Şehir
Sünnettir Kitabının Vurguları
I. Giriş-Yusuf Kaplan ve Bedri Gencer’in “medeniyet” tasavvurlarına itiraz:
“Şehir Sünnettir” kitabı
Yusuf Kaplan ve Bedri Gencer ile yaptığımız bir uzun söyleşinin ardından kaleme
alınmış yazılardan oluşmaktadır. Bu tartışma Yusuf Kaplan’ın ve Bedri Gencer’in
şehri (medineyi) Medeniyet’ten kopararak ele almasına bir cevap sayılabilir.
Her iki müellif de
“medeniyet” kavramını “şehir inşa etmek” fikrinden bağımsız bir yapı olarak ele
almaktadır. “Şehir Sünnettir” kitabı ise fıkıhla yaşayan toplumsallığı hem şehir
hem de medeniyet olarak kavramlaştırmaktadır. Kur’an’ın
anlattığı peygamber kıssalarında hükümdar olarak kavimlerine gönderilmiş üç
şahsiyet vardır: Hz. Davud, Hz. Süleyman, Zülkarneyn. Hz. Yusuf da yönetici
pozisyonu kazanmış ise de onun bu konuma sonradan geldiği hatırlanmalıdır. Bu
yönetici şahsiyetler dışında kalan peygamberler vahyin toplumsallaşması
mücadelesini vermiş ve kavimlerini hakka çağırırken çok dar çevreli bir mü’min
toplulukla, hatta kimileri tek başına hareket etmiştir. Örneğin Hz. Nuh’un
gemisine binen pek az kişi olmuş, Hz. İsa’nın daveti “havari topluluğu”nu
aşamamıştır. Kur’an, Hz. İbrahim’in tek başına ümmet olduğunu beyan etmiştir. “İbrahim,
hanif olarak Allah’a yönelen bir ümmet idi. Ve müşriklerden
değildi.” (16 Nahl 120) ayeti bu tek başınalığı dahi “topluluk” olarak ele
almamızı işaret eder gibidir. Bu ayette geçen “ümmet” kelimesi nedeniyle
Türkiye’de “ümmetçilik” olarak kavramlaştırılan ve “yeryüzünün bütün
Müslümanları birleşin” kabilinden bir söylemle politikleştirilen anlama
biçimini eleştirmemiz gerekir. Hz. İbrahim hakkında başka bir ayette “Ben seni
insanlara imam yapacağım.” (2 Bakara 124) buyurulmaktadır.
Böylece (Nahl 16) ile (Bakara 124) ayetlerinde geçen “Ümmet, Ümm, İmam” kelimelerinin
aynı kökten gelen bir tasavvura işaret ettiği söylenebilecektir. Bir başka
ayette şöyle buyurulur: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten
men eden bir ümmet bulunsun.” (3 Âl-i İmran 124). İşte bu ayet
vesilesiyle “ümmet” kelimesinin “yeryüzünün bütün Müslümanlarını birleştirmek”
anlamına gelmediği, Müslüman toplumun içinde bir davetçi topluluğun veya
şahsiyetlerin varlığının “ümmet” olarak kabul edildiğini anlıyoruz. Dolayısıyla
“ümmet” kavramı “bir toplumun iyilik konusunda önder ve rehber (imam) edindiği,
peşinden gittiği kişi” anlamı kazanmaktadır. Bu husus, İslâm’ın
toplumsallaşmasının coğrafyaları, halkları ve devletleri kendisine tebaa kılan
bir hareket hattı getirmediğine de işaret eder. Diğer ifadeyle “İslâm’ın
toplumsallaşması” bir imparatorluk misyonu değildir. İslâm’ın toplumsallaşması
mimarî, bayındırlık, yollar inşa etme, mekânsal düzenlemeler getirme şeklinde
değildir. İslâm’ın toplumsallaşması fazıl toplumun ortaya çıkışıyla
ilişkilendirilmelidir. “Medeniyet” kavramı “fazıl toplum inşası” ile ilişkilidir.
Fakat Türkiye’de entelektüeller meseleye böyle bakmamakta ve “medeniyet”
kavramını Müslümanların mekândaki hâkimiyetleri şeklinde
anlamlandırmaktadır. Bu yaklaşım İbn
Haldun’un “hadârîlik” yaklaşımında görülmektedir.
Yusuf Kaplan’a göre
İslâm’ın toplumsallaşması süreci üç dönemlidir: 1) Mekke, 2) Medine, 3)
Medeniyet. Yusuf Kaplan’a göre Hz. Peygamber İslâm’ın Mekke ve Medine
dönemlerini hayata geçirdi. Medeniyet’i hayata geçirmek ise biz Müslümanlara
aittir. Bu perspektife göre biz Müslümanlar medeniyeti hayata geçiremezsek, din
(yani İslâm) da varlık bulamaz.
Yusuf Kaplan’ın yukarıda
naklettiğim argümanlarına pek çok eleştiri getirilebilecektir. Ancak bunlardan
ikisine değineceğim: Birinci olarak: “Peygamberlerin Medinelere
gönderildiği” iddiası Kur’an’daki kavramların anlam dünyasıyla
bağdaşmamaktadır. Zira peygamberler ayete göre Medinelere değil, karyelere
gönderilmiştir: وَمَا أَرْسَلْنَا
فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّبِيٍّ (Ve
ma erselna fi karyetin min nebiyyin-Hangi memlekete bir peygamber
göndermişsek). (7 Araf 94). وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذ۪يرًاۘ
(Velev şi/nâ lebe’aśnâ fî kulli karyetin neżîrâ-Eğer dileseydik,
her karyeye bir uyarıcı peygamber gönderirdik). (25 Furkan 51).
Görüldüğü üzere sadece bu iki ayette geçen “karye” kelimesi Yusuf Kaplan’ın paradigmasını yeniden gözden geçirmek mecburiyetine yol açmaktadır. Karye kelimesi Medine kelimesi ile aynı anlama sahip değildir. Muhammed Selman Çalışkan bir makalesinde bu kavramı şöyle tanımlar:
“Karye, insanların yerleşik bir hayat sürmek için toplandığı yer
anlamına gelmektedir. Evler, binalar ve arazilerden müteşekkil büyük şehirlere de karye adı ıtlak edilmektedir. Bu yönüyle karye, yapıların ve dolayısıyla insan fertlerinin toplandığı yerdir.” (Çalışkan, 2019: 34).
İkinci olarak: Yusuf Kaplan’ın “Medeniyetin yitmesi, medinenin çökmesiyle, dinin de çözülmesi ve yok olmasıyla sonuçlanır.” ifadesine itiraz etmek gerekir. Bu itirazı Hz. İbrahim’in örnekliğine dayandırıyoruz. Yusuf Kaplan “din” kavramını “sosyal ve siyasal düzen” olarak anlamlandırıyor olmalıdır. Oysa Kur’an’da “din” kavramı Hz. İbrahim ile ilgili ayetlerde geçmektedir:
“Ve yüzünü hanif olarak dine çevir!
Sakın müşriklerden olma!” (10 Yûnus 105); “Sonra da sana: ‘Hanif olarak
İbrahim’in milletine uy!’ diye vahyettik. O, müşriklerden değildi.” (16 Nahl
123); Yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah’ın insanları yarattığı
fıtrata (uy). Allah’ın yaratmasında değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din budur.
Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30 Rûm 30).
Şaban Kuzgun, “hanif” kavramı hakkında izah yapmış ve bu kavramın “şirkin karşıtı” olduğunu, din anlamına gelen “millet” kelimesiyle birlikte zikredildiğini ve Hz. İbrahim’in kendisini “hanif” olarak nitelediğini belirtmiştir. (1) Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Sonra sana, ‘Tevhid önderi olan ve putperestler arasında yer almamış bulunan İbrâhim’in dinine uy’ diye vahyettik.” (16 Nahl 123) ayeti bulunduğundan “din” kavramının “medine” inşasını gerektirdiği ifade edilemeyecektir. Yusuf Kaplan’ın paradigmasında temellendirilmeye çalışılan “medeniyet giderse din de gider” önermesinin vahiyle mutabık olmadığı görülmektedir. Yusuf Kaplan’ın “Mekke+Medine=Medeniyet” formülü İslâm’ın sadece Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği bir din imiş gibi algılanmasına yol açmaktadır. Oysa Firavun’un önünde büyülerini gösteren büyücüler, Hz. Musa’nın mucizesi karşısında iman etmiş ve kendilerine “Biz Müslümanız” demişlerdir. (2) Hz. İsa’nın havarileri de kendilerine “Müslüman” demekte idi. (3)
Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Sonra sana, ‘Tevhid önderi olan ve putperestler arasında yer almamış bulunan İbrâhim’in dinine uy’ diye vahyettik.” (16 Nahl 123) ayeti bulunduğundan “din” kavramının “medine” inşasını gerektirdiği ifade edilemeyecektir. Yusuf Kaplan’ın paradigmasında temellendirilmeye çalışılan “medeniyet giderse din de gider” önermesinin vahiyle mutabık olmadığı görülmektedir. Yusuf Kaplan’ın “Mekke+Medine=Medeniyet” formülü İslâm’ın sadece Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği bir din imiş gibi algılanmasına yol açmaktadır. Oysa Firavun’un önünde büyülerini gösteren büyücüler, Hz. Musa’nın mucizesi karşısında iman etmiş ve kendilerine “Biz Müslümanız” demişlerdir.
Görüldüğü gibi din sahibi
olmak için Medine’de yaşamak veya medeniyet kurmak gibi bir şart
bulunmamaktadır. Kaldı ki Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Yahya, Hz.
Zekeriya, Hz. Yakub, Hz. İsa “şehir” (medine) kurmamış ve ardından gelenler ise
“medeniyet” inşa edememiştir. Öte yandan Hz. Davud, Hz. Süleyman Yusuf
Kaplan’ın “Mekke süreci” dediği süreci yaşamamış, Medine’yi ve Medeniyet’i
doğrudan inşa etmiştir.
Bu noktada geliştirdiğim
bu iki temel itiraz, Yusuf Kaplan’ın paradigmasını yanlışlamaktadır.
Bedri Gencer ise “Medeniyet
Ütopyası Peşinde” makalesinde “medeniyet” kavramını modernleşme ve sekülerleşme
süreçleriyle ilişkilendirir. Gencer’e göre medeniyet “civilization” kavramı ile
ilişkilidir ve dinin yerini alan seküler bir hikmeti ifade eder. Batı, modern
ulusal sistemler kurarken “religion” kavramını icat etmiştir. Religion, prensin
bölgesindeki dini ifade etmektedir. Antik Yunan’da her şehre ait bir tanrı
anlayışı vardı. Daha sonra Batı’da ulusal-üstü
kimliğin kaynağı olarak religion yerine civilization kavramı icat edilmiş ve
pagan bir kozmopolitanizme yöneliş olmuştur. Böylece “civilization”, Batı’da
hem modernleşme hem sekülerleşme süreçlerinin merkezinde yatan kavram haline gelmiştir.
Latince religion, şeriatı olmayan bir inanç yığını anlamına gelen pagan bir
kavramdır. Batı din yerine pagan religion kavramını
Hıristiyanlığa mâl ettikten sonra, religion’dan “medeniyet, kültür, ideoloji,
dünya görüşü” gibi pagan kavramlara geçmekte zorlanmamıştır. Gencer’e göre
“medeniyet” kelimesi İslâm dünyasında da “şeriatsız din” tasavvurunun bir
yansıması olarak ele alınabilecektir. Medine kelimesinden gelen medeniyet, bir
şehirde temellenir. Bugün temelleneceği bir şehir olmadığı için İslâm
medeniyeti ütopya haline gelmiştir. Çağdaş İslâm dünyasında ‘İslâm devleti, İslâm
medeniyeti ve İslâm toplumu’ gibi kavramlar, Medine-i Münevvere’nin kaybından doğmuştur.
İslâm medeniyeti ütopyası ya geçmişte ya da gelecektedir. Müslümanlar, bugünde
değil ya geçmiş ya gelecek Bağdat veya Kurtuba’da yaşamaktadırlar. Çağdaş Müslümanların
varlığını sürdüren Bağdat yerine tarihe karışmış Kurtuba’yı İslâm medeniyetinin
sembolü olarak almaları, bu ütopya psikolojisinin tipik ifadesidir. İslâm
medeniyeti kavramının bu normatif=özselleştirilmiş kullanımı, tehlikeli bir
ütopya arayışını belirtir. Bu normatif, ütopik anlamda İslâm medeniyeti, bilim,
felsefe, sanat birikiminden oluşan din gibi bir sistemi belirtir. Bu anlamda
aslında tarihte Akdeniz medeniyeti olarak tek bir medeniyetten, nötr, profan, araçsal
bir medeniyet olarak Akdeniz medeniyetine Yahudi, Hıristiyan ve İslâm
dinlerinin katkılarından söz edilebilir. ‘Bir medeniyet inşası’ iddiasıyla bu
evrensel ve tarihî Akdeniz medeniyetinden ayrı bir İslâm medeniyeti tasavvuru,
adeta yeni bir din inşasına girişmek, dini medeniyete dönüştürmeyi planlamak
demektir (Gencer, 2013: 53-65).
Bedri Gencer, “medeniyet”
kavramını “din” (deyn) kökünden türemiş olduğunu ifade etmesine rağmen onu
Batılı civilisation veya civility kavramıyla ilişkilendirerek
okumakta ve kavramın İslâm düşüncesinde Fârâbîci damarını kesmektedir. Bedri
Gencer’e göre medeniyetler Garb ve Şark’ta farklı karakterle ortaya çıkmakta;
İslâm dini Batılı kanatta kalmaktadır (Gencer, 2009:
23-24). Bedri Gencer, “medeniyet” kelimesini makalesinde açıkça İbn
Halduncu perspektifle ele almakta ve onu “Akdeniz medeniyeti” içinde
değerlendirmektedir. Keza Bedri Gencer “medeniyet” kavramını İbn Haldun’un
“hadârîlik durumu” kapsamında değerlendirmektedir. İbn Haldun’un hadârî umranın
3.4.5. iklimlerde ortaya çıktığı düşüncesinde olduğunu bilmekteyiz. Böylece
Bedri Gencer, “İslâm medeniyeti” kavramına uzaklaşmakta ve İslâm’ı “Akdeniz
Medeniyeti”ne katkıda bulunan bir kültür/inanç çevresine dönüştürmektedir. Oysa
Medeniyet kavramını İbn Haldun değil Fârâbî kullanmıştır. Bedri Gencer’in
makalesinde İbn Halduncu ve Akdeniz esaslı temellendirmesi şöyledir:
“İbni
Haldun, evrensel tarihine yazdığı Mukaddime’de, ilk kez medeniyet
olgusunu kavramsallaştırır. Bu evrensel vizyon uyarınca İbni Haldun Akdeniz
çevresinde Yunanlılar ve İranlılar arasında ilim ve medeniyetin gelişmesinden
bahseder. XIII. asırda Doğu’dan ve Batı’dan Moğollar ve Haçlılardan gelen
saldırıların kıskacında kalan İslam Dünyası’nın kendini savunma için
geliştirdiği ‘gaza ruhu’, İbn Haldun’nun terimiyle ‘sebeb asabiyeti’nin
ürünüdür. Müslümanların da benimsediği bu evrensel medeniyet vizyonunun
sembolü, Akdeniz’dir. E. M. Forster’ın dediği gibi ‘İnsanlığın normunu bulması’
ancak tarih boyunca tüm büyük medeniyetlerin beşiği olan ‘Akdeniz’dedir.’
Akdeniz medeniyetinin kimliğini belirleyen ise dinden çok tarih ve coğrafyadır.
Akdeniz’in Doğu/Batı dikotomisinin İslam/Hıristiyanlık kutuplaşmasına
dönüşmesine izin vermeyen, dinî sınırlara tam tekabül etmeyen, kültürel
fay-hatları boyunca ilerleyen, kendine özgü, bölünmez bir dokusu vardır. İslam
barışı, bu dokuyu daha da pekiştirdi. Köklü medeniyetlerden geldikleri halde
önceden siyasî sebeplerle sürekli birbirleriyle rekabet halinde olan Bizanslı,
İranlı ve Araplar, İslam’ın gelişinden sonra ortak Akdeniz medeniyeti potasında
kaynaşma fırsatı buldu. Orta Çağ’da Abbasî hilafeti zamanında kadim Akdeniz
Yunan kültürü keşfedilerek İslam Dünyası’na mal edilmiş, ancak zamanla
istikrarını kaybeden bölgede siyasî hâkimiyet Osmanlı İmparatorluğu’na
geçerken, Akdeniz medeniyetinin birikimi Garb’a aktarılmıştı. XIII. asırda
Akdeniz’in güney ucunda, Hıristiyanlığın hoşgörülü bir Cermen-Latin damarını
temsil eden Sicilya Kralı ve daha sonra Kutsal Roma Cermen İmparatoru II.
Frederik zamanında Müslüman bilginler sayesinde Akdeniz-Müslüman medeniyetinin
birikimi başarıyla özümsendi. II. Frederik için Arap bilim, felsefe ve sanatı
kendi dünyasını ifade ediyordu; ona dindaşı Cermenlerinkinden çok daha aşina
bir dünya. Keza Akdeniz ruhu açısından Bizans, Ön Asya ve Suriye
Hıristiyanları, Müslüman dünya ile Batılı dindaşlarından çok daha fazla
kültürel yakınlığa sahipti. Akdeniz’in Roma’nın yıkılışından sonraki siyasî
birikimi de Bizans ve Osmanlı tarafından tevarüs edilmişti (Gencer, 2009:
25-27).
Bedri Gencer “medeniyet” kavramını tartışırken onu seküler ve modern bir süreçle ilgili olarak tanımlamakta, fakat ardından “Garb ve Şark’ın medeniyetleri” tasnifi yaparak İslâm’ı “Akdeniz Medeniyeti”nin içinde ona katkı sağlayan bir değer dünyası ve inanç toplumsallığı olarak konumlamaktadır. Müellife göre “İslâm bir ‘medeniyet’ değildir. Fakat Akdeniz Medeniyeti’ne dahildir.”
“Şehir Sünnettir” kitabı “medeniyet” kavramını Yusuf Kaplan’ın ve Bedri Gencer’in anlamlandırdığından farklı olarak mekânsal ve mimarî bir oluş, ilkel toplumdan hadârî topluma geçiş olarak değil, “ahlâk ve adalet toplumu halinde varlığa çıkış” olarak anlamlandırmaktadır. Bu paradigma farklılığı “Şehir Sünnettir” tasavvurunun Fârâbîci çizgiyi takip etmesinden de kaynaklanmaktadır.
II. Şehir Sünnettir Kitabı Neyi Anlatıyor?
Paradigma değişimi:
“Şehir
Sünnettir” kitabı eski şehirlerimize nostaljik bir bakış değildir; bir
paradigma metnidir. Paradigma; yazarın veya araştırmacının olay ve olgularla
ilgili bakış açısını, felsefî yaklaşımını ifade eder. Bu anlamıyla paradigmalar
ideoloji değildir. İnsanlığın ilkel toplumdan ileri topluma ve kırsal toplumdan
kentsel topluma doğru değiştiğine dair yaklaşım bir paradigma örneğidir. Gerek
İbn Haldun gerekse Batılı filozoflar meseleyi bu paradigma üzerinden ele
almaktadır. Oysa “Şehir Sünnettir” kitabı insanlığı Hz. Âdem ve oğullarının
kurduğu şehirden başlatmaktadır. Diğer ifadeyle “Şehir Sünnettir” kitabı
insanlığın medenî ve medeniyet halinde olduğu paradigmasından hareket
etmektedir. Genel olarak gerek ülkemizdeki aydınlar ve gerekse Batı’da
şekillenen sosyoloji ve siyaset bilimi, tarihi “ilkel ve vahşi beşer varlık”tan
başlatmakta, bu varlığın zaman içinde insanlaştığını ve uygarlıkların da ancak
böyle kurulduğunu ileri sürmektedir. “Şehir Sünnettir” kitabı ise insanlığın ilk toplumunun Hz. Âdem’in kurduğu
toplum olduğu fikriyle hareket etmekte ve bu toplumun “şehir” inşa ettiği
kabulünden hareket etmektedir. Dolayısıyla kitap, bir paradigma değişiminden
bahsetmektedir. Bu paradigma, kendi kavramlarını getirirken Batılı aydınların
kavramlarını ise reddetmektedir. “Şehir Sünnettir” kitabı, “şehir-medeniyet”
gibi kavramları İslâm toplumunun oluşumuna hasretmekte, buna karşılık
“kent-uygarlık” gibi kavramları ise fazıl olmayan toplumlara has bir nitelemede
kullanmaktadır.
İnsanlık tarihini nübüvvet tarihi
ekseninde okuma: “Şehir Sünnettir” kitabı İbn Halduncu paradigmanın aksine insanlık tarihini
sadece Hz. Âdem’den başlatmamakta, aynı zamanda bu atadan günümüze kadar ulaşan
insanlık sürecini nübüvvet tarihini ekseninde ele almaktadır. Dolayısıyla böyle
bir yaklaşım insanlığın “ilkelden gelişmişliğe” doğru ilerlediği fikrini de
reddetmektedir. Bu paradigmada geçmiş toplumların günümüz toplumlarından daha
gelişmiş olabileceği hususu da kabul edilmektedir. Nitekim Kur’an’da bir ayette
bizden daha güçlü nice kavmin gelip geçtiği beyan edilmektedir:
“Sizden öncekiler gibisiniz, onlar kuvvetçe sizden
daha çetindiler, malları ve çocukları daha çoktu; dünya hayatından paylarına
düşenlerle zevk sürmeye bakmışlardı. Sizden öncekiler paylarına düşenlerle
nasıl zevk sürmek istedilerse siz de aynı şekilde payınıza düşenle zevk sürmeye
baktınız ve o batağa dalanlar gibi siz de daldınız. İşte bunların dünyada da
ahirette de bütün yaptıkları boşa gitti. İşte bunlar, hep hüsran içinde
kalanlardır.” (9 Tevbe 69); “Bunlardan önce nice nesilleri helâk ettik;
bunlardan daha güçlü idiler, yeryüzünü dolaştılar. Ama kaçıp kurtulacak yer ne
mümkün/bulamadılar?” (50 Kaf 36).
Gerçekten de
örneğin Kur’an’da Firavun kıssalarıyla bize işaret edilen Mısır uygarlığının
sırları ve piramitlerin nasıl yapıldığı hususu hâlâ çözülebilmiş değildir.
Diğer
taraftan Allah’ın uygarlık debdebesine yakalanan kavimlere “çoban peygamberler”
gönderdiği Kur’an’da beyan edilmektedir. Nitekim Hz. Musa ve Hz. İshak bir
çoban iken, Hz. Salih bir deve güdücü idi. Bu gerçeklik nedeniyle tarihi “kalkınma,
ilerleme, gelişme, terakki” gibi kavramları merkeze çeken yaklaşımlarla ele
almanın “kurgulama” olduğu ifade edilebilecektir. Büyük uygarlıklara çobanların
gönderilmesi, İslâm’ın debdebeli kentler ve kapitalist birikimle barışık
olmadığını göstermektedir. “Şehir Sünnettir” kitabı uygarlıkların sömüren ve sömürülen sınıflara yol
açtığını, tekebbür mimarileri inşa ettiğini, serveti belli ellerde biriktiren
sistemler kurduğuna işaret etmektedir. Peygamberlerin uygarlıklara
gönderildiklerinde onlara yönelik ilk mesajlarının tek Tanrı inancına bağlanmak
ve ikinci mesajlarının ise kul haklarını çiğnemekten kaçınarak “erdemli
yaşamak” olduğunu Kur’an’daki ayetler vesilesiyle görüyoruz. Örneğin Hz.
Şuayb’ın (as) kavmine “Tanrı’yı birleyin, ölçeği ve tartıyı tam yapın. İnsanların
hakkını yemeyin. Ülkede düzen sağlandıktan sonra düzeni bozmayın.” (7 Araf 85)
dediği görülmektedir. Salih peygamberin de kavmine tek Tanrı inancıyla
gönderildiği ve onlara mucize olarak yaratılan bir deve emanet ettiği beyan
edilmiştir. Ancak Salih’in kavmi bu deveyi ekonomik menfaatlerine zarar verici
gördüklerinden öldürmüşler ve ardından helak gelmiştir. Hz. Lut da kavmine tek
Tanrı inancını ve nikâhlı yaşama erdemini tebliğ etmiş, ancak onlar bu daveti
reddedince helak olmuşlardır. Peygamberlerin daveti zenginliğe, kalkınmaya,
ilerlemeye yönelik bir çağrı olmayıp, “ahlâklı ve erdemli toplum olmaya”
yöneliktir. Nebevî davetin fazıl toplum inşasını hedeflemesi, İslâm’ın
toplumsallaşmasının uygarlık çizgisinde yürümediği fikrini
uyandırmaktadır. Nübüvvetin “uygarlık
yürüyüşü”nden ayrılması ise İslâm’ın toplumsallaşmasının “medeniyet” kavramıyla
nitelenebileceğini ilham etmektedir.
Medeniyet,
mimarî değil fıkıhla yaşayan fazıl toplumsallıktır: Medeniyet “mahkemeli toplum” halinde hareket eden toplumun
varlığa çıkışıdır. Bu varoluş gerçekleştiğinde insanlar medenî ve kurdukları
toplumsallaşma da şehir olur. Medeniyet
Müslüman toplumun herhangi memleket parçasında Müslüman değerlerini sübût
ettirerek o beldeyi “şehirleştirmesi”dir. Bu manada medeniyet üniversal
yapı-olgu değildir. Diğer ifadeyle medeniyet “uygarlık” değildir. Medeniyet
dünya üzerinde tek veya çok beldede zuhura çıkabilir ve fıkhın toplumsallaşması
kaybedildiğinde ise gökte kayan yıldızlar gibi sönebilir. Medeniyet fıkıh
toplumu varsa varlığa çıkan bir olgudur.
Ancak bu
noktada “fıkıh” derken neyi ifade ettiğimizi sarih şekilde açıklamak gerekir.
Çoğu aydın “fıkıh” denilince, İslam Hukuku’nun üç sahası olan 1) Muamelat
(İşlemler), 2) Ukubat (Yaptırımlar/Cezalar), 3) İbadat (ibadetler) ile ilgili
kuralları anlamaktadır. Oysa İmam-ı Âzam’ın kullandığı bir terim olarak fıkıh,
“kişinin lehine ve aleyhine olan meseleleri bilmesidir.” Dolayısıyla “Şehir
Sünnettir” kitabında benim temellendirdiğim düşünce insanlığın üç fıkıhla muhatap
olduğu hususu idi. 1) Allah’ın koyduğu fıkıh; 2) Peygamberlerin kendi kavimleri
için belirlediği fıkıh; 3) Peygamber sonrası toplumun müçtehitlerinin
geliştirdiği fıkıh. Genel olarak “fıkıh” denilince aydınlarımız bu son
anlamıyla müçtehitlerin geliştirdiği hukuku veya kuralları anlamaktadır. “Şehir
Sünnettir” kitabındaki temel vurgu ise, peygamberlerin toplumlarına ilk olarak
neyi götürdüğü ve kendilerini nerede inşa ettikleri meselesini ortaya koymak
olmuştur. Buna göre bütün peygamberler toplumlarına ahlâklı ve erdemli yaşamayı
telkin etmiş ve kul haklarından kaçınmayı ihtar etmiştir. Allah’ın koyduğu
fıkıh, “yedi misak” dediğim ilkelerde belirlenmiştir. Buna göre a) Tek
Tanrı’ya inanmak, b) Ana-babaya ihsan etmek, c) Yakınlara, akrabaya, yetimlere
ve miskinlere infak etmek, onlara sıla-i rahim yapmak, d) Zekâtı vermek,
servetin kirinden arınmak. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” inancıyla
yaşamak, e) Kul hakkı yememek, zina etmemek, çalmamak, emanete hıyanet etmemek,
yalan söylememek, f) Kimseyi haksız yere öldürmemek, g) Kimseyi haksız yere
yurdundan çıkarmamak. Bu ilkeler Kur’an’da iki ayette (2 Bakara, 83-84) topluca
beyan edilmiştir. İkinci sırada Peygamberlerin koyduğu fıkıh gelmektedir.Bu fıkıh, Şehir (Medine) İnşası ile ilgilidir. Şehir inşası, Türkiye’de
pek çok aydının anladığı (ve İbn Haldun’un bunu kök düşünce olarak hazırladığı)
zeminde değildir. Şehir inşası, yollar, köprüler, konutlar, binalar ile
ilişkili olmayıp, üç esasın tezahür ettiği varoluşu ifade eder. Bilindiği üzere
Hz. Peygamber (asv) Yesrib’e hicret ettiğinde birinci olarak
Mescid-i Nebevî’yi inşa etti ve burada Yesrib’in Yahudi, müşrik ve Müslüman
halklarını “mahkemeli toplum” olarak yaşama konusunda birleştirdi. Bu birleşme
zemini, “Medine Sözleşmesi” diye bilinen metinde “ümmet” olarak
tanımlandı. Yesrib’in adının Medine’ye dönüşü de bu hususla ilgildir. “Medine”
kelimesi Arapçadan önce Aramice ve Süryanicede yer alıyor ve “yargı çevresi,
hüküm alanı” anlamına geliyordu. İkinci olarak Hz. Peygamber’in “Medine
Pazarı” kurarak, Müslüman toplumun dünya kapitalizminin sermaye kenti olan
Mekke’nin baskısından kurtulmasını sağladı. Bu pazarın kuruluşu Medine’deki
Yahudilerin menfaatleriyle çatışınca Yahudiler Medine Sözleşmesi’ni ihlal
ettiler ve şehirden çıkarıldılar. Üçüncü olarak Hz. Peygamber,
ikişer ikişer kardeşleştirme (muâhât) sistemini kurarak kendinden önceki
peygamberlerin tesis ettiği fütüvveti yeniden ihya etti. Nitekim Osmanlı
mahallesinde “müteselsil kefalet” denilen sistem ile Alevî zümrelerin kırsalda
“musâhiplik” de kurumu da Hz. Peygamber’in tatbik ettiği muâhât sisteminin bir
devamıdır. Bu üçlü yapı, Yesrib’de yaşayan toplulukları “şehir” kılarken,
kurdukları sosyal organizasyonu da “medeniyet” olarak belirledi.
“Şehir Sünnettir” kitabı aile temelinde yükselen
erdemli toplum olmayı teklif ediyor:
İnsanlığın ilk şehri Hz. Âdem ile kurulmuştur. Bu şehrin temelinde
ise daha Cennet’te iken birbirine nikahlanmış ilk kadın ve erkeğin kurduğu aile
vardır. Nübüvvet tarihine bakarsak aile meselesinin ve iffetli yaşamanın bütün
peygamberlerin tebliğinin temelinde yer aldığı görülür. Örneğin Hz. Musa’nın Mısır’a
yeniden dönüşü ailesi ile olmuştur. Üstelik bu aile, Musa peygamberin on yıllık
çalışmasının mehir olarak verilmesiyle gerçekleşmiştir. Keza Lut (as) kavmine
“aile olun” tebliği ile gitmiştir. Lokman suresinde Müslüman şahsiyetlerin
“ana-babaya kanatlarını germesi” emredilmiştir. Her Cuma hutbesinde okunan Nahl
90 ayeti “adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi
emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar.” Keza Medine
inşa edilirken kocaları müşrik olup da hicret eden Müslüman kadınların
evliliklerinin feshedilmesi ve aldıkları mehirlerin eski kocalarına ödenmesi
gerektiği beyan edilmiştir (Mümtehine 10). Daha sonra Medine aile temelinde
inşa edilmiştir. Medine’de bekâr kişilerin mahalle kurması engellenmiş ve onlar
“ashab-ı suffa” olarak kabul edilerek kamusal olarak kontrol altında tutulan
bir mahalde (Mescid-i Nebevî’nin bir bölümünde) ikamete zorlanmıştır.
Osmanlı’da da bekârların mahallede ev açmaları aynı sebeple yasaklanmıştır.
Bütün bu veriler “şehir” olgusunun temelinde iffet ve erdem olduğunu
göstermektedir. Oysa modernizm, birey felsefesi nedeniyle bu tasavvuru
kaybetmektedir. İslâm düşünürü olarak İbn Haldun da “aile” temelinde toplum
inşası yerine “aşiret” temelinde toplum inşasını sistemleştirmiştir. Böylelikle
Türkiye’de ve İslâm dünyasında “şehir” kavramı kaybedilmiş, onun yerine “kent”
diye terimleştirilebilecek başka bir toplumsallık getirilmiştir. “Şehir
Sünnettir” paradigması bir mekân politikası ve “alan savunması” değil, “salih
toplum-erdemli toplum varoluşu” olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda ahlâksız
dindarlığın kamusal alanda iktidarını “medeniyet” olarak göremeyeceğimiz ve böyle
toplumların yaşadığı hadârî umranı “şehir” sayamayacağımız ortaya çıkmaktadır.
İslâm şehirlerinin belirleyeni Müslümanların kamusal iktidarı olmamaktadır.
“Şehir Sünnettir” kitabı medeniyet kavramının temeline
“kul hakları” tasavvurunu koyar:
Gerek Batılı “insan” anlayışında ve gerekse
Müslümanların 250 yıllık düşünce evreninde erdemliliğin toplumsallaşması
meselesi “kul hakları” temelinde değil, “eşitlik ve özgürlük” fikri temelinde
bina edilmektedir. Örneğin Türkiye’de “İslâmî mücadele”de öne çıkan aydınların
verdiği başörtüsü mücadelesi, “Müslüman toplumsallık” veya “medine inşası”
olarak değil, “Müslüman bireyin kamusal alanda eşitlik kavgası” olarak
neticelenmiştir ve “birey”, “özne-kadın” hesabına sonuçlanmıştır. Bu mücadeleyi
haklılaştıran teorinin İbn Haldun’un “sebep asabiyeti” kapsamında ifade
ettiklerinden devşirildiği ortadadır. İbn Haldun “nöbetleşe asabiyetler”
teorisi ile hareket etmekte ve “bedâvetin amacı mülkü elde etmektir” diyerek
dönüşümlü bir toplum felsefesini “içtimaî yasa” olarak ileri sürmektedir. Oysa
“Şehir Sünnettir” paradigması Fârâbî’nin “Şehrin amacı, sakinlerinin birbiriyle
yardımlaşmak suretiyle saadetini sağlamaktır.” ifadesine dayanmaktadır. Buna
göre “öyle bir şehir kur ki, kimse kimsenin güneşini kesmesin” diyebileceğimiz
bir zemine gelmekteyiz. Oysa İbn Halduncu perspektif, asabiyetlerden en
güçlüsünün diğer asabiyetlerin hakkına tecavüz etmesini “ilahî kader” olarak
göstermekte ve bunu gerçekleştiren asabiyetin kul haklarını ihlal ettiğini
dikkate almamaktadır. Hz. Peygamber, kendisine emanet edilen malları hicret
sırasında yanında götürmemiş, Hz. Ali’yi Mekke’de bırakarak onların sahiplerine
iade edilmesini sağlamıştı. Bu hadise dahi İbn Halduncu asabiyet teorisinin
“bedâvetin amacı mülktür” yargısını yanlışlamaya yeterlidir. “İslâm şehri”
kavramı tecavüz fikrinden kendini arındıran bir fazilet inancı üzerinde
temellenmektedir. Oysa İbn Haldun’un sosyolojisi kul haklarını ihlal eden
asabiyetlerin tecavüz cesaretini, tecavüz savaşçılığını “erdem” olarak
sunmaktadır. Bu nedenle “şehir” meselesinde İbn Haldun değil, Fârâbî esas
alınmalıdır.
Türkiye’de “aile” ve “mahalle” tasavvuru yıkıldığından “şehir ve
medeniyet” tartışması yapılamıyor:
Türkiye’de bir şehir tasavvuru bulunmuyor. Bu mesele İslâmcı aydınlar tarafından dahi “nostalji” olarak görülüyor. Örneğin birbiriyle müteselsil kefaleti olan eski Osmanlı mahalle sistemi, daha ilk elde İslâmcı yazarlar tarafından “baskı ve kontrol toplumu” olarak niteleniyor. Türk muhafazakârlığı 1980’lerde başlayan başörtüsü mücadelesiyle birlikte ev temelli bir toplumsallaşma yerine kamusal alanda varlık bulma ve sivil toplumsallaşma anlayışı içinde hareket ediyor. Türk muhafazakârlığı eski mahalle sisteminin günümüzdeki sivil toplum teşkilatlarından daha güçlü bir sosyallik ve kendini inşa imkânı verdiğini göremiyor. Muhafazakârlık ve İslâmcılık, “kapitalizmin kentsel yayılışı modern zamanın tarihsel gerçeğidir, buna direnilemez” fikrine yenilmiş olarak 1+1 evleri meşrulaştıran ve ucu bucağı olmayan mega-kentleri olumlayan tefekkürle hareket ediyor. Böyle olunca İstanbul’un nüfusunun Yunanistan’ın toplam nüfusunu geçecek derecede azmanlaşmasına itiraz eden bir “İslâmî” tefekkür doğmuyor. Yükselen gökdelenler nedeniyle güneşi hiç göremeyen kent insanının bir anlamda “ölü belde”lerde yaşadığı düşünülmüyor. Modern insana “tatil” denildiğinde “güneş ülkeleri”nin gösterilmesi veya “gür ağaçları bulunan saklı bahçe”lerin vaat edilmesi bundandır. Fârâbîci tasavvurla bir şehrin “mahalle ve köy” toplulukları üzerinde yükselmesi gerektiği halde günümüz muhafazakârlığı ve İslâmcılığı meseleyi “bütün insanların eşitlenmesi” ile ele alıyor ve “herkese otomobil, herkese yüksek eğitim, herkese birbirinin aynı standartlarda yaşama beldesi”nin garanti edilmesini istiyor. Mutlak eşitlik fikriyle ortaya çıkan toplumsallık bu nedenle “kent” oluyor.
III. Sonuç:
“Şehir Sünnettir” kitabı, Medine’yi “ahkâmın tatbik bulduğu belde”
şeklinde tanımlamaktadır. Bu bahiste “ahkâm”, Allah’ın fıkhı, ve Resullerin
fıkhı olmak üzere iki kademelidir. İkinci husus, Medine-şehirin “Cuma
kılınan, pazar kurulan” özelliğiyle varlık bulmasıdır. “Mahkemeli toplum” ile “pazarın
tüm üretenlere açıldığı belde” şehrin temelini oluşturmaktadır. Üçüncü husus da
muahat-kardeşlik (ahı-ahi) ilkeleriyle birbirine bağlı bir toplumun inşa ettiği
‘medine-şehir’in bir aynı zamanda “medeniyet” olarak kabul edilmesi
hakkındadır. Buna göre “medeniyet”, topluluğun yüksek binalarda oturması,
yollar/köprüler inşa etmesi ile ilişkili olmayıp, fazıl toplum olarak varlık
kazanmasını ifade eder.
Dipnotlar:
(1) “Kur’ân-ı Kerîm’de hanîf kelimesi on yerde (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥanîf” md.), çoğulu olan hunefâ ise iki yerde (el-Hac 22/31; el-Beyyine 98/5) geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda Hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmekte (el-Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/67, 95; el-En‘âm 6/79, 161; Yûnus 10/105; en-Nahl 16/120, 123; el-Hac 22/31), bu arada sekiz yerde Hz. İbrâhim’in imanını ifade etmekte (el-Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/67, 95; en-Nisâ 4/125; el-En‘âm 6/79, 161; en-Nahl 16/120, 123), bu sekiz yerin beşinde aynı zamanda din mânasına gelen “millet” kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrâhim kendini hanîf diye nitelemektedir (el-En‘âm 6/79).” (Kuzgun, 1997: 35).
(2) “Büyücüler (Firavun’a) dedi ki: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak canımızı al.” (7 Araf 125-126).
(3) “İsa, onların inkarlarını sezince, ‘Allah yolunda yardımcılarım kim?’ dedi. Havariler, ‘Allah yolunun yardımcıları biziz. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz Müslümanlarız’ dediler.” (3 Âl-i İmran 52).
Kaynaklar:
- Çalışkan
Muhammed Selman, Kur’ân’da Yerleşim Birimleri, Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 39, 2019.
- Gencer
Bedri, Hıristiyanlaştırmadan Medenileştirmeye Batılı Kozmopolitanizmin
Dönüşümü, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 21-22, 2009.
- Gencer
Bedri, Medeniyet Ütopyası Peşinde,
Gelenekten Geleceğe Dergisi-Medeniyetimiz Dosyası, Yıl: 1, Sayı: 2, 2013.
- Kaplan Yusuf, Mekke+Medine=Medeniyet,
Yeni Şafak Gazetesi, 22.05.2015.
- Kuzgun Şaban, Hanif, TDV İslâm
Ansiklopedisi, c: 16, 1997.