Skip to content

Posts tagged ‘Teknoloji’

Fârâbî ile İbn Haldun Arasında Şehir Tasavvurumuz

Uygarlık modern insanın zamanını çalan bir teknolojik yapılanmadır. Trafik sıkışıklığı, okullarda geçen yıllar, iş düzeni hayatı bize verili ömrü kum saatindeki taneler gibi aşağıya dökmektedir. Güneşin doğuşuna nazar edememiş, kuş sesini duyamamış insan aslında fakirdir.

Parası olup da zamanı olmayan pek çok insan tanıdım. Onların halen de zamanlarını vererek para kazanmayı ideal gördüklerini biliyorum.

Oysa para kazanmanın amacı zamanı satın almaktır. Zamanını satın alamayan biri, para karşılığı zamanını satıyorsa, ömrünü kaybediyor demektir.

Paraya kul olan insanların imal ettiği kentleri “şehir” diye nitelemek bir gaflet, eğer bu gafletten değilse bir hile ve ayartma söylemi olmalıdır.

Eski şehir sistemlerinde kötülük şehrin dışında idi. Bu nedenle şehir bir ütopyanın hakikati idi. Günümüzde uygarlık meftunlarının bize sunduğu kentler ise kötülüğün teknolojisini de bize dayatmaktadır. Trafik kazaları, iş kazaları, kent içi seller, köpek saldırıları, salgınlar, kötülüğün kent merkezinden geldiğini göstermektedir.

Şehirleri değerli kılan husus o beldede yaşayan kıymetli insanlardır. Modern dünyada “marka kent” kavramıyla şehrin içinde yaşayan erdemli insanlara değil, kapitalizmin standartlarıyla belirlenmiş ulaşım, mimari, hizmet, eğlence, kültür gibi alanlardaki kaliteye bakılmaktadır. “Marka kent” kavramı piyasaya sunulmuş insanları ve toplum mekânını ifade eden anlam dünyasına sahiptir. Bir anlamıyla “metalaşmayı” işaret etmektedir. Bu yönüyle bir kentin metalaşması (markalaşması), o beldede yaşayan insanların erdemli olması değil, kendini bir alıcıya sunmasıdır. “Marka Kent” bir kentin ve o beldede yaşayan insanların market rafında müşteriye sunulması gibi metalaştırılmasıdır.

Eski şehri inşa eden düşünce, gerçekte bir ahlâk idealinin peşinden gitmiştir. Hacı Bayram’ın “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde.” mısrası, dünya ve ahiret yolculuğunun mekânı olarak bir şehrin yaratıldığını ifade eder. Modern zihin bu hususu atlamaktadır.

Hz. İsmail ve Hz. Hacer’in ıssızlığın ortasındaki Kâbe’nin yanında evsiz-barksız ikamet etmeleri Hz. Âdem’in şehri olan MEKKE’yi yeniden tarihe çıkarmıştır. Demek ki, şehirleri ortaya çıkaran erdemli şahsiyetlerdir. Bugün Müslümanlar kendisinden asırlar sonra ortaya çıkacak sonuçları gözeterek bir amel eylemekte midir?

Şehir tasavvurunda ana ilke “şehirde huzur ve güvenliğin temin edilmesi” olmalıdır. Bu ilke esas alınırsa, “şehrin sesi” ya da “şehrin tınısı”nda öfke, bağırtı, klakson, başkasına üstünlüğü dayatan naralar gibi huzursuzluk oluşturucu seslerin duyulmaması gerekir. “Eyt, var mı bana yan bakan” narası, topluma yönelmiş bir tehdit değil midir? “Şehir” denilen yer, kâmil belde ve emin belde olmalıdır.

Bugün ben yaşadığım kenti, “şehir” olarak kabul edemiyorum. Zira sokakta grup halinde dolaşan köpeklerden emin olamadığım gibi, kaldırımda yürürken bir otomobilin küstahça burnumun ucuna kadar gelip yürüyüş yoluma park etmesine de engel olamıyorum. Bu itirazı dile getirmeme rağmen kendi yazı serüvenim bakımından ŞEHİR ile KENT’i birbirinden ayırmam nedeniyle pek çok eleştiri aldım ve alıyorum. Bana kalırsa ŞEHİR’de olağanüstü saatlerin olmaması ve şehrin kâinattaki düzenlilikte olduğu gibi bir düzeni temsil etmesi gerekir. Şehir, bu perspektifle mutluluk yurdudur. Kozmos’un yerdeki izdüşümüdür.

İnsanların zamanını çalan bir uygarlığın mutluluğa meydan okuduğunu, ulaşım ve vakit kıtlığı üreterek kapitalistlere sermaye biriktirme fırsatı verdiğini düşünüyorum. Uygarlığın herkesi eşit kılma ütopyası, kimseye yaramamakta, insan ömrünü çalmakta, insanı pestile çevirmektedir. Metroda veya toplu ulaşım araçlarında insanların birbirlerinin kişisel alanlarına tecavüz edecek şekilde istiflenmesi, gerçekte kul haklarına saldırı sayılmalıdır.

İbn Haldun’un şehri “erdemlilerin şehri” olmadığı için ona uzlaşmazlık derecesinde muarız sayılırım. Benim “şehir” anlayışım, mülkü elde etmek için herkesin herkesle kavgalı olduğu bir uygarlık masalına (hadârîleşme sevdasına) boyun eğmemektedir.

Bu masala inandık veya inandırıldık. İbn Halduncu masal, arka bahçesinde kümesi olan, meyve ağaçları bulunan evleri yıkarak diktiğimiz binalarla imal ettiğimiz kentin sokaklarında köpeklerin “yayılması”nın uygarlık olduğunu ifade etmektedir. Horoz sesini verip köpek havlamasını almak aslında tüketim toplumunu ve korkuyu satın almaktır.

Pek çok kişinin reddedeceği bir düşünceyle söylemek isterim ki, horoz sesine uyanacağımız bir şehir modernizmi ve kapitalizmi alt edebilir. “Şehir hayvancılığı”nı reddeden modern kent sistemleri, “kedi-köpek çobanlığını” meşru görmekte ve halkın gıdaya doğrudan ulaşmasının yollarını tıkamaktadır.

İdeal toplumun şehrinde halkın bazı kalemlere kolaylıkla ulaşması gerekir: 1) Gıda, 2) Barınma ve mahremiyetin temin edildiği EV, 3) Ulaşım (hayvanla da yapılabilmeli), 4) Geçimi temin edecek Meslekler, 5) Su-Enerji. Bu beş konuda modernliğin “uygarlık” dayatmaları halkın kaynaklara doğrudan ulaşmasını engellemektedir.

Kur’an’da (Nahl 80’de) Fârâbî’nin tasavvurundaki gibi bir toplum yapısına işaret edilir: “Hayvanların derilerinden, yolculukta ve ikamet zamanlarınızda kolayca taşıyacağınız evler; yün, tüy ve kıllarından bir süre kullanacağınız giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir.” Bu ayetin “göçer-evli” topluma Kıyamet’e dek varlık alanı açtığını düşünüyorum.

Fârâbî’nin tasavvurunda EV, çadırdan, ahşaptan, taştan, topraktan olabilir. İbn Haldun’a göre bunlar EV olamaz. İbn Haldun binaların yükselmesini ve onların ihtişamlı olmasını hadârî umranın özelliği sayar.

Müslüman toplumlar Fârâbî ile İbn Haldun’un şehir-kent tasavvurları arasında gidip gelecek. İbn Haldun’un kentleri sermayenin, statükonun sahiplerinin dünya kurgusudur. Fârâbî’nin şehirleri ütopistlerin ve toplumcuların erdemli yabancılarının düşlerinde yaşayacak.

Medeniyet Notları 3: Tek Bir İnsanlık Ailesi Mümkün mü?

Ertan Eğribel-Ufuk Özcan, Ahmet Ağaoğlu’nun “Üç Medeniyet” kitabına yazdıkları “Önsöz Yerine: Uygarlık Sorununu Anlamak ve Aşmak” başlıklı makalede klasik sosyoloji geleneği içinde uygarlık öncesi dönemin “vahşilik-barbarlık” evresi olarak değerlendirildiğini ifade ederler. Makale Aydınlanma filozoflarından başlayarak Auguste Comte ve Marx’a kadar pek çok düşünürün bu konuda benzer yaklaşımlara sahip olduklarını dile getirir. Eğribel-Özcan’a göre küreselleşen dünyada geleneksel değerler, yaşam tarzları ve topyekûn insanlık birikimi geriye dönüşsüz bir biçimde yok olmaktadır. Mesele geçmişe ve yitip giden değerlere övgü dizmek ya da bu değerlerin arkasından ağıt yakmak değildir. Asıl mesele, insanı geçmişinden koparan süreçlerin aynı zamanda insanlığın bugününü ve geleceğini karartmasıdır. Küreselleşme adı verilen süreç, Batı uygarlığı da dahil olmak üzere, bütün dünya kültür ve uygarlıklarını tahribe ve yıkıma yönelmiştir. Yok olan değerler sadece manevî değerlerle sınırlı değildir; ekilebilir topraklar, içilebilir sular, solunabilir hava, sürdürülebilir çevre, kamunun ortak kullanımına ait araziler, mekânlar gitgide azalmakta, son derece küçük bir zümrenin lehine temerküz ve temellük edilmektedir. Küreselleşmenin hızı ve nüfuzu bütün insanlığı tehdit eder bir boyut kazanmıştır. Bu sözde uygarlık, otobanlarıyla, beton çılgınlığıyla, hız tutkusuyla, bireysel arzuları kışkırtan değerleriyle, kırbaçladığı çılgın tüketim ve sahip olma hırsıyla, bütün insanlık değerlerini maddeye, ranta, para ve güce indirgeyen süreçlere sebep olmakta ve tahripkârlığını artırmaktadır. İmparatorluk bakiyesi bütün düşünürler, (Pantürkistler, Mehmet Akif gibi İslamcı reformistler de dahil olmak üzere) Batı’nın üstünlüğü fikrini kabul etmiş durumdadır. Ziya Gökalp ve Ahmet Ağaoğlu Türkiye’nin yenileşmesini ve uygarlık dairesini değiştirmesini kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya koymuş ve eserlerinde bu ana temayı işlemişlerdir. Sorunun özünü, bir Doğu-İslam toplumu örneği olarak tanımlanan Türkiye’nin, mevcut kurum ve geleneklerini koruyarak dünyadaki yeni gelişmelere ayak uyduramaması oluşturmaktadır. Batılılaşma, çöküş devrinin ana problematiği olarak İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık ideolojilerinin gündemine girmiştir. Eğribel-Özcan’a göre her yeni sosyolog kuşağında “nasıl Batılılaşacağımız” sorusu sorularak yeni çözüm önerilerinde bulunulmaktadır. Niyazi Berkes ve Mümtaz Turhan, aradan onca yıl geçtikten sonra “Batılılaşmanın neresindeyiz?”, “İki yüz yıldır niye Batılaşmıyoruz?” sorularını sormuş, böylece “Batılılaşma fiyaskosuna” işaret etmiştir. Aradan geçen yıllara rağmen hâlâ aynı sorular sorulmakta, 2023 hedefleri ortaya konulmaktadır. Ancak bir sonuç alınamamaktadır. Türkiye’nin yeni kadrolarının Batı karşısında geçmişteki “Batılılaşma” yanlısı aydınlardan farklı bir pozisyon alışlarından bahsetmek mümkün değildir. Bugün egemen olan kadrolar Batı kimliği almayı talep etmeden “Batı yandaşlığı” yapmaktadırlar. ABD küreselleşmesinin Türkiye ve bölgesine getirdiği açmaz, yerelleşme, istikrarsızlık, çürüme ve köksüzleşme ile kendisini göstermektedir. Batı’nın üstünlüğünün asıl dayanağı dünya egemenlik ilişkilerinin denetimini elinde tutmasıdır. Bu egemenliğin bir dünya düzeni haline gelmesi ve süreklilik kazanması Batı’nın temel kaygısıdır. Tarih, Doğu-Batı çatışması içinde okunmalıdır. Doğu-Batı çatışması içinde ortaya çıkan Batı dünya egemenliği, geleneksel uygarlık yapılarının yok oluşunun ötesinde, insan-doğa, insan-insan ilişkilerinden toplum ilişkilerine kadar çeşitli düzeylerde karşıtlık ve itişmeyi örte çıkarmaktadır. Tarihte Doğu-Batı çatışmasının nedeni, her uygarlığın öncelikle kendi varlığını korumak ve sürdürmek, geleceğini planlamak için ilişkilerin denetimini ele geçirmek istemesidir. Bu anlamda toplumlar arasındaki ilişkilerin denetimini ele geçirmek ve elde tutmak hep hayati önemde olmuş, bu da uygarlıklar arasında süreğen bir çatışmaya yol açmıştır. Dünya tarihinin birliğini ve sürekliliğini sağlayan, bu çatışmanın varlığıdır. Çatışma nedeniyle uygarlık “evrensel” karakter kazanamamış, tek bir uygarlığın geçerli olması mümkün olmamıştır. Batı, Roma İmparatorluğu’ndan bin dört yüz yıl sonra dünya egemenliğini yeniden ele geçirebilmiştir. Günümüzdeki üstünlüğünün temeli de dünya egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Batı, yeryüzünde kurmuş olduğu üstünlüğünü paylaşma çabası içinde hiçbir zaman olmamıştır. Bu durum uygarlığın “evrensel” ve “tek” olmadığının kanıtı sayılmalıdır. Türkiye’nin önemi Doğu-Batı çatışması içindeki konum ve rolünden kaynaklanmaktadır. Buna rağmen insanlığın önündeki yeni arayış çabaları, mevcut çözümsüzlüğü aşma fırsat vermektedir. Günümüz sosyolojisi insanlığın sorunlarını anlamak, onları dönüştürmek ve Doğu-Batı çatışmasını aşmak görevini yüklenmek zorundadır. (Eğribel-Özcan, 2013: 5-11).

“Doğu-Batı çatışması” perspektifi ile tarihe nazar etmenin kabul edilemeyeceği bir zamana geldik. Fakat Fazıl-Batıl toplumların çatışmasından bahsedilebilecektir. Buna rağmen günümüzde Müslüman toplumlarda dahi Batı kültürüne direnebilecek “geleneksel” bir kültür aidiyeti görülemiyor. İslâm toplumlarının mevzuatları Batı hukukunun “hak” mefhumlarına göre kodifiye ediliyor. Uluslararası sözleşmeleri kabul eden devletler, “evrensel” hukuk ilkelerini toplumlarına dikte ediyor. Keza, Batı’nın kent sistemi yeryüzünün bütün yerleşme düzenini yeniden biçimliyor. Geleneksel toplumların “aile” modelleri, “mahalle” sistemleri, “komşuluk” ilişkileri Batı kenti karşısında tutunamıyor ve tarihin mezarlığına gömülüyor. Yine geleneksel toplumların iktisadî dinamikleri (örneğin İslâm toplumları açısından sebil, vakıf, ahi teşkilatları, zekât-hayır kurumları, karz-ı hasen kültürü, imece dayanışması) gelişen banka ve para sistemi ile yok ediliyor. Teknoloji de geleneksel toplumların kültürünü imha eden bir “Batılı kültür istilası” olarak kendini konumluyor. Bu kültürel araç (teknoloji), cemaat olarak hayata tutunan tüm içtimaî birlikleri “ultra-birey” özneler olarak imal ederek dağıtıyor. İnsanlık tek kişinin kullanabileceği iletişim araçları (telefon) ve tek kişinin barınmasına özgülenmiş 1+1 konutlar ile aşırı mikrolaşmaya uğratılıyor. Otomobil de herkesin işyerini dağıtan kentsel yerleşim düzeni nedeniyle artık “aile arabası” olmaktan çıkarak, “kişiye özel” bir karakter kazanarak “tekliğe düşürülmüş insan”ın hareketini hızlandırıyor.

İslâm dünyasında “teknoloji karşıtı” bir düşünce ekolü bulunmadığı için geleneksel toplumun teknolojist modernleşme sürecinde çözülmesine “dur” diyecek bir sosyal teoriden (şimdilik) bahsedilememektedir. Bu durumda Eğribel-Özcan’ın “Doğu-Batı çatışmasını aşmak” umudunu kaybetmekteyiz. Diğer taraftan Fârâbî’ye bakarsak fazıl toplumlar günahları nedeniyle “batıl toplum”a dönüşürler ve bunlar yeryüzünde toplumlara egemen olunca onlara zulm ederler. O halde Fârâbîci yaklaşımla uygarlığın insanlığın mirası olduğu söylenemez. İbn Haldun’a bakarsak onun fikirlerinden uygarlaşan (hâdârîleşen) toplumların çöktüğünü öğreniyoruz. Bu durumda uygarlık bir “çöküş durumu” ise, Batı uygarlığını almak bizim kendi çöküşümüze dua etmek anlamına gelecektir.

Fakat bunların dışında başka dayanaklarla “Medeniyet insanlığın ortak mirasıdır” fikrine katılmadığımı ifade etmeliyim. Hatta “tek bir insanlık” olduğu fikri de benimsediğim bir görüş değildir. Çünkü kanaatimce insanlık tarih boyunca sadece Hz. Âdem zamanında “birlik” oluşturulabilmiştir. Bu birlik de Kabil’in Habil’i öldürmesi ile sona ermişti. Kabil’in Habil’i öldürmesinin gerekçesi Rousseau’da “mülkiyet çitlemesi” idi. Bu gerekçe doğru olabilir. Uygarlık da kendilerini “uygar” gören kavimlerin “ilkel” kavimlerden çaldıkları zenginlikle yükselmiştir. Fakat analizi daha da derinleştirirsek insanlar arasındaki çatışmanın kaynağını kul haklarına riayetsizlikle izah etmek mümkün olabilecektir. Batı uygarlığının dayandığı “teknoloji”, makasıd-ı hamse (beş emniyet: din, can, mal, nesil, akıl) meselesini dikkate almadığı için yeryüzünü tahrip etmekte, kötülük olarak kendini kimliklemektedir. İslâm-Doğu’nun tekniği hikmete yaslanır; Batı’nın teknolojisi gözetime (panoptikon-Bentham), disipline (Faucault), denetime (Deleuze).

“Tek bir insanlık” teorisi doğru değildir. Bunun nedeni şudur: “Hiç suçlularla mazlumlar bir olur mu?” Bir de şu: “Şeytanın adımlarını izlemeyin.”

  • Eğribel Ertan-Özcan Ufuk, Önsöz Yerine: Uygarlık Sorununu Anlamak ve Aşmak, Ahmet Ağaoğlu-Üç Medeniyet kitabı içinde, Doğu Kitabevi, 2013.

Azgelişmişlik Üstünlüktür-Kardeşlik ve Birlik Derneği Konuşması

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının metinleri 2020 yılında yayımının 25. yılına erişmiş durumda. Kitap “inanıyorsanız üstünsünüzdür” (3 Al-i İmrân 139) ayetini başlığa çeken bir paradigmadan hareketle dünyayı anlamlandırmaya çalışıyor, 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması arkasından gelen Gülhane Hatt-ı Hümayünu’nun önünü açtığı aydınların aşağılık kompleksini aşmayı deniyordu.

Buna göre kitap Türkiye’de 150 yıldır sürdürülen “sanayileşme”, “kalkınma” politikalarını ve varılan “teknoloji toplumu” ile “kentsel toplumu” eleştirmeyi mesele edinerek kaleme alındı. Kitabın makalelerinin yayım tarihi 1995 (Dergâh) ve 1996’dır (Ülke). Bu tarihlerin ve yayımlandığı mecraların bir önemi var. O yıllarda muhafazakârlar bir iktidara hazırlanıyor. Kitaptaki yazıların kaleme alınma süreci yerel seçimlerde muhafazakâr-dindar kesimlerin iktidara yürüyüşü sürecine denk düşüyor. Kişisel olarak ise, İslâmcılık düşüncesinden koparak Nurettin Topçu ile İsmet Özel’in anti-teknolojist düşüncelerinin terkibine talip olarak yazmaya başladığım yıllara denk geliyor.

27 Mart 1994’te düzenlenen yerel seçimde Refah Partisi (%19,13) 28 ilde, Anavatan Partisi (%21,08) 14 ilde, Doğru Yol Partisi (%21,40) 11 ilde, Sosyaldemokrat Halkçı Parti (%13,52) 10 ilde, Milliyetçi Hareket Partisi (%7,95) 8 ilde, Cumhuriyet Halk Partisi (%4,60) 5 ilde seçimleri kazanıyor. Refah Partisi’nin büyükşehir statülü illerden İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Konya, Erzurum, Kayseri’de seçim kazanması muhafazakârların iktidarı için büyük bir fırsat olarak görülüyor. Nitekim 54. Hükümet bunu sağlar ve 28 Haziran 1996-30 Haziran 1997 tarihleri arasında Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyon kurar. Muhafazakârların iktidarının toplumsal bir dönüşümü de sağlayacağı öngörüsüyle sanayileşme, refah devleti, kalkınma ideolojisi ve teknoloji toplumu eleştirisi olarak “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının yazılarını kaleme almaya başladım.

Bu yazıları Nurettin Topçu’nun talebelerinin çıkardığı, İsmet Özel’in de yazılarını yayımladığı Dergâh Yayınları bünyesinde çıkarılan dergilerde yayımlamak da bilinçli bir seçimdir. Sanayileşme ve kentleşme yanlısı bir muhafazakârlığın karşısına anti-teknolojist ve kent karşıtı bir teorik ekolden beslenerek söz söylemeyi kendime dert edinmekteyim. Yazı hayatımın bu ilk döneminde çıktığım yolculuk “tek başınalığı” ifade ediyor. Zira “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabını okuyanlar bilmektedir ki yazdıklarım ne Nurettin Topçu’nun ne de İsmet Özel’in fikrinin izleğidir. Bu bir terkip denemesidir ve ilerde başka okumalar yapmak üzere yolunu kazacaktır. Nurettin Topçu’nun “köycü” anti-teknolojist fikriyatı ile İsmet Özel’in kent karşıtı anti-teknolojist uygarlık karşıtlığı bana bir yol açmayacaktır.

Kitabın azgelişmişliği yüceltmesi ilkel topluma dönüş fikri ifade etmiyor. Burada sorun dört temelde ele alınıyor: 1) Müslümanlar Batı’nın bilimini olduğu gibi alabilir mi? Batı’nın bilim ve teknolojisi fıkıhla çatışmakta mıdır?; 2) Batı teknolojisinin özünde kötülük var mıdır? Yani bu teknoloji doğa ile çatışmakta mıdır?; 3) Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu Resullerin Sünneti ile bağdaşmakta mıdır? 4) Batı teknolojisine karşı Toynbee’nin gösterdiği gibi Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?

  1. “Azgelişmiş Üstünlüktür” kitabının sorduğu sorulardan ilki Batı’nın bilimini olduğu gibi alıp alamayacağımız hususu idi:

Müslümanlar Osmanlı Devleti yıkılmasaydı ve bilim adamlarını cezbeden sosyal/siyasî/ekonomik düzenini sürdürerek Avrupa’nın Afrika ve Amerika kıtasındaki sömürgeciliğini önleyebilseydi, modern bilimin günümüzdeki icatlarını ve bu bilim adamlarının çalışmalarını destekleyecek miydi? Diğer değişle Osmanlı yıkılmasaydı Müslüman bilim adamları “İslâm atom bombası” icat edip kullanacak mıydı? Bu soruya kitapta verilen cevap, bunun kesinlikle gerçekleşmeyeceği yolunda olmuştur.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabımın bu sorusu günümüzde yeniden sorulabilir ve sorulmalıdır.

Müslüman bilim-teknoloji tasavvuru, “Batı bilimi”-“İslâm bilimi” ayrımına gitmeyecekse biyo-teknolojik çalışmalarla cyborg varlıklar imal edecek midir? Örneğin insana üçüncü-dördüncü kol/ayak/göz takacak mıdır? “Batı’nın bilimini alalım, İslâm ahlâkında duralım” söylemini geliştiren Müslüman mütefekkirler teknolojinin geleceği noktanın en sonunda insan bedenine fıtratını bozacak şekilde müdahale etme kapısını açacağını görmemektedir. Tarihte mankurt-insanlar vardı. Teknoloji işte bu varoluşunu kaybetmiş insana yeniden taliptir. 150 yıllık süreçte Müslüman entelektüeller teknolojinin insan bedenine yapmayı niyet ettiği müdahaleleri önleyecek bir düşünce mecrası inşa edememiştir.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabı İslâm’ın savaş fıkhının kitle imha silahlarının sivillere karşı kullanıldığı modern savaş tasavvuruna izin vermediğini ileri sürmektedir. Zira “Size ne oluyor ki; ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (4 Nisa 75) ayetinin kitle imha silahlarının özüyle bağdaşmadığını, dolayısıyla Batı bilim ve teknolojisinin “nötr” olmadığı üzerinde durmaktadır.

Görüleceği üzere İslâm’ın savaş fıkhı ile teknolojinin pratiği arasında bir çelişki bulunmaktadır. Ancak meseleyi bu şekliyle ele almayan aydınlar vardı. Örneğin Sezai Karakoç “Atom bombasını ve hatta hidrojen bombasını Müslümanlar icat etmeliydi” demekteydi.

Benzeri şekilde bütün dünyada trafik kazalarına bağlı can kaybı 1,2 milyon, yaralanma ise 3,5 milyon düzeyindedir. Batı’nın teknolojisini aldığımızda Batı’nın sosyal sorunlarını da ülkemize aktarıyoruz tezi kitapta sorgulanmaktadır.

Dolayısıyla kitabın ilk tezi, modern teknolojinin İslâm fıkhıyla bağdaşmazlığı eleştirisi üzerinedir.

2. Kitabın hareket noktası olarak ele aldığı ikinci konu teknolojinin doğasının “şiddet” ve “kötülük” olduğu meselesidir:

Teknolojinin özünün hem “kötülük” hem “şiddet” içerdiğinin farkına varılamamıştır.

Teknolojinin arkaplanında “doğanın ve insanlığın bilim uğruna alabildiğince boyun eğdirilmesi”ne cevaz veren ideolojik/felsefîleştirilmiş cahili değerler bulunduğu söylenebilecektir. Müslümanlar Batı’nın “teknoloji” olarak geliştirdiği şeyin aslında belli bir zümrenin otoriterliklerini perçinlemek ve kapitalist birikimi katlamak amacına hizmet ettiğini görmemiştir. Diğer değişle Batı’da teknolojinin gelişmesi, aslında yine Batı’nın dünyanın dört bir yanından çalarak topladığı malları yüksek katma değerli emtialara çevirmek için araçlaşmasından ibarettir. Bu kapsamda Doğu’da teknolojinin gelişmesi ve Batı’yı zenginlik anlamında yakalaması söz konusu edilemeyecektir. Batı’da sanayileşme ve teknolojinin gelişme süreçleri sömürgecilik döneminin ardında belirmiştir. Batı ile Doğu 1492’ye kadar bildiğimiz tarım toplumu dinamiklerinde yaşamaktaydı. 1492’de Batı’da iki yönlü bir değişim baş göstermiştir. Bunlardan biri Batı’nın İspanya’dan Müslümanları çıkarmasıdır. İkincisi ise Batı’nın Amerika, Uzak Doğu ve Afrika kıtasında sömürgeciliğe başlamasıdır.

Teknoloji gelişmek için Doğu’nun bilgisini, hammaddesini ve insan kaynaklarını kullanmıştır.

Joseph Needham, Doğunun Bilgisi Batının Bilimi kitabında, “Avrupa’nın sahip olduğu bilim ve bilgi, bundan çok önceden Çin’de bulunuyordu” görüşünü savunur. Avrupa bilimi ve teknolojisi Avrupa dışı büyük uygarlıklarda, özellikle Çin ve Hindistan’da bulunmaktaydı. Doğu’da bilim Avrupa’dan çok önce gerçekleştirilmiş buluşlar yapmıştı. Needham, Batı biliminin Batı’da bile “zihinsel ben-merkezci bir bilinçlilik türü” olmakla suçlandığını ifade eder. Beşerî teknoloji ve insan doğa üzerindeki egemenliği arttıkça yönetici elitler için bireysel insan davranışlarının kontrolünün de arttığından bahseder. Needham, Çinlilerin barut, kâğıt, pusulayı Batı’dan çok çok evvel keşfettiğini belirtir. Barutu bayramlarda şenlik amacıyla kullanan Çin’e karşın, Batı bunu silah olarak kullanmıştır.

Teknik ve teknolojinin farklılaşması:

Doğanın teknolojinin nesnesine dönüşmesi: Bu anlamda kitapta teknik ile teknoloji arasında da ayrım yapılmıştır. Teknik, geleneğin bilgisidir ve peygamberler vesilesiyle insanlığa öğretilmektedir. Teknoloji ise tabiata egemen olma güdüsüyle hareket eden bir imalat metodudur. Teknik ile teknoloji arasındaki fark, su değirmeni ile HES (hidro elektrik santralı) arasındaki farkı idrak etmekle anlaşılabilecektir. Su değirmeni akarsuyun debisine bağlı olarak enerji üretmektedir. Dolayısıyla teknik, doğaya boyun eğmiştir, ona bağlı ve bağımlıdır. Diğer taraftan HES ise bir teknolojidir. Bu sistemde akarsu artık kendi kendine akan bir canlı değildir. HES teknolojisi nehri bir bütün olarak kendi içinden geçirmekte, onu yükseklere çıkararak aşağı bırakmakta ve enerji elde etme faaliyetinde nehrin “tabiat için varlık” halini bozarak “üretim için varlık”a dönüştürmektedir. Hes teknolojisi ile akarsuyun içindeki tüm canlılar da ekonomik değer taşımadığı için heba edilmektedir. Böylece akarsu, artık canlılığı olan ve çevresine canlılık veren bir hayat kaynağı olmaktan çıkarak “enerji üreten su”ya dönüşmektedir. Batı teknolojisi, tabiatı “hayy-hayat sahibi varlık” olarak almamakta, onu nesneleştirmektedir.

Hastalığın ve ölümün doktor ve hastane tarafından yönetilerek hastanın tüketiciye dönüştürülmesi: Batı teknolojisinin hemen bütün çözümleri benzer şekilde varlığı metalaştırıcı zihniyetle yüklüdür. Örneğin modern teknoloji toplumunda fert, artık evde, kendisini seven ailesinin yanında ölememekte, “yaşam hakkı” fetişizmi nedeniyle hastanelerin ve ilaç şirketlerinin tekelci otoritesine boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Tıp, sağlıklı bedenin standartlarını ve hastalığı tarif etmektedir. Standartlara giremeyen insanın ‘hastalığı’ kurumsal müdahaleye maruz kalmaktadır. Kurumsal tıbbî bakım, bilimin bireylere vermekle yükümlü olduğu bir hizmet kabul edilmektedir. Böylece doktorlar kişinin kendi kendine bakabilme/kendini iyileştirme eylemini onun elinden almıştır. Yine doktorlar, ölümü yönetmeye başlamış, “ölümü engelleme” ameliyesi, “tüketici”lerin (hastaların) ölmeyi becerememeleriyle neticelenmiştir. Kendi kendine bakamayan hastalar hastanede ölümü arayacak tüketici haline getirilmiştir. Hastalanan kişiyle ailesi arasında manevi bağ, hastane kurumunun araya girmesiyle kesilmektedir. Hasta ölüme/şifaya giden yolları ancak tıbbın belirlediği ilaçlarla veya usullerle aşmakla yükümlenmektedir. Tıp-hastane insan bedenini ele geçirmiştir.

Kişilerin evlerini inşa edememesi: Teknolojinin bir diğer yönelişi ise insanın en temel ihtiyacı olan barınmanın mimar/mühendisler/belediye yetkilileri/bankalar ve inşaat malzemeleri üreten şirketler tarafından ele geçirilmesinde görülür. Geleneksel toplumda ev yapmak yerel ustaların yerel malzemelerle gerçekleştirdiği şahsın ailesine mahsus biricikliği korunmuş bir faaliyet iken, teknoloji toplumunda ev yapmak artık ailelerin insiyatifinden tamamen çıkarılmıştır. Modern mimari, şahısların kaç kişilik aile kuracağından evde hangi eşyayı nereye yerleştireceğine kadar her ayrıntıyı adeta “tanrı gibi” tayin etmektedir. Bu anlamda teknoloji evi ve aileyi de ele geçirmiştir.

Teknoloji, kendisinin ortaya çıkardığı ölüm ve kaosu “kader” olarak fatura etmektedir: Teknolojinin modern toplumlarda ortaya çıkardığı sorunları dikkatle örttüğü söylenebilecektir. Yukarıda da ifade ettiğim üzere savaş teknolojisi ile ulaşım teknolojisi “ölüm” imal etmekte, ancak teknolojinin günah hesabına yazılmamaktadır. Ulaşım sistemi tam anlamıyla otomobilin tekelleşmesini ifade etmektedir. Modernleşme süreci, Allah’ın “binek olarak yarattığı” hayvanları diskalifiye etmiştir. Bu haliyle modern ulaşım bireyleri kentleşmeyle birbirinden uzaklaştırmakta, sıla-i rahim veya maişet nedeniyle ulaşıma muhtaç kalan kişilere sattığı otomobillerle onları borçlandırmakta, nihai olarak da trafiğe katılanların can-mal emniyetini sağlayacak tedbirleri almakta kusurlu davrandığı halde, ölüm ve yaralanmaların müsebbibi olarak “sürücüleri” işaret etmektedir. Modern teknoloji, hız fetişizmi ile otomobil üretirken trafik sıkışıklığına sebebiyet vermektedir. Bu anlamıyla otomobil bir ulaşım çözümü değil, kapitalist üretimin bant teknolojisidir. Otoyollar imal edişin seri bantları olup, süratin ve insanların bu süratle senkronize edilmesine dair sürecin yavaşlatılmaması esas görülmektedir. Dolayısıyla ulaşım sisteminde ekonomik, fiziksel, psikolojik şiddetlerin tamamı ortaya çıkmaktadır. Modern teknolojinin insan geçimini ve hayatını felce uğratması ise bu şiddetin artık özsel bir kötülük olarak anlaşılmasını zarurî kılmaktadır. Modern teknoloji, hız ideolojisine karşı duran her etkeni doğa/hayvan/insan demeden kurguladığı sosyo-ekonomik sistemden atmaktadır.

3. Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu Resullerin Sünneti ile bağdaşmakta mıdır?

Osmanlı’nın yıkılışı “geri kalmışlık” hastalığına yakalandığından gerçekleşmemiştir. Tam aksine Osmanlı idarecileri ve toplumu, Batı teknolojisinin özündeki kötülüğü yapmaya razı bir inanç/kültüre sahip olamadığı için sistem yıkılmıştır. Bir Müslüman bilim adamı, bedeninde hem rahim hem penis olan insanlardan oluşan toplum tasavvuru geliştirebilir mi? Batı, bu “varlığa” razı olacağı şekilde teknolojiyi kullanıyor. Batılı bilim perspektifi tabiata tamamen bu zihniyetle egemen olmuştur. Müslümanlar transhumanist çalışmaların “imal ettiği” yeni toplum perspektifini kabul edemeyecek “fıtrat” düşüncesine sahip olduklarından “Batı bilimi”-“İslâm bilimi” ayrışması kaçınılmazdır. Osmanlı’da “tüfenk icat oldu, mertlik bozuldu” diyenler nasıl elendi ise, bilim de nesnesi insan olmaya yöneldikçe Müslümanları eleyecektir. Batı’ya karşı onun silahları ile mücadele edilemeyecektir. Bunun en büyük kanıtı covid-19’dur. İslâm, biyo-teknolojik savaş araçlarıyla insanlığı kitlesel imhaya yönelerek galip gelmenin yollarını meşrulaştırmamaktadır. Bu gerçeğe rağmen Türkiye’de “Atom bombasını Müslümanlar icat etmeliydi; hatta o bile az, hidrojen bombasını biz icat etmeliydik” diyen aydınlar Batı teknolojisinin ithalinin meşru olduğuna işaret etmiştir. Bugün Batı teknolojisinin geldiği nokta “biyolojik silah” olduğuna göre buna talip miyiz? Müslümanlar geçmişte Batı teknolojisinin araçsallığını İslâm davası için kullanabileceklerini düşünmekle büyük yanılgıya düşmüştür. Geldiğimiz nokta nedir? Hem penisi hem rahimi olan varlıklara sahip bir toplum inşası Batı’da yerleşmektedir. Batı teknolojisinin malzemesi (nesnesi) yani hammaddesi “insan” olmuştur. Müslüman bilim adamları “Batı’nın teknolojisini alalım” derken bu gelinen noktaya geçecek midir? Geçilemeyecektir. İnanç devam ettikçe, geçmek mümkün olmayacaktır. Teknoloji Cyborg-insan ve Yapay Zekâ robot imal etmeye çalışmaktadır. 7/24 uyumayan, acıkmayan bu insanlardan (robotlardan) oluşan topluma ulaşmak isteyen Batı bilimi, böylece askerî anlamda dünyanın efendisi olabileceği bir siyasal düzeni hedeflemektedir. Müslüman toplumlar teknolojiyle bu cinsiyetsizliğin, fıtratı değişmişliğin, robotlaşmanın dönüşümüne razı mıdır?

Kitapta Resullerin de teknolojilerinin bulunduğu, ancak bu teknolojilerin insanlığa/tabiata saldırıya yönelmediği ispatlanmaktadır. Nitekim Süleyman’ın ordularının karıncalara basmaması, Hz. Yusuf’un kıtlık zamanında bütün insanlığa buğday dağıtması bu kapsamda örneklenmiştir.

Bilim ve teknolojinin insanmerkezci özünün, yeryüzünde bir grup elit/kapitalist/materyalist insan adına, hareket ederek bir kast sistemi kurduğunu ve bu kastın seçkinleri lehine insanlığı durdurak bilmez, sonu kestirilemez yaşama biçimlerine yönelttiğini söyleyebiliriz. Teknolojinin bu derece saldırgan bir doğa karşıtlığı ile varlık bulması karşısında Müslüman dünyanın düşünsel bir direnç geliştirmediği de kitapta ifade edilmiştir. Descartes’çı ruh/beden ikiliği ile ortaya çıkan düşünce hayvanları “otomatlar” olarak değerlendirerek doğaya karşı olan bilincini ortaya koyarken teknoloji/bilimi “alet”leştiriyordu. Bu nedenle teknolojik icatlar ve uygulayımlar “kötülük”ten beslenen bir “öz” taşımaktadır. 21. asırda transhumanist teknolojiler insanın teknik kullanarak dışsallaştırdığı bu özü daha da radikal bir insanmerkezciliğe taşımış, doğaya daha da sömürgeci davranmanın meşruiyetini sağlamaya yönelmiştir. Buradaki sorun, bizim bu teknolojileri kullanırken “kul olarak” kalıp kalamayacağımız hususudur. 21. asırda ortaya çıkan sorun, bilim adamlarının yeni teknolojileri kullanarak beşerin biyolojik varlığını aşmayı sağlayacak, yani organik ve mekanik olanı aynı bedende birleştiren ‘siborg’ları varlığa çıkaracak çalışmaların “imal ettiği” makine-canlıları “insan” olarak kabul edip etmeyeceğimizle ilişkilidir. Bu konu, hem mevcut insanın hukukî vasfını etkileyen hem de “imal edilmiş yarı makine yarı organik canlı”nın hukuk huzurunda “kişiliği”nin kabul edilip edilmemesi ile ilgilidir. Bilim ve teknolojinin yürüyüşüne Müslümanlar “evet” dedikçe, Allah’ın “ahsenu takvim” üzere yarattığı “insan”dan uzaklaşılacaktır. Burada bir grup insanın “el Hâlîk” haline gelişi, kendini “Tanrı” yerine ikame edişi de söz konusu olmaktadır. Türkiye’de teknoloji eleştirisi geleneği olmadığı için, modern bilimin en son durağı olan transhumanist yönelişin YZ (Yapay Zekâ) ve BT (Biyo Teknoloji) çalışmaları değerlendirilememektedir. Geçmiş yüzyıllarda Batı’nın küresel ölçekte bilimsel sömürgeciliğini “beş emniyet” (zarurât-ı hamse) makasıd-i diniye ile dengeleyen bir “İslâm Devleti” olgusu bulunmaktaydı. Ancak transhumanist dönemde hem böyle bir devletin hayat bulamamış olması hem de İslâm dünyasındaki müelliflerin Batılı hukuk, bilim paradigmalarını kabul etmeleri nedeniyle Müslümanların direnç alanı kalmamıştır.

4. Batı teknolojisine karşı Toynbee’nin gösterdiği gibi Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?

Toynbee, modernlikle karşılaşmanın ertesinde iki tepkisel davranışın tezahür ettiğinden söz eder. İlkini; Zealot tavır, bilinmeyenden kaçan ve geleneksel savaş tekniğini (bu sözü geniş anlamda mücadele ve mücahede terimleriyle karşılamak gerekir) titizce uygulayan ölmüş bir medeniyetin yol geçmez yerlerdeki fosilleri olarak tanımlar. İkincisi; Herodianları ise iki zaafla anar: 1) Herodianlık yaratıcı değil taklitçidir, 2) Mussolini’nin “İşçi sınıfları olduğu gibi işçi milletleri de vardır.” sözünden hareketle Herodianların Batı tehlikesine karşı tepkilerinin kaderini bu toplumların proleter deryasına katılacağı yargısına bağlar. Buna göre Herodian-insanlar ülkelerini Batı’nın ulusal devletlerinden biri haline getirip, Batılı kardeşleriyle aynı derecede özgür ve eşit siyasal sistemler kursalar bile taklit ettikleri ülkelerin hizmetine koşulacak işçi sınıfının artmasına neden olurlar.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” paradigması Toynbee’nin bu iki tipik tavrından başka bir tavrın geliştirilebileceğini ifade etmektedir. Kitapta “Narodnizm” başlıklı bir yazı da bulunmakta ve uygarlık eleştirimin “köycülüğe”, “halka” veya ilkelciliğe dönüş olmadığını da vurgulamakta.

Diğer ifadeyle “Azgelişmişlik Üstünlüktür” İslâm toplumunun hicretle inşa edilebileceği ve toplumun iktisadî/sosyal/teknik yapılanmasının fıkıhla kurulabileceği fikrinden hareket etmektedir.

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” Paradigması Yıllar Sonra “Devletin Teknolojisi-Halkın Tekniği” Kavramlaştırmasıyla Tamamlanmıştır:

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabındaki tezler 1) Tekniğin özünün kötü olduğu, şiddet üretiği; 2) Tekniğin fıkhı tasfiye ettiği, 3) Resullerin tekniği ile Batı teknolojisinin birbiriyle uyuşmadığı, 4) Tarihte galip devletlerle karşılaşan Müslüman kavimlerin Toynbee’nin analizindeki herodian/zealot tavırlar dışında tavırlar gösterdiği gibi iddialar içermekte ise de teknoloji/teknik çatışmasını aşabilecek bir çıkış yolu gösterememiştir.

Bu eksiklik yıllar sonra “Devletin Teknolojisi-Halkın Tekniği” kavramlaştırmasıyla aşılmıştır.

Buna göre devlet bir güç mekanizmasıdır, milletin alet çantasıdır. Devletin “güç” ve “şiddet” içermesi ve bu içeriğin “meşru olması” kaçınılmazdır. Nitekim Seba melikesi Hz. Süleyman savaş tehdidinde bulunduğunda meşveret meclisi toplayarak şöyle demiştir: “Dedi ki: Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar” (27 Neml 34).

Buna göre devletin güçlü ve teknolojik olması sorun değildir. Asıl sorun devletin makâsıd-ı hamse olarak isimlendirilen “dini, hayatı, aklı, nesli ve malı korumak” görevini yerine getirip getirmemesinden doğmaktadır. “Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabının ismini duyup içeriğine vakıf olmayanlar “teknolojiye karşı olduğu halde yazılarını bilgisayarda yazıyor, internette yayımlıyor” eleştirisi yapmaktadır. Bu eleştiri haklı değildir. Zira Hz. Peygamber içi put dolu olduğu halde Kâbe’yi tavaf ediyor, onu kıble ediniyordu.

Tekniğin getirdiği neticeler insanlığı tehdit etmektedir. Birinci olarak: insanlığın ilerlediği fikri yanlıştır. İlerleme, Amerika kıtasında 100 milyon Kızılderili’nin soykırıma uğraması, II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon Avrupalı insanın ölümü, sömürgecilik döneminde 60 milyon Afrikalı insanın Amerika kıtasına sürülmesi, Maya-Aztek-İnka, Japon, Afrika uygarlıklarının ve son olarak Osmanlı-İslâm medeniyetinin yok edilmesiyle neticelenmiştir. Modern Batı uygarlığının yok ettiği uygarlıklardan daha üstün niteliklere sahip olduğu ileri sürülememektedir. İkinci olarak: Batı tekniği dört temel konuda insanı kıstırmıştır: 1) Ulaşım, 2) Sağlık, 3) Barınma, 4) Çevre-Tabiat. Dört temel konu insanlığın içeceği sudan, yiyeceği yemeğe, barınacağı evden, temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapacağı yolculuğa kadar en temel ihtiyaçların “teknolojik iktidar” tarafından kontrol edilmesini ifade etmektedir. Köleci toplumda kölelerin yiyecekleri, barınakları, sağlıkları, tabiatın korunması “efendi”lerin bir yükümlülüğü idi. Modern teknoloji köleleri azad ederken büyük bir işsiz/evsiz/hasta/tabiatı yok edilmiş insan kitlesinin zuhuruna sebebiyet vermektedir. Diğer ifadeyle batı teknolojisinin feodal ya da köleci toplumun “geri” koşullarını aştığı söylenemez, tam aksine bu koşullardan bile mahrumiyet içinde bir dünya nüfusuna sebebiyet vermiştir. Üçüncü olarak: Teknoloji kendisini deterministik bir yapı olarak dünya nüfusuna ve devlet düzenlerine dayatmaktadır. Diğer ifadeyle devletler teknoloji geliştiren devletler karşısında kendi varoluşlarını sürdürmek için teknolojikleşmekte, vatandaşlarını da teknolojik tasarımın tebaası kılmaktadır. Teknolojinin insanlara seçim hakkı vermemesinin en basit örneği otomobildir. Bu teknoloji, ulaşımı lastik tekerlekli bir modele özgülerken, binek hayvanlarını insanın yaşadığı tabiattan çıkarmıştır. Teknoloji tabiatı “insanın doğası-insanın dahil olmadığı doğa” şeklinde ikiye bölmüştür. Dördüncü olarak: Teknoloji erdemsizliği örtmektedir. Teknolojik faaliyet makinaların faaliyetidir. Makinalar onu ilk imal eden, tasarımlayan, kurgulayan ratio’nun emrindedir. Makinaların kurgu/tasarım/programları gayeli olup, bu gaye kullanıcıların değiştirmesine fırsat vermeyecek şekilde belirlenmiştir. Bu anlamda her teknolojik faaliyet, mesajı yüklenmiş şekilde yürütülebilmekte, kullanıcıyı kendi amacına doğru araçlaştırmaktadır. Örneğin HES inşa eden bir mühendis, bu teknolojinin aletidir, bu nedenle erdemle hareket edememekte, tabiata saldırmayı “vazife” edinmektedir. Teknoloji, sömürgecilik zihniyetinin ürünü olarak doğduğu tarihten beri bir zümreyi “kutsal”laştırmaktadır. Teknoloji hayata egemen oldukça sorun çıkarmakta, bu sorunların çözümü için yine kendini ve “kutsal sınıfı” devreye sokmaktadır. Örneğin trafik sıkışıklığının çözümü için yol genişletmesi yapılmakta, alt-üst geçitler, viyadükler inşa edilmekte; yollar inşa edildikçe nüfus cezbedilmekte, kent nüfusu yoğunlaşmaya başlayınca trafik sıkışıklığı ortaya çıkmaktadır. Teknolojinin kısır-döngü oluşturması ekonomik dengeleri bozmaktadır. Kentlerin su ihtiyacını karşılayan barajların ekonomik ömürlerinin 50 ile 75 yıla düşmesi de benzeri bir teknolojik açmazdır. Böylece teknolojik çözümler bir nesilin ihtiyacını ancak karşılamakta, ikinci nesilin aynı yatırımları yapmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Söz konusu süreç geleneksel hayatı yok ettiği gibi borçluluk üretmektedir. “Azgelişmişlik Üstünlüktür”, sorumluluk etiği ile davranan bir insan-toplum tasavvuru geliştirilmesini teklif ederken ahlâkın kaynağının beşer aklı olamayacağına da işaret etmektedir.

Osmanlı’nın yıkılışı “geri kalmışlık” hastalığına yakalandığından gerçekleşmemiştir. Tam aksine Batı teknolojisinin özündeki kötülüğü yapmaya razı bir inanç/kültüre sahip olamadığı için yıkılmıştır. Osmanlı’nın Bizans karşısındaki zaferi de teknolojik bir zafer değildir. Tam aksine Osmanlı yöneticilerinin “zarurât-ı hamse” ilkelerini Müslim ve gayr-ı Müslim herkese tatbikatı, Anadolu ve Balkanlarda “Latin (kardinal) külahı görmektense Osmanlı sarığını görmek isteriz” diyen Bizans tebaasını Türklerle kader birliği yapmaya itmiştir.