Skip to content

Posts tagged ‘Yahya Kemal’

Anadolu Mayası Paradigmasına İtirazlar 1

Sadık Yalsızuçanlar’ın “Anadolu Mayası” paradigmasında bir paradoks bulunmaktadır. Bu perspektif Yalçın Koç’un 1000 yıllık Türk Tarih Tezi’ne bağlanmakta, 8/9/10. yüzyıllarda Anadolu’yu Horasan Erenleri’nin Türkçe kelâmla mayaladığı fikrini savunmaktadır.

Mesele “Türkçe kelâm” ile bağdaştırıldığı için öncelikle şu söylenmelidir. Türkçe, Türklerin 8/9/10. asırlarda Müslüman olma süreçlerinde doğmuş ve tekâmül etmiş bir dil değildir. Türkçenin vahiy temelli bir dil olduğu doğru ise de bu dilin varlığa çıkışının tarihi Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e ve Hz. Zülkarneyn’e kadar geriye gitmelidir. Hz. Nuh’un gemisinden inen Yafes’in kendi nesebinden gelen topluluklarla konuşma dili Türkçenin ortaya çıkışını temin etmiştir. Buna göre Hz. Nuh’a indirilen vahye şahit olan Yafes, böylece Yalçın Koç’un kavramlaştırdığı anlamdaki KELÂM’ı söylemiş, ancak bu kelâmı sufî bir arınmanın (hikemî-irfanî irşadın) neticesinde elde etmemiştir. Arap tarihçisi Cahız’a göre, Hz. İbrahim, üçüncü eşi Kantura’dan doğan altı evladından dördünü Horasan’a göndererek Türklere HANİF dinini tebliğ etmiştir. Cahız’ın verdiği bu bilgi kabul edildiği takdirde Türkçenin Vahiy Dili olmasında bir diğer etkenin de Hz. İbrahim olduğu ifade edilebilecektir. Anlaşılacağı üzere Türklerin Müslüman olmasının tarihi 8/9/10. Asırlardan daha eski olup, M.Ö. 2500’lere kadar geri çekilebilecektir. (Hanif Türk tezine göre Türkler Hz. Nuh’un gemisinden indikleri tarihten beri, yani asgari 15.000-20.000 yıldır Hanif ve Müslümandır).

Yalsızuçanlar da tıpkı Yalçın Koç gibi Türklerin Müslüman olma tarihini 1.000 yıllık bir süreçle izah etmektedir. Her iki müellif de “Maya” kavramını, “içine katıldığı şeyin (Yalsızuçanlar, “mesela yoğurt mayası süte katılır”der) doğasını tamamen değiştiren ve dönüştüren bir öz” olarak ele almaktadır.

Yalsızuçanlar’ın bu “öz”ü kültür ile ilişkilendirmediği, ortadadır. Müellife göre “kültür”, “ekin” ve “Hars” ile ilişkilidir. [Sanırım Yalsızuçanlar burada Ziya Gökalp’e atıf yapmaktadır.] Müellife göre “maya” kelimesi, “medeniyet”in tecessümünü sağlayan bir “esas” olarak ele alınmalıdır. Yalsızuçanlar, “civilisation” kelimesini “uygarlık” ve “medeniyet” kelimesini ise “yerleşmek/şehirleşmek” ile karşılar ve birbirinden ayırır. Ancak bir paradoks olarak Hz. Peygamber’in “Medine”sini, Yunancadaki “Site”nin Arapça karşılığı olarak kabul ederek yeniden Batı’nın Uygarlık tasavvuruna ve kavram ağına (semantiğine) döner. Zira Batılı bir kavram olan Civilisation, aslında CİVİTAS kavramından gelmekte olup, “Kent”, “Polis”, “Kent Devleti” demektir. İslâm tarihinde ortaya çıkan Medine, bir sınıflı toplum ve patriyark yapılanma (pater familias) olmadığı halde, Yalsızuçanlar’ın Yunan Polis’ini İslâm Şehri ile ilişkilendirmesi paradokstur.

İkinci olarak Yalsızuçanlar “Medine” kavramını “şehirleşme” ve “temeddün” kavramıyla ele alarak bunu da “mistik”leştirir. Zira müellife göre “temeddün” ve “şehirleşme”, ruhun imkanlarının hayatın bütün alanlarına açılması demektir. Bu hususu da müellif, “medeniyet, şehirleşme sürecinin, geleneklerin daha komplike hale gelmesi, daha zenginleşmesi, daha KOZMOPOLİT BİR YAPI halinde kendini inşa etmesi, KÜLTÜRLERİ BÜNYESİNDE BARINDIRMASI” ile izah eder. Bu noktada Yalsızuçanlar’ın Hz. Peygamber’in “Medine Şehri” uygulamasını yeniden hatırlaması gerekmektedir. Kur’an, Mümtehine suresinin 10. ayetinde Medine’ye hicret eden kadınların imtihan edilmesini emretmiş, niyeti gerçek anlamda hicret olmayan kadınların şehre kabul edilmemesini emretmiştir. Bu ayet dolayısıyla İslâm Şehri, Kozmopolit değildir.

Yalsızuçanlar’ın “Kültür” kavramını galat bir zihniyet sorunu olarak görmesine rağmen dönüp dolaşıp “Medeniyet, kültürleri bünyesinde bulunduran Kozmopolit bir yapı”dır noktasına gelmesi de çelişkilidir. Müellif KÜLTÜR kavramını şöyle eleştirir (özetleyerek aktarılmıştır):

Kültür kelimesi bizim dilimizde çok fazla kullanılan yaygın bir galattır; özünde zihniyet sorunu vardır. Örneğin ‘İslâm kültürü’ tabiri, yanlıştır. Çünkü İslâm, kültür ve kültürel yapılar/unsurlar üretmekle beraber asıl yaptığı şey mayalamak, aşılamak, dönüştürmektir. Bu ise kalb etmektir. Yani inkılabtır. Kalb ile inkılab kelimeleri aynı kökten gelir. Değişen, halden hale giren demektir. Yani, öz, kendini farklı formlarla, biçimlerle dışlaştırır, inşa eder, açılır. İnkılab, açılmadır, yani tecellidir. Kültür, yani ekin, Yalçın Koç’un da ifade ettiği gibi dönüştürücü değildir. Kültür, toprağa ıspanak tohumu atmak gibidir. Bu, o tohumdan ıspanağın yeşermesini beklemeyi ve ardından bir bitki olarak ıspanağın devşirilmesini temin eder. Oysa maya, değer yüklüdür. Bilinçaltımızda yüzyıllardır yaşadığı için bu coğrafyada duçar olduğumuz modernleşmeyle ortaya çıkan bozulma, kokuşma ve çürüme hallerinden kurtuluşumuzu sağlayacak bir dönüştürmeyi mümkün kılabilecek perspektiftir.” (Yalsızuçanlar-Mut, 2015: 299).

Yalsızuçanlar “Maya” kavramını irfanî-hikemî olanla ilişkilendirerek felsefî olandan da ayırır. [Bu tefrik, Fârâbî’nin tasfiye edilmesi olarak kabul edilebilir mi? Kanaatimce evet!] Böylece “maya”, sufî silsile içinde muhafaza edilen bir “öz” olarak kategorize edilir. Ancak yine bir sorun vardır: Türkler (aslında Oğuzlar), Anadolu’ya sadece sufî teşkilatlanmayla gelmemiştir. Hatta sufî teşkilatlar dahi günümüzde anlaşılan tekkeler olmayıp, “Abdalan-ı Rûm” olarak adlandırılan zümrelerdir. Bunlar Vefaî-Babaî yapılanmalardır.

“Horasan’dan Anadolu’ya gelen Türklerin irfani-hikemî Kelâmla bu toprakları mayalaması” fikrinin eksik kaldığı nokta, gelen zümrelerin içinde Bacıyân, Ahîyân, Gaziyân zümreler olduğu gibi bir de Fakîyân/Fakihân topluluğunun mevcudiyetidir. Bilindiği üzere Fakîyân/Fakihân zümre, fethedilen topraklarda Kadı olarak görev yapan müderris, ilim adamı, hâkim, aksakallı şahsiyetlerden oluşmaktadır. Yani bunlar sufî değildir.

Bir diğer husus da şudur: Yahya Kemal’in tarih tezi de hatırlanırsa Anadolu’da Türkler kozmopolit bir toplumla karşılaşmamıştır. Yahya Kemal, Anadolu’da Oğuz Türkleri öncesinde pek çok Türk boyunun yaşadığını, bunların Alanlar, Peçenekler, Kıpçaklar, Uzlar gibi Türk boyları olduğunu ve Oğuzların bu coğrafyada fetihlerinin başarılı olmasının da bu eski Türk boyları olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Sadık Yalsızuçanlar gibi yine bir kozmopolitizm öneren Yahya Kemal’in perspektifine göre bir ülke askerî güçle değil milletle fethedilir.

Yahya Kemal’in çelişkileri (çünkü o da 1000 yıllık tarih yaklaşımına sahiptir) bir yana bırakılırsa, Türkler Anadolu’ya sadece sufî olarak gelmemiş, serdengeçti akıncılarla yerleşik akıncıların buluşmasından ortaya çıkan güçle Anadolu’yu yeniden Türk Vatanı kılmıştır. “Yeniden” diyorum; çünkü, Anadolu, Nuh’un gemisi bu topraklarda karaya oturduğunda Hz. Yafes’in yerleştiği ilk coğrafyadır, ilk vatandır.

Anlaşılacağı üzere Anadoluculuk fikri bakımından (1000 yıllık tarih tezi bakımından) iki yöneliş vardır: sufî temelli mayacı (terkipçi) perspektif (Yalçın Koç-Sadık Yalsızuçanlar, Nurettin Topçu) ile akıncı temelli melamî meşrep yöneliş (Yahya Kemal). Yahya Kemal, Anadolu’da Oğuz öncesi serdengeçti-melâmîmeşrep Türklüğü kabul ettiği için Yalsızuçanlar’ın “mayacı-sufî” yaklaşımına göre (kanaatimce) daha tutarlıdır.

İşin aslı “Maya” kelimesi [içine karıştığı şeyi dönüştüren ve kendi kalamayan TÜRK] anlamına da gelmektedir. Buna göre Mayacı perspektif Türklere şunu demiş olmaktadır: “Siz bu ülkede verilmesi gereken mücadeleyi veriniz ve ülkeyi yeniden mayalayınız. Bu maya, içine karıştığı şeyi dönüştürdüğü gibi kendisi de dönüşecek ve Kozmopolit bir yapının yani Medeniyet’in yeniden doğmasını temin edecek.”

Oysa Türklük ebedidir.

Kaynak:

  • Yalsızuçanlar Sadık-Mut Mukaddes, Anadolu’yu Mayalayanlar, H Yayınları, 2015.

Ezansız Semtler- İyiliğin Dört Kavramı

Müslümanlar son yıllar içinde Yahya Kemal’in ezansız semtler dediği semtlere sahip oldular. “Hayır, ezan okunuyor” denecektir. Elbette ezan okunmaktadır. Ancak bu ezan artık bize Müslüman semtin ruh halini vermemektedir. Yahya Kemal “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük” derken semtlerin hususiyetinden bahsetmişti. Şimdiki semtlere bakın, içinde minareleri saklayan gökdelenler arasında klakson sesleri işiten bir nesil büyümektedir.

Uygarlaştıkça Müslümanlıktan çıkmamızı tabii ve hoş görenler kayıtsızlığın aksüamelini önümüzdeki yıllar hissedecekler. Müslümanlar kentleri büyüttüler ne asmalı minare ve ne de gölgeli mescid yapamaz oldular. Kapitalizmin kilisesi AVM’ler içinde seccade açtılar. Kent sözde okunan ezan ile frenk mukallitliğini pekiştirdi. Müslümanlar “Müslüman semt” fikrini milyonluk güvenlikli sitelerde kaybettiler. Frenkleştiler. Bu nedenle teravihler toplumun temeli olan mahalle ve semtlerin cem-tevhid vakti değil iftarda yenen yemekleri eriten idman saatleridir. Artık Yahya Kemal’in Ezansız Semtler yazısında bayrama mulaki olmaktan dolayı dini için ağlayan kalbe benzer kalb de kalmamıştır. 

“Bu karanlıktan, bu ufûnetten (çürümeden) kurtaracak mürşidler, şairler, edibler, hatipler yetişmedi. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık-tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!” (Yahya Kemal*Ezansız Semtler).

Müslüman semtleri yıkarak yaptığımız AVM’lerin ezansız yeraltı mescidlerinde Allah’ın bize daha çok tüketim metaı vermesi için dualar eyledik. AVM’ler camilerimizi, pazarımızı, semtlerimizi yutarak bizi Frenklikte Batılılardan bile daha öteye taşımayı başardı. Minareler ve ağaçlarla bezenmiş şehirlerimizi Frenk muhitlerine benzeterek kaybettik. Kentleşmeyi maharet bildik.

Bu günkü evlatlar havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğmamaktadırlar. Bu günkü evlatlar doğarken kulaklarına ezan okunmamakta, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler görmemektedirler. Ramazanların, bayramların topları atılırken sevinen çocukluk mazi olmuştur. Bugünün çocukları camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlemediler. Sokak köşesinde bir türbeye rastlamadılar. Hâsılı toprağın hiçbir köşesi imana gelmemektedir. Toprak imansız kalmıştır. Bu günün çocukları “sebil ve güvercinler”in kadim buluşmasından da nasiplenmemektedirler.

Bu ahvalden nasıl bir iyilik çıkacaktır? 

İyilikle ilgili dört kavramımız vardır.

BİRR: Eğer iyilik “Birr” ise bu kavram iyilik sahibini belli bir ahlâka taşımaktadır. (2 Bakara177) ayeti iyilik yapabilmenin şartlarından bahseder:1) Namaz kılmak, 2) zekât vermek, 3) Söz verdiğinde tutmak, 4) Hastalık ve savaşta sabretmek. Eğer iyilik (birr) bu dört vasfa sahip olanların zekât dışında yapıp-verdikleri ise günümüzde iyilik nadirattan bir ameldir. Diğer yandan mala olan sevgilerine rağmen birr sahiplerinin infakları da 1) Yakınlara, 2) Yetimlere, 3) Yoksullara, 4) Yolda kalmışlara, 5) İhtiyacından dolayı dilenene, 6) Kölelere yöneltilmek durumundadır. Dolayısıyla bu ayet açısından “Birr” kavramı hem verenin ve hem de verilenin vasfını cisimleştirir; Bakra 177 ayeti sıradan bir verme olmaktan çıkar, bir Müslüman toplum varlığı inşa eder.

HAYR: Eğer iyilik “hayr” kavramından hareketle anlaşılacaksa “hayr” denilen mal, helal ve meşru yollarla kazanılmış olmalıdır. Demek “hayr” temiz maldan ihtiyaç fazlasını sahibine ulaştırmaktır. Küresel toplumun sorunları içinde insanî yardım toplayanlar malın helal olup olmadığına bakmamaktadırlar. Kur’an “Eğer bir hayır bırakırsa” (2 Bakara 180); “İnsan hayrı sevmeye ise çok düşkündür” (100 Âdiyat 8) gibi ayetleri zikrederek “hayr”ı “büyük yekün tutan temiz mal” şeklinde açıklamıştır. Yine Bakara 215’te “Hayırdan infâk edeceğiniz şey işte o, anne-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve (yolda kalmış) yolcular içindir. Ve hayır olarak ne yaparsanız, o takdirde muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir” beyanıyla hayrın dağıtılacağı yeri belirlemiştir: 1) Anne baba, 2) Yakın akrabalar, 3) Yoksullar, 4) Yolda kalmışlar. Bu ayetlerde de malın kazanılma biçimi hayr sahibini ve dağıtılma süjesi toplumsallaşmayı biçimlemektedir.

Müslüman fertler “ezberlenmiş iyilik”ten kurtulmalıdır. Bu, kitleselleşmiş yardımlaşma hareketlerini “iyilik” meselesinde eleştiriye tabi tutmamızı gerektirmektedir. 

İyilik bir semt kurmak, mekânı tanzim etmek, iman etmiş muhitler oluşturmak, Müslüman toplumsallaşmayı sağlamak durumundadır. Vahyin bize emrettiği ve gösterdiği husus kavramlarımızın toplumsal-mimarî-iktisadî tecessümüdür. Cami mahalleye aittir, mahallenin mührüdür. Cami Müslüman bir semt kurmalı, Müslüman toplumsallığının temeline oturmalıdır. Eski şehirlerin mahalle camilerinin azami kırk-elli kişiyi alabilecek büyüklüklere sahip küçük mimari yapılar olmasının nedeni mahallenin “25-30 hane”den müteşekkil hane sayısıdır. 

İHSAN-HASEN: Eğer iyilik hasen/ihsan kavramından hareketle anlaşılacaksa ihsan için önce adaletin tesis edilmesi gerektiği (16 Nahl 90) ayetinde sübut bulmaktadır. İyilik (ihsan) bireysel bir eylem değil toplumcu bir eylemdir. İyilik ortaya çıktığında öncelikle adaleti sağlamaya, mazlum insanları adaletsizliğin ortaya çıkardığı iktisadî-siyasî yapıların tasallutundan kurtarmaya yönelecektir. Zalimin zulmü sürüp durmaktayken adaleti tesis etmeyi niyet etmemiş bir iyilik hareketi zulmün payandası olacaktır. Böyle bir iyilik zulmün ortaya çıkardığı sefaletin, muhtaçlığın yüzünü saklayacaktır.

Diğer taraftan zekât ayeti Medine’de oruçla birlikte farz kılınmıştır. Zekât ve oruç Müslüman bir muhit, Müslüman bir toplum varlığı oluşturmanın perçinleridir. Bu nedenle “iyilik” hakkında konuşmak meseleyi “Medineleşmek-Müslüman toplumsallaşmasını gerçekleştirmek” iradesinden müstakilleştirerek ele alınamayacaktır. Bu nedenle iyilik ilk ortaya çıktığında “marufu emr” ile yüklenecektir.

MA’RUF: Ma’ruf, işleri düzenlemek, bilmek, idare etmek, hakikati tanımak anlamını taşır. Arif de ma’ruf kavramının anlam dünyasındadır. Ma’rifet, iyi şeyleri bilmeye ve tanımaya denir. Örf, dini yaşamın delili olur. Ma’ruf; münasip, güzel, faydalı, nazik, nimet, lütuf, iyilik, itidal, insaf, dürüstlük, samimiyet, namusluluk, hilesizlik gibi anlamlara sahiptir. Kur’an’a “Af (urf) yolunu tut, uygun olanı emret ve bilgisizlere aldırma” (7 A’raf 199) ayetinde geçen “urf” cedelleşmeyi terki tavsiye eden “güzel ve münasip söz” anlamındadır. Demek ki örf-urf-ma’rif-ma’ruf ile ortaya çıkan “söz” iyiliktir.

“’Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” (3Al-i İmrân104); “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah’a inanıyorsunuz” (3Al-i İmrân110). 

Dört kavram da iyiliğin Müslüman bir toplumun fıkıhla inşasına çağırdığına işaret etmektedir. İyilik Müslüman toplumsallığın inşasıdır. “Sevdiğiniz şeylerden (milyonluk manzaralardan, son model otomobillerden, ayrıcalıklı semtlerden) infak etmedikçe BİRR ehli olamazsınız” (3/92).