılaşma” yanlısı aydınlardan farklı bir pozisyon alışlarından bahsetmek mümkün değildir. Bugün egemen olan kadrolar Batı kimliği almayı talep etmeden “Batı yandaşlığı” yapmaktadırlar. ABD küreselleşmesinin Türkiye ve bölgesine getirdiği açmaz, yerelleşme, istikrarsızlık, çürüme ve köksüzleşme ile kendisini göstermektedir. Batı’nın üstünlüğünün asıl dayanağı dünya egemenlik ilişkilerinin denetimini elinde tutmasıdır. Bu egemenliğin bir dünya düzeni haline gelmesi ve süreklilik kazanması Batı’nın temel kaygısıdır. Tarih, Doğu-Batı çatışması içinde okunmalıdır. Doğu-Batı çatışması içinde ortaya çıkan Batı dünya egemenliği, geleneksel uygarlık yapılarının yok oluşunun ötesinde, insan-doğa, insan-insan ilişkilerinden toplum ilişkilerine kadar çeşitli düzeylerde karşıtlık ve itişmeyi örte çıkarmaktadır. Tarihte Doğu-Batı çatışmasının nedeni, her uygarlığın öncelikle kendi varlığını korumak ve sürdürmek, geleceğini planlamak için ilişkilerin denetimini ele geçirmek istemesidir. Bu anlamda toplumlar arasındaki ilişkilerin denetimini ele geçirmek ve elde tutmak hep hayati önemde olmuş, bu da uygarlıklar arasında süreğen bir çatışmaya yol açmıştır. Dünya tarihinin birliğini ve sürekliliğini sağlayan, bu çatışmanın varlığıdır. Çatışma nedeniyle uygarlık “evrensel” karakter kazanamamış, tek bir uygarlığın geçerli olması mümkün olmamıştır. Batı, Roma İmparatorluğu’ndan bin dört yüz yıl sonra dünya egemenliğini yeniden ele geçirebilmiştir. Günümüzdeki üstünlüğünün temeli de dünya egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Batı, yeryüzünde kurmuş olduğu üstünlüğünü paylaşma çabası içinde hiçbir zaman olmamıştır. Bu durum uygarlığın “evrensel” ve “tek” olmadığının kanıtı sayılmalıdır. Türkiye’nin önemi Doğu-Batı çatışması içindeki konum ve rolünden kaynaklanmaktadır. Buna rağmen insanlığın önündeki yeni arayış çabaları, mevcut çözümsüzlüğü aşma fırsat vermektedir. Günümüz sosyolojisi insanlığın sorunlarını anlamak, onları dönüştürmek ve Doğu-Batı çatışmasını aşmak görevini yüklenmek zorundadır. (Eğribel-Özcan, 2013: 5-11).

“Doğu-Batı çatışması” perspektifi ile tarihe nazar etmenin kabul edilemeyeceği bir zamana geldik. Fakat Fazıl-Batıl toplumların çatışmasından bahsedilebilecektir. Buna rağmen günümüzde Müslüman toplumlarda dahi Batı kültürüne direnebilecek “geleneksel” bir kültür aidiyeti görülemiyor. İslâm toplumlarının mevzuatları Batı hukukunun “hak” mefhumlarına göre kodifiye ediliyor. Uluslararası sözleşmeleri kabul eden devletler, “evrensel” hukuk ilkelerini toplumlarına dikte ediyor. Keza, Batı’nın kent sistemi yeryüzünün bütün yerleşme düzenini yeniden biçimliyor. Geleneksel toplumların “aile” modelleri, “mahalle” sistemleri, “komşuluk” ilişkileri Batı kenti karşısında tutunamıyor ve tarihin mezarlığına gömülüyor. Yine geleneksel toplumların iktisadî dinamikleri (örneğin İslâm toplumları açısından sebil, vakıf, ahi teşkilatları, zekât-hayır kurumları, karz-ı hasen kültürü, imece dayanışması) gelişen banka ve para sistemi ile yok ediliyor. Teknoloji de geleneksel toplumların kültürünü imha eden bir “Batılı kültür istilası” olarak kendini konumluyor. Bu kültürel araç (teknoloji), cemaat olarak hayata tutunan tüm içtimaî birlikleri “ultra-birey” özneler olarak imal ederek dağıtıyor. İnsanlık tek kişinin kullanabileceği iletişim araçları (telefon) ve tek kişinin barınmasına özgülenmiş 1+1 konutlar ile aşırı mikrolaşmaya uğratılıyor. Otomobil de herkesin işyerini dağıtan kentsel yerleşim düzeni nedeniyle artık “aile arabası” olmaktan çıkarak, “kişiye özel” bir karakter kazanarak “tekliğe düşürülmüş insan”ın hareketini hızlandırıyor.

İslâm dünyasında “teknoloji karşıtı” bir düşünce ekolü bulunmadığı için geleneksel toplumun teknolojist modernleşme sürecinde çözülmesine “dur” diyecek bir sosyal teoriden (şimdilik) bahsedilememektedir. Bu durumda Eğribel-Özcan’ın “Doğu-Batı çatışmasını aşmak” umudunu kaybetmekteyiz. Diğer taraftan Fârâbî’ye bakarsak fazıl toplumlar günahları nedeniyle “batıl toplum”a dönüşürler ve bunlar yeryüzünde toplumlara egemen olunca onlara zulm ederler. O halde Fârâbîci yaklaşımla uygarlığın insanlığın mirası olduğu söylenemez. İbn Haldun’a bakarsak onun fikirlerinden uygarlaşan (hâdârîleşen) toplumların çöktüğünü öğreniyoruz. Bu durumda uygarlık bir “çöküş durumu” ise, Batı uygarlığını almak bizim kendi çöküşümüze dua etmek anlamına gelecektir.

Fakat bunların dışında başka dayanaklarla “Medeniyet insanlığın ortak mirasıdır” fikrine katılmadığımı ifade etmeliyim. Hatta “tek bir insanlık” olduğu fikri de benimsediğim bir görüş değildir. Çünkü kanaatimce insanlık tarih boyunca sadece Hz. Âdem zamanında “birlik” oluşturulabilmiştir. Bu birlik de Kabil’in Habil’i öldürmesi ile sona ermişti. Kabil’in Habil’i öldürmesinin gerekçesi Rousseau’da “mülkiyet çitlemesi” idi. Bu gerekçe doğru olabilir. Uygarlık da kendilerini “uygar” gören kavimlerin “ilkel” kavimlerden çaldıkları zenginlikle yükselmiştir. Fakat analizi daha da derinleştirirsek insanlar arasındaki çatışmanın kaynağını kul haklarına riayetsizlikle izah etmek mümkün olabilecektir. Batı uygarlığının dayandığı “teknoloji”, makasıd-ı hamse (beş emniyet: din, can, mal, nesil, akıl) meselesini dikkate almadığı için yeryüzünü tahrip etmekte, kötülük olarak kendini kimliklemektedir. İslâm-Doğu’nun tekniği hikmete yaslanır; Batı’nın teknolojisi gözetime (panoptikon-Bentham), disipline (Faucault), denetime (Deleuze).

“Tek bir insanlık” teorisi doğru değildir. Bunun nedeni şudur: “Hiç suçlularla mazlumlar bir olur mu?” Bir de şu: “Şeytanın adımlarını izlemeyin.”

  • Eğribel Ertan-Özcan Ufuk, Önsöz Yerine: Uygarlık Sorununu Anlamak ve Aşmak, Ahmet Ağaoğlu-Üç Medeniyet kitabı içinde, Doğu Kitabevi, 2013.

Medeniyet Notları 1: Doğu’yu Örgütleyememek

İslâmcı düşünce İslâm medeniyetinin iki kurumun (medrese ve tekke) bozulmasıyla “tatile girdiği” teziyle hareket ediyor. Bu tezi ileri sürenler tarihte medrese ve tekkenin Sultan Alp Arslan ve Melikşah döneminde “Türk Barışı” tesis edilmesiyle hayat bulduğunu unutmaktadır.

Nitekim eğer medrese ve tekkeye Hz. Peygamber’in siyerinden hareketle bir konum belirleyeceksek onların kendi başına İslâm medeniyetini inşa etmiş olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Hz. Peygamber önce fazıl bir TOPLUM (Medine) inşa etmiş, medrese (maarif-mektep) ve tekke (tasavvuf) Ashab-ı Suffa kurumuyla Medine’nin inşasına bağlı olarak varlığa geçmiştir.

İslâmcı düşünce Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan “medeni toplum” hamlelerinde medrese ve tekkenin Türklerin inşa ettiği Türk Barışı’nın bir neticesi olarak varlığa çıktığını görmemektedir. İslâmcılar, eğer “önce mektep-tekke inşa edilir ve ardından Medeniyet zuhur eder” diyorsa, Hz. Peygamber’in Mekke mücadelesinde bunu örneklemek zorundadır.

Medine, mektep-tekke çalışmalarıyla inşa edilmemiştir. Halk arasındaki ihtilafları ortadan kaldıran Fazıl Ordu ile Yesrib’de medine kurulmuştur.

Hz. Peygamber ve Mekkeli Müslümanlar nasıl Yesrib’e hicret ederek Medine’yi tesis etmiş ve Yesrib’deki Evs-Hazreç arasındaki 120 yıl süren savaşı dindirmişse, Osmanlı da Bizans topraklarında yerleşirken aynı zihniyeti yeniden güncellemiştir.

Anadolu’nun fethinde dahi Sultan Alparslan’ın başarısının Bizans ordusundaki Türkleri kendi safına çekebilme kabiliyetinden geldiği görülmektedir. İslâmcı düşünce “1071 ile Anadolu kapıları Türklere açıldı” görüşünü savunmakta olduğuna göre, öncelikle Bizans’ın Doğu halkları üzerindeki baskısının Fazıl Ordu ile bertaraf edildiği ikrar edilmekte demektir.

Sultan Fatih de İstanbul’u fethederken Bizans’ın Doğu (Ortodoks) halkları üzerindeki vergi ve boyunduruk düzenini kırmak amacını taşıdığını ortaya koymuş, Ortodoks Hristiyanları kendi safına çekmişti.

Osmanlı’nın Batı karşısındaki başarı kazandığı asırlarda ortaya koyduğu özellik, bilim-teknoloji üstünlüğü değildi. Osmanlı, Anadolu’da Bizans’a ve Roma’ya muhalif tüm kültürel öbekleri mezhep/din/etnisite demeden birleştiren bir “Türk” kimliği inşa ederek Doğu’yu Batı’ya karşı ayaklandırma becerisini gösterdi. Bugün Batı’nın Doğu üzerindeki gücü, Ortodoks Hristiyan dünyanın Roma’nın yanında durmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin hangi kültürel-siyasi sorununa gidilse, altında yatan gerçek sebebin Doğu kimliğinin parçalanmışlığından, farklı inanç ve etnisite asabiyetlerinin birbirine düşman kültürel adalar haline gelmesinden kaynaklanan bir kan davası bulunduğu görülür.

Hz. Peygamber’in (asv) Yesrib’te Evs ve Hazreç kavimleri arasındaki yüz yirmi yıllık kan davasını sonlandırdığı için Medine’yi kurabildiği gibi, Türkler de Anadolu’da kan davalarını durduran EMİN bir toplum olabildiği an Medinetü’l Fazıla tesis edebilmiştir.

Türkler tarih boyunca Ortodoksların nazarında Roma’yı “öteki” kılmayı başarabilmiş ve “Doğu”yu örgütleyebilmişti. Osmanlı’nın Batı karşısında başarısızlığa uğraması ise, Osmanlı siyasal düzeninin Doğu’nun Batı’ya karşı direnişini örgütlemekten vazgeçmesiyle ilgilidir. Osmanlı, Doğu’yu yutmaya kalktığında “Batılılaştı” ve Doğu’yu da dağıtmış oldu.

Batı toplumlarının en önemli hasletlerine de aynı perspektifle nazar etmeliyiz. Batılı toplumların başat üstünlüğü bilim-teknoloji (ki bunu Müslümanlardan aldılar), refah (ki bunu dünya halklarından çaldılar) değildir. Batılı toplumlar kendilerini kemiren mezhep, din çatışmalarını ve mülkiyet kavgalarını aşan ahlâk-adalet idesinde birleştiler. Onların hasletleri budur.

Kırklar Şehri-İslâm Şehir Teorisi

İslâm şehir teorisi üç boyutlu bir tasavvurun fizik oluşumunu ifade edecek şekilde ele alınmalıdır.

  1. Tevhid.
  2. Ahlâk ve aile.
  3. Şehir ve medeniyet.

TEVHİD:

İslâm şehir teorisinde tevhid toplumun Allah’a dayanmasını, işlerinde ve sosyal teşkilatlanmalarında Allah’a dönmelerini ifade eder. Bunun tarihsel anlamda ilk örneği Kâbe merkezli şehirdir. İkinci örnek ise yine ibadethâne merkezli olarak inşa edilmiş Medine’dir.

Toplumun Allah’a dayanması, din ve adalet ilişkilerini hatıra getirmelidir.
İslâm şehrinin kuruluşunda temel vasıf MAHKEME’nin ve PAZAR’ın varlığıdır.
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinin inşa ettiği ilk sosyal kurum Yesrib’de yaşayan Müşriklerin ve Yahudilerin ihtilaflarını Hz. Peygamber’e getirmesini zaruri kılan Hâkemlik Sözleşmesi idi. Hz. Peygamber bu sözleşmenin hükümlerinin denetimini kendisinin beyti olan ve Müslümanların ibadethanesi olarak inşa edilen, aynı zamanda bir tür akademi ve kardeşlik müessesesi olarak görülmesi gereken Ashab-ı Suffa’ya yer açan Mescid-i Nebevi’den yürütmüştür.

“Tevhid ve Adalet” İslâm’ın metafizik boyutudur. Adaleti tesis etmek için bir adalet idesine yani hikmet bilgisine ihtiyaç vardır. Adalet idesini İslâm belirlemiş ve bunu insanlar arasında Hâkem (Hz. Âdem ve Hz. Muhammed) uygulamıştır.

Hz. Peygamber (asv) Yesrib’de 120 yıl süren Buas Harbi’nin hemen sonrasında Medine Sözleşmesi ile HÂKEMLİK tesis ederek mahkeme makamı olarak Mescid-i Nebevî’nin müşrikler için de ehl-i Kitap için de üstün bir müracaat makamı olduğunu göstermiştir. Adalet, din-ahlâk-toplumun inşa edilmesini sağlayan örf değerleri ile doğrudan ilişkilidir.

Toplumların merkezinde mahkemenin bulunmasıyla ilgili diğer örnek olarak Hz. Âdem görülmelidir. Hz. Âdem de Kâbe’yi inşa ettikten sonra kurduğu şehirde “Hâkem” olarak ortaya çıkmaktadır. Habil ile Kabil arasındaki ihtilafı Hz. Âdem karara bağlamıştır.

İnsanlığın başında (Hz. Âdem) ve sonunda (Hz. Muhammed) tevhid ve mahkeme tasavvuru şehir kurucu olarak zuhur etmektedir.

“İnsanlığın ilk atası kimdi?” veya “Hz. Âdem birden fazla olabilir mi?” şeklinde sorularla evrimci bir yaklaşımla tarihi kronolojikleştirmeye çalışan bütün teorilere karşı bir hususu daha dile getirmek gerekmektedir. Müslümanlar insanlık tarihine şehir kurarak çıkmışlardır. Bu sözün anlamı şudur: İnsanlığın atası hakkında kim neyi tartışırsa tartışsın sadece Müslüman adam-kadınlar tarihe çıkarken Kâbe’yi inşa ettiler ve şehir kurdular. Bu şehir mahkemeli yani yüce adalete dair hükümleri bulunan bir şehirdi. Bu şehir teorisine tarihsel olarak eklemlenenler de sadece nebevî gelenek olmuştur. Buna göre Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail (as) Kâbe’yi yeniden inşa etmiş ve Kâbe’nin etrafında oluşan şehir Hz. Hacer’in hizmeti gereği yeniden varlığa çıkmıştır. Şehirlerin anası olan Mekke’yi inşa eden bir anlamıyla Hz. Peygamber’in atası olan Hz. İsmail’in Annesi Hacer’dir. Bir diğer anlamıyla Mekke nasıl şehirlerin anası ise, o şehrin anası da Hacer sayılabilir.

Benzeri şekilde Medine de Hudeybiye sonrasında erkeklerin hicreti kesildiğinden “Kadınların Hicreti”yle kurulmuş gibidir. Bütün bu sembolizm şehirlerin temelinde kadına bir işlev yüklemektedir. Bu işlev AİLE ile dört boyutlu BEYT inşa etmektedir.

TEVHİD ve AİLE:

İslâm dini tevhid dışında bir ilke daha getirmiştir: AİLE.

Tarih boyunca tevhidin amelî tezahürü AİLE’dir. Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e değin İslâm tarihi bekârlığı korunması gereken bir hayat biçimi olarak görmez. 

AHLÂK ve AİLE:

Farabi, Nasreddin Tûsî, İbn Sina, Îcî, Kâtip Çelebi, Kınalızâde çizgisinden gelen İslâm düşüncesi “ahlâk” meselesini “aile” temelinde ele alır. Bu filozoflar için bir kişinin ahlâklı olması için aile sahibi olması kaçınılmazdır. Diğer taraftan bu filozoflar toplumu da aileden hareketle inşa ettiklerinden ilimler tasnifinde ahlâk siyasetle birlikte “amelî ilim” olarak ele alınır. İslâm toplumlarında bekârlık sosyal hayat kuramaz. Bunun anlamı şudur: Bekâr bir kişi mahallede oturamaz, kendine ev açamaz. Bekâr kişi esnaf, zanaatkâr, iş adamı, çiftçi de olamaz.

ŞEHİR ve MEDENİYET:

İslâm toplumlarında bekârlığa sosyal ve iktisadî alan açılmaması nedeniyle kadın da erkek de birlikte hareket etmek zorunda kalmaktadır. Birlikteliğin meşru yolu ise nikâhtır. Nikâh kurumu kişileri ev/beyt/aile inşa etmeye mecbur kılmaktadır. Evin inşası iki boyutta şehri ortaya çıkarır: 1) Ev, Farabi, Nasreddin Tûsî, İbn Sina, Îcî silsilesinde iktisadî ve toplumsal bir tarife kavuşmaktadır; 2) Ev, kendisi gibi evlerle müşterek bir kefalet sistemi, sosyal dayanışma inşa etmektedir.

İşte “Kırklar” fikri bu noktada ortaya çıkmaktadır.

KIRKLAR ŞEHRİ:

Kur’an’da Kırk Sayısı:

Müslüman toplumlarda “Kırk” sayısının kaynağı Kur’an’dır. Arapça’da ‘kırk’ anlamına gelen erbaîn kelimesi dört âyettte yer alır.

Bu ayetlerden ikisi Hz. Musa’nın Tûr dağında kırk gün kalışıyla ilgilidir:

“Musa ile kırk geceliğine sözleştiğimizde onun arkasından buzağıyı ilah edinmiştiniz” (2 Bakara 51).

“Musa ile otuz geceliğine sözleşmiştik; buna on gece daha kattık. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceyi buldu” (7 Arâf 142).

Bir diğeri, İsrâiloğulları’nın kırk yıl kutsal topraklardan yasaklanmasıyla ilgilidir:

“Tanrı demişti ki: Orası, tam kırk yıl onlara haram edildi. Çölde sersemcesine dolaşacaklar” (5 Mâide 26).

Sonuncusunda ise kırk yaşına varan kişinin rabbine yönelişi, ana ve babasına iyilik yapması, şükretmesi, hayırlı işler yapmaya dua etmesi, zürriyet sahibi olarak iyiliğin devamını istemesi anlatılır. Bu amellerin Müslümanlıkla ilişkili olarak düşünülmesi gerektiği beyan edilir.

“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben Müslümanlardanım” (46 Ahkaf 15).

Hadis’te Kırk Sayısı-Komşuluk:

Kur’an toplumu aileden başlatıp ailelerin birleşmesiyle oluşmuş KOMŞU tasavvuruna getirmektedir. Nisâ sûresinin (4: 36) ayetinde “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” buyurulmuştur. Bu ayette ‘câri zil kurbâ-yakın komşu’ ve ‘câril cunubi-uzak komşu’ kavramlarını getirmiştir.

İbn-i Abbas’dan (ra) rivayet edildiğine göre “Komşusu aç olup da karnını doyuran (tok yatan) kimse, mümin değildir.” Bazı rivayetlere göre “Komşu hakkı dört taraftan kırk evdir.” Hasan Basrî’ye komşuluğun hudûdundan sorulduğunda O’nun “Ön tarafından kırk ev, arka tarafından kırk ev, sağ tarafından kırk ev ve sol tarafından kırk evdir” dediğinden bahsedilmektedir. Ayette (4: 36) geçen yakın komşu ile 1) Evleri en yakında bulunan komşular, 2) Kendileriyle akrabalık bağı olan komşular; 3) Müslüman komşular kastedildiği düşünülebilir. Böyle bir tanımlamayla “uzak komşu” da tanımlanmaktadır. Hz. Ali (ra) kişi evindeyken “sesini işittiklerinin” komşu sayılacağı görüşündedir.

Cuma Namazı-Şehir ve Kırk:

Fıkıh mezheplerine Cuma namazı ya “kırk er kişi” ile ya da “şehir” hükmünde bulunan beldede kılınabilir. Hanefi mezhebinde mahkemesi olan yer şehir hükmündedir.

Kardeşleşme-Muâhât:

Hz. Peygamber’in Medine’de hayata geçirdiği uygulamalardan biri de “Kardeşleştirme-Muâhât”tır. Bu uygulama hukukî neticeleri bulunan bir “bağlanma” olarak ortaya çıkmıştır. Kardeşleştirme tatbikatının neticesi birbirine kardeş kılınan sahabeden biri savaşa gittiğinde diğeri onun ailesine hâmî oluyor ve nafakalarını temin etmek dahil maddi ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Bu tatbikatın Osmanlı asırlarında avarız akçası ve mahalle kefaleti sistemiyle yeniden hayata geçtiği görülmektedir. Osmanlı mahallesinde vergi bireyden değil haneden alındığından haneler birbiriyle kefilleştiğinde “KIRK” haline gelmekteydiler.

Bu anlamda KIRKLARA KARIŞMAK deyimini kefaletle MAHALLE haline gelmek şeklinde ele almak da mümkündür. Mahalle sisteminde sahip olunan evin mülkiyeti dışarıdan birine satılmak istendiğinde mahalledeki kefil zincirinde yer alan kişilerin onayını almak zorunda kalınıyordu. Kefalet sistemi gereği mahalleye girmek çok zor olduğu gibi başka mahalleye katılmak da çok güçleştirilmişti. Zira başka bir mahalleye geçmek isteyen malik önce eski mahallesindeki mülkünü kefil bulmuş bir yeni malike satmalı ve sonra da yeni mahallesinde kendisi için kefil bulmalıydı. Komşulara sormadan yapılan taşınmaz satışı iptal ettirilebilirdi.

Bir diğer konu da mahalleye girişin ancak evli kişilere mahsus kılınmasıdır. Bekâr kişi evlenmediği takdirde yeni ev açamıyordu. Bu nedenle “evli” demek hem “nikâhla yaşamak-aile kurmak”hem de “ev sahibi olmak” şeklinde çift anlam taşıyordu. Osmanlı’da bekâr kişi ailesinden ayrılarak yaşamaktaysa -ki bu sadece erkekler için meşru görülürdü- mutlaka “bekâr odaları”nda ikamet ederdi. Bu odalarda banyo, mutfak imkânı verilmiyor ve bekârın hamama, lokantaya gidiş-gelişleriyle “gözetlenmesi” sağlanıyordu.

Pazar:

Kırklar Şehri tasavvurunun bir diğer neticesi pazarın inşasıdır. Müslümanlar Medine’de “Millet Pazarı” kurarak “Yahudi Pazarı”ndan da Mekke’deki “Putperest Pazarı”ndan da bağımsız bir iktisadî yapı oluşturmuşlardı. Bu hadise, ev sisteminin “pazar”dan bağımsız olarak ele alınamaması nedeniyledir.

Osmanlılar da Karacabey’i fethettiklerinde pazarı yeniden düzenlediler ve bir Kadı atadılar. Bu pazara mal getirenden vergi alınmamış, malını satan vergilendirilmiştir. Bu fıkhın Hz. Peygamber’in uygulamasından hareket ederek geliştirildiği, konunun Cengiz Kallek’in kitaplarında ayrıntılı olarak ele alındığı bilinmektedir.

Pazar inşası şehir tasavvurunun eksik bırakamayacağı bir olgudur. Bu nedenle İslâm şehrinin tanımı “Pazar kurulur, Cuma kılunur” cümlesiyle yapılmıştır. İslâm şehirlerinde Pazar denetiminde kadınların bulunduğundan söz eden günümüz kadın yazarları bu denetimin kadınların “ev içi” imalatın yöneteni olduğunu hatırından çıkarmıştır. İslâm iktisat ve toplum sistemi bütüncül bir yapı kurmuş, pazardan alınan her türlü ürün/emtianın evde işlenmesi kaçınılmaz görülmüştür. Bir rivayette Hz. Fatıma’nın Resulullah’tan hizmetçi istediği ancak babasının bunu reddettiği görülmektedir. Hz. Peygamber’in kızının talebini reddetmesini iktisadî bağımsızlığın gereği olarak kabul edebiliriz.

Pazar sisteminin kaçınılmaz bir diğer neticesi, benim “asal meslekler” diyerek kavramlaştırdığım sosyal-iktisadî yapılanmadır. Modern toplumda kentleşme gereği toprakla ilişkisi kesilen kent paryaları gıdaya, elbiseye ve meskene doğrudan ulaşabilme kabiliyetlerini kaybetmiştir.

Bilindiği üzere nafaka libas, taam, mesken olmak üzere üç başlıkta ele alınmaktadır. Modern toplumda bireyler bu üç nafaka konusu olan mesleklerini ve bilgilerini kaybetmiştir. Hz. Peygamber’in kızı Fatıma’nın el değirmeninde un öğütmeye devam etmesini istemesi bu zaviyeden okunmalıdır.

Pazar-Ev ilişkileri, Müslümanların “sofra açan” gelenek içinde yer almalarını sağlamaktadır. Ev, bu şekilde “ocak” haline gelmektedir.

Kırklar Şehri, bu anlamıyla “Kırk Ocaklı Kefiller” olan bir topluluğun yani MEDİNE oluşumunun yansımasıdır.